6.8 C
İstanbul
24 Kasım Pazar, 2024
spot_img

Hrant davası, “ulusalcı sol”, liberal sol ve işçi sınıfının devrimci enternasyonalist yolu – Deniz Adalı

Kasım ayı, 2024 yılına daha girmeden, ilgi çekici gelişmelere sahne olmaktadır. Bu gelişmeler kadar, bu gelişmeler üzerine yapılan propaganda ve karartma siyaseti ilgiye değerdir.

Seçimin, yani Mayıs 2023 seçimlerinin üzerinden 6-7 ay geçmiştir ve egemen, bizim adlandırmamızla Saray Rejimi, bir yandan savaş kabinesi oluşturdu, bir yandan ekonomiyi uluslararası bir konsorsiyuma teslim etti, bir yandan da içte bazı düzenlemeler, dizayn çalışmaları yapmaya yöneldi.

Bu üç alanda, Saray Rejimi’nin adımlarını izlemek, bir çeşit “restorasyon” çalışmalarını anlamak açısından önemli ipuçları veriyor. Hem egemenin, Saray Rejimi’nin, TC devletinin açmazlarını görmek hem de yapmaya çalıştıkları “restorasyonu” anlamak açısından önemli gibidir.

“Restorasyon”u tırnak içine alıyoruz. Çünkü tam da tırnaklı bir varlığa benzerdir. Şaka bir yana, daha çok makyaj niteliğinin önde olması nedeni ile bunu yapıyoruz. Yani kendileri açısından da, ortada kapsamlı bir restorasyon yoktur ama aynı zamanda, yapmaya çalıştıkları şeyi ifade etmek için, “restorasyon” demeye de devam ediyoruz.

1

Biliniyor, her savaş bir iç savaştır, eninde sonunda kendini açıkça gösterecek olan bir iç savaş. Bizim, son aylarda daha net görmeye başladığımız şey, seçim öncesinde de varolan ama şimdi daha seçilmiş tarzda uygulanan şey, “hukuksuzluk” değildir. Doğru terim “hukuksuzluk” değildir. Hukuksuzluk, bizim hukuk camiası için, yani hâkimi, savcısı, avukatı, profesörü vb. mesleklerdeki hukukçularımız için, hukuka aykırı olma durumunu ifade eder. Belki bir vurgu, belki bir çeşit “tepki” olarak anlaşılabilir. Daha çok, CHP muhalefetine, Akşener muhalefetine, Babacan ve Davutoğlu siyasetine uygun düşer. Korkakçadır ve gerçek anlamda olup biteni küçümser.

Nedir öyle ise yaşanan?

Biz, buna iç savaş hukuku diyoruz. Savaş hukuku ile bağlantılıdır. Ama yetmez. Çünkü savaş konusunda bir “uluslararası hukuk” vardır. Ama savaşan taraflar, bu uluslararası hukuka daha az uyarlar, daha çok uymazlar. İç savaş hukuku ise, düşman taraflar arasında uygulanan, içeride gizli ya da açık farklı biçimlerde süren iç savaşa bağlı hukuktur.

İngiltere, mesela, hükümetin ya da devletin politikalarını onaylamayan bir işadamının mal varlığına el koyduğunda, işte bu iç savaş hukuku ya da düşman hukuku uygulanmaktadır.

Demek oluyor ki dünyada hemen her ülkede, kapitalist sistemin demokrasi mabedi diye sunulan ülkelerinde de, artık “olağan” işleyişi ile hukuk, etkisini yitirmektedir. Ya da egemen, kendi yasalarına uymak konusunda isteksiz, dikkatsiz, seçmecidir.

Demokrasi sever liberal solcularımız, yanlış dönemde soldan liberalizme yelken açtılar. Yazık onlara. Burjuvazi, liberalizmden neoliberalizme yani yağma ve talan sistemine dönmüştü. Egemenler, tekelci egemenliğin gereklerine uygun olarak, serbest rekabeti geride bırakmış, tekelci rekabeti yaşarken, liberaller pazar hâkimiyetinin savunucuları olarak ortaya çıkarken, onların boşalttıkları yeri, soldan doldurmak için “liberal sol” olmaya karar verdiler. Yazık.

Sömürge bir ülkede, tekeller çağında, liberal sol, aslında işçi sınıfını sisteme bağlamak, işçi sınıfına öncülük edecek kesimlerin aklını karıştırmak, bilimi ve gerçeği karanlığın dehlizlerine kapatmak için rol alıyordu.

Ve elbette bunu destekleyen, Batı demokrasisi ve medeniyet diye kavramlar devreye sokuluyordu, hâlâ sokuluyor.

Bizde bunlara bir de NATO sevgisi eklenmiştir.

Batı demokrasisi, hayranlık duyulacak yer idi. O kadar ki her türlü baskı ve sömürgeciliğin yaratıcısı olan bu Batı demokrasisi, kendini Paris sokaklarında dolaşan şık giyimli, ölçüleri tam olarak ayarlanmış, estetik merkezlerinden çıkmış kadın ve erkek modellerin çekiciliği ile gösteriyordu. Ve elbette bizim gibi sömürge ülkelerde oluşmuş bir sömürge kişilik de vardır ve bu sömürge kişilik, her şeyin görüntüsüne kendisinden çok daha fazla önem veriyor. Ambalaj, gözleri kamaştıran bir çekiciliğe sahipti. Batı hayranlığı, sadece “demokrasi” ile sağlanmıyordu, tersine, daha çok ve daha çok, ambalajları çekici mallara hayranlıkla başlıyor.

Batı medeniyeti, akıl almaz katliam ve işgal politikalarını, sömürgeci politikalarını, “medeniyet taşımak” olarak adlandırıyordu ve hâlâ öyledir.

Bizdeki NATO sevgisi ise, ilave bir unsurdur ve NATO’yu sevmemek, bedeli ağır bir “liyakatsizlik” olduğu için, sistemin geleceğinden kopmak anlamına bile gelebiliyor.

Hem NATO’cu hem liberal sol, hem Batıcı hem de insancıl sol olmak, işte böyle ortaya çıkan, çarpık bir hâldir.

Liberal solcuların tek tek, sistemin bizzat yetiştirdiği görevliler olduğunu söylemiyoruz. Ama sisteme karşı mücadele edenlere karşı açılan etkili bir ideolojik hat olduğunu söylemekten de geri durmamalıyız.

İşte bu liberal sol, sanırım, kendini kandırmakta çok yeteneklidir de. Egemenin yapması gereken şeyler şöyledir: Önce bunlara sert duvarı ya da moda deyimi ile kırmızı çizgileri gösteriyorlar. Sisteme karşı devrimci bir mücadeleden uzak durulacak. Sonra onlara, kendilerini ifade edecekleri bir saha açılacak ve bu sahada, kendilerine “eğitilmiş” rehberler verilecek. Bu arada “ekonomik özgürlükleri” için maddi bir temel de hazırlanacak.

Yani klasik havuç-sopa uygulamasıdır.

Şimdi, hukuksuzluk diyenler ya da iç savaş hukukunu görmek istemeyenler, devlet içinde “kötü” ve “iyi” adamların mücadelesinden söz eder pozisyondadırlar.

Görünüşte eleştiriyorlar; “hukuksuzluk” diye kocaman cümleler kuruyorlar. Ama ekliyorlar, “biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz.” Oysa onların söylediği “hukuksuzluk”u ölçü alsak, göreceğiz ki o kadar çok hukuksuzluk var ki, hukuksuzluk demekten yorulmuş hâldedirler.

Liberal sol, körlük de demektir. Her şeye, devletin varsayılan hâlinden bakmak, gerçeği görmemek de demektir.

Bu nedenle, özellikle iç savaş hukukundan söz ediyoruz. Zira ortada bir hukuk vardır ve doğrusu bu “olağanüstü” devlet örgütlenmesinin gerektirdiği bir hukuktur da.

Her zaman hukuk egemenin hukukudur. Farklılık, bugün egemenin ihtiyaçları her gün değişiyor ve iç savaş ortamına uygun olarak her gün farklı tarzda uygulanıyor.

Her zaman, her kapitalist ülkede, işçi sınıfı ve egemen sınıf için ayrı hukuk vardır. Olağan dönemlerde de, işçi ve yoksul için hukuk, zenginlerinkinden farklıdır. Ama yine de, bunun bir bilinen çerçevesi vardır. Oysa olağanüstü dönemlerde, egemen, kendini kendi hukukuna bağlı hissetmez. Ve bu sadece bizim ülkemize de özgü değildir.

2

Egemen, bugün ülkemizde, kitlelerin, halkın önüne “beka” sorununu koymaktadır. Onlara göre, her işçi eylemi bir beka sorunudur. İşçiler itaatkâr olmalıdırlar. Her hak arama eylemi, sistemi zora sokar ve bu nedenle bastırılmalıdır. Her aykırı düşünce, bir nifak tohumudur ve yok edilmelidir. Her kadın eylemi tez elden bastırılmalıdır. Öğrenciler tehlikeli varlıklardır. Yani, halk aslında düşmandır. Ve düşman hukuku, yani bizim deyimimizle iç savaş hukuku, tam da bu dönemlerde gereklidir.

Saray Rejimi, bir savaş kabinesi kurmuştur. Bu savaş kabinesi elbette NATO’ya aittir ama bizim egemenlerimizin istemediği bir şey de değildir.

TC devleti, Saray Rejimi, ABD adına, emperyalist güçler adına bir tetikçi olarak iş görmektedir. Görevi budur. Ve bu tetikçilik görevi, içeride, her türlü direnişin yok edilmesini de gerektirmektedir.

Savaş için, Saray Rejimi’ne, kendi savaş politikalarını destekleyecek milliyetçi, bizde aynı zamanda İslamcı, bir ideoloji gereklidir. Bu da yeni değildir. Tüm soğuk savaş dönemi boyunca, Türk-İslam sentezi imal edilmeye çalışılmıştır. Bugün, bu ırkçı ve dinci siyasal ideoloji, yeniden kaybettiği konumu kazansın istiyorlar.

Bunun için, liberal sol kadar, kendilerine ulusalcı sol gereklidir.

Biz buna, “ulusol” demeyi seçtik.

TC devleti, halkların imhası ve inkârı üzerine kuruludur. TC devleti, Ekim Devrimi’ne karşı, emperyalist dünyanın ortak ileri karakolu olarak iş görmek üzere organize edilmiştir. Ekim Devrimi yayıldıkça, hem halklara özgürlük, sömürge olmaktan kurtuluş eğilimleri aşılıyordu hem de işçi ve emekçiler için yeni bir dünya ortaya koyuyordu. Bu nedenle, Türk-İslam sentezi ile anti-komünizm birbirinden ayrılmaz hâlde iç içe geçmiştir. Öyle geliştirilmiştir.

Bu ideoloji, anti-komünizm olarak etkin kılınmakla kalmadı, aynı zamanda milliyetçi-dinci bir ideoloji olarak da şekillendi.

Ve ülkemiz solu, Kemalist etkiyi, tam da bu temel üzerinden içine taşıdı. Sol hareketin tarihi boyunca bu Kemalist etki solun içinde etkin oldu. Kürt devrimi, bu etkinin kırılmasında önemli bir kaldıraç görevi görmüştür. Bu nedenle, egemen, TC devleti, Kürt hareketine karşı, tarikatları da içine alan bir İslamî ağırlık geliştirmeye yöneldi. Bu, 12 Eylül’de de vardır. Ve bugüne kadar gelmektedir. Ama bu arada milliyetçi çizgi kenara atılmış değildir.

Bugün milliyetçi ve dinci ideoloji, her iki cepheden de etkisiz hâle gelmeye başlamıştır. Ne milliyetçilik eskisi kadar etkilidir ne de İslamcılık. AK Parti projesi ile öne çıkartılmış olan İslamcılık, içinde Gülen hareketi de olmak üzere, etkisini kaybetmektedir. Ya da eskisi kadar etkili değildir. Bu nedenle, yeniden tazelenmek istenmektedir. Aynı biçimde, daha önceden yıpranmış olan milliyetçilik, yeni bir tarzda ortaya çıkarılmak istenmektedir.

Yeni bir formatta milliyetçilik, solun kontrol altına alınmasında kullanılmak istenmektedir.

Aslında, solun sağa kaydırılmasında, Türk-İslam sentezi farklı bir tarzda kullanılmaktadır, her ikisi birden. İslamcılık, radikal bir dinî saldırı görüntüleri ile de beslenerek, solun “laiklik” savunusuna kilitlenmesini sağlamak üzere kullanılmaktadır. Milliyetçilik ise, “laikliği” savunmaya kilitlenmiş solun sarılması istenen şey olarak öne çıkarılmaktadır. Zaten solun içinde Kemalist milliyetçilik hep köklere sahiptir.

İşte ulusol, böyle oluşturulmak istenmektedir.

Liberal solun “duyarlılıkları” da aynıdır. Onlara göre İslamî bir organizasyon ancak İslam’ı liberal hâle getirirse mümkündür. İyi ama diyelim ki İslamcılık, kapitalist sistemin içinde kalmayı hedefliyorsa, nasıl olur da sistem için bir tehdit hâline gelebilir? Bu nedenle, liberal solun Gülen hareketine sarılması gayet anlaşılırdır. Nihayetinde, liberal solun bağlı olduğu Batı değerlerinin merkezleri olan ülkeler, özel olarak Gülen hareketinin yaratıcıları, şekillendiricilerdir de.

3

Tarih bilinci, devrimci işçiler için, devrimci aydınlar için çok önemlidir.

ABD emperyalizmi öncülüğünde, tüm emperyalist- kapitalist dünyanın SSCB’yi kuşatma ve komünizmi boğma siyaseti, Yeşil Kuşak gibi projelerle gelişmiştir. Bin Laden hareketi de, Müslüman Kardeşler de, Gülen hareketi de, bu Yeşil Kuşak Projesi’nin içindedir. Gülen hareketi, komünizme karşı mücadele derneklerinden gelmektedir. Ve TC devleti, NATO güçlerince desteklenmiştir. Bu projenin bir başka ucu AK Parti projesidir. Elbette birçok İslamî grup, anti-emperyalist mücadele anlayışına sahiptir. Onları bir yana bırakarak, Yeşil Kuşak Projesi’nin emperyalizmin denetiminde, oldukça kullanışlı İslamî hareketler yarattığı biliniyor.

Bu sadece bugünün değil, dünün de gerçeğidir.

Elbette bu Yeşil Kuşak Projesi, SSCB çözüldükten sonra, yeniden organize edilmeye başlanmıştır. Bu arada ABD karşıtı bazı eğilimlerin geliştiği de gerçektir. Ama, SSCB sonrasında ABD emperyalizmi, bu İslamî hareketleri, başka amaçlarla kullanmışlardır. Suriye sahasında karşımıza çıkan IŞİD gerçeği bunun kanıtıdır.

Bu tarihi unutarak doğru değerlendirmeler yapmak mümkün değildir.

4

Hrant Dink davasının seyri bu açıdan önemli göstergelere sahiptir.

Biliyoruz, tetiği çeken Samast, devletin çeşitli katlarında kahraman olarak karşılanmıştır. Bu, TC devletinin tarihsel mirasına, geleneklerine gayet uygundur. Katliam politikalarına gayet uygundur. İster Topal Osman’ı ele alın ister başkalarını, ister soykırım uygulamalarını ele alın isterse sol kitlelere dönük katliamları, hepsinde, ister Maraş katliamını ele alın ister 1 Mayıs katliamını, hepsinde olan budur.

TC devletinin tarihi budur.

Hrant’ın katili, bir örgüt davasına eklenmediği için, bireysel olarak ceza almış ve serbest bırakılmıştır.

Şimdi, bu vesile ile yeniden cinayet ele alınmaya, yeniden algılar yaratılmaya başlanmıştır.

Ogün Samast, aldığı cezayı yatmış, cezanın bitimine yakın, cezaevinde gerçekleştirdiği başka bir suçtan ceza alarak hapis yatmıştır. İkinci suç, belli ki çıkış tarihi ayarlanmak için yapılmıştır. Cezaevinde, ikinci suçtan “iyi hâli” tespit edilerek serbest bırakılmıştır. Tepkiler üzerine, hakkında yeniden dava açılmıştır.

Bu arada ise, Hrant davasında yeni davalarla devam ediliyor görünmektedir. Bilindiği kadarı ile, davanın yeni aşamasında Erdoğan’ın avukatı da müdahil olmuştur. Ne için müdahil olduğu henüz açık değildir. Yakında ortaya çıkacaktır.

Bu arada, Samast, cezaevinde, dışardan bir kadınla evlendirilmiştir. Anlaşılan o ki yeni döneminde Samast bu kadın ile hazırlanmaktadır. Demek oluyor ki Samast’ı kahraman olarak karşılayan sistem, aslında onu bir tarzda yeni döneme hazırlamaktadır.

Şimdi, tartışmalara dönebiliriz.

Birincil olarak öne çıkan eğilim, aslında davalarda da görülen eğilimdir. Davada, cinayette yer alan devlet görevlileri, sistematik olarak kayırılmıştır. Böylece dava gerçek karakterinden uzaklaştırılmıştır. Samast ceza almış ama aradan 10 yıl geçtikten sonra, dava için örgütlü suçtan yeni bir dava açılmıştır. Ama Samast, zaman aşımından davanın bu bölümünden kurtarılmıştır. Böylece, dava, katilin, tetikçinin ceza aldığı ve örgütsüz, bireysel bir cinayet davası hâline çevrilmiştir. Örgütlü, organize cinayet ise, katil olmadan, tetikçi olmadan devam etmektedir.

Böylece dava, bireysel hâl almıştır. Katil sinirlenmiş ve cinayet işlemiştir gibi. Örgütlü olan dava ise, daha çok, FETÖ adını almış olan (FETÖ adı ona verilmiştir) Gülen hareketinin üzerine yıkılmak istenmektedir.

Tam da burası, solun milliyetçi çizgiye çekilmesi, laik çizgiye çekilmesi programının bir parçasıdır.

Gülen hareketi, AK Parti projesi gibi, ABD desteklidir, NATO desteklidir ve TC devletinin imalatıdır.

Devlet içindeki çatışmalara bağlı olarak, Gülen hareketi FETÖ hâline getirilmiştir. Bu tarihten başlayarak, birçok suç FETÖ’ya yüklenerek, aslında devlet temizlenmek istenmektedir. Bu arada, elbette Gülen hareketi temiz değildir ve bunu vurgulamaya bile gerek yoktur. Gülen Hareketi’nin organizatörleri ile AK Parti projesinin sahipleri aynıdır. Ama hazır bir “devlet içinde kötü” ilan edilmiş güç var iken, suçlar buna yıkılmakta, böylece devlet aklanmaktadır.

Topal Osman, devlet eli ile kullanılmış, cinayet ve katliamlarda rol almış ama sonunda kullanım süresi dolunca, bizzat devlet eli ile idam edilmiştir. Böylece tüm katliamlar onun üzerine yıkılmış, devlet “temizlenmiş”tir. Bu eski bir oyundur ve kökleri eskiye gitmektedir.

Bugün de bunu yaparak aslında devletin bu işi yapmadığı, devlet içine sızmış çetelerin bunu yaptığı söylenmektedir. Yaratılmak istenen imaj budur. Oysa Hrant cinayeti, bizzat devletin planıdır.

5

Hrant Dink cinayeti acaba ne için işlenmişti? Öyle ya, bu bir siyasal cinayettir. Amacı konusunda fikriniz yoksa, buna bir siyasal ve devlet eli ile işlenmiş bir cinayet olarak bakmazsanız, gerisi bulanıklaşacaktır.

Hrant, belli bir saldırı zinciri içinde katledilmiştir. Hrant, bir seri cinayet dizisinin ilki olarak öldürülmüştür. Hrant ile başladıkları zincir, ortaya çıkan tepki ve kitlesel sahipleniş ile kırılmıştır ve durmak zorunda kalmışlardır.

Hrant, Ermeni’dir. Ermeni olması, ülkedeki milliyetçi hava nedeni ile, en az sahip çıkılacak isim olarak düşünülmüştür. Yani Hrant’a kimsenin sahip çıkmayacağı ya da son derece küçük bir grubun sahip çıkacağı düşünülmüştür. Arkası getirilecek, Hrant cinayetini başkaları izleyecekti.

Ama daha ilk haber duyulur duyulmaz, inanılmaz bir duyarlılıkla, kitleler Agos’un önüne akmıştır. Akmakla kalmamış, “hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” sloganı patlamıştır. Bu slogan, cinayeti planlayan devlet güçlerini durdurmuştur. Aynı dönemde işlenen başka cinayetler de vardır. Ama bu tepki, o denli kitlesel, ama ondan daha da önemlisi o kadar net bir tepki idi ki, devlet, egemen, geri adım atmış, başladıkları proje ne ise, onu geri çekmişlerdir. Kitlesel tepki, devleti durdurmak için önemli bir etkendi ama “hepimiz Ermeni’yiz” sloganı, kitlesel tepkiden çok daha anlamlıdır. Ve bu tepkinin nitelikçe gelişmişliğinin göstergesidir. Öyle ise, Hrant’ın katledilmesi ile başlayan sürece gelen tepkinin, hem niceliksel hem de niteliksel yönü, çok ama çok değerlidir.

Biz, milliyetçilik ve İslam eskisi gibi etkili değildir derken, aslında tam da bunu söylüyoruz. Yoksa devletin Türk-İslam sentezi ideolojisi elbette devrededir. Hâlâ aktiftir. Onlar da bu etkinin azaldığının farkındadırlar, bu nedenle, orayı güçlendirmek “restore” etmek istiyorlar.

Şimdi, Hrant’ın katilinin, tetikçinin çıkması, çıkartılması, yeni döneme uygundur. Savaş planlarına, içeride ve dışarıda savaş politikalarına uygun tarzda, solun içinde etkisi belli ölçülerde aşınmış olan milliyetçiliğin, “ulusol”culuk olarak yeniden diriltilmesi için, Hrant davası kullanılmak istenmektedir.

UluSolculuk, devletçi solculuktur ve savaş planlarının sürekli geliştiği ve gündemde tutulduğu bugün, solun yeniden kontrol altına alınması amacını gütmektedir. Bu, sol içindeki Kemalist damarın onarılarak sürdürülmesi girişimidir. Bir yandan “İslam ve laikliğin gidişi” tehdidi ile korkutulan sol, diğer yandan Kemalist damarları onarılarak, devletçi çizgiye yapıştırılmak istenmektedir.

Liberal solculuk güç kaybetmektedir. Bu kayıp, savaş dönemlerinde daha da artacaktır. Bu nedenle, milliyetçiliğin sol içinde yer etmesi için, devletin temizlenmesi önem kazanmış gibidir. Liberal sol yeterli değildir, daha aktif bir UluSol gereklidir. Anlaşılan düşündükleri budur.

6

Saray Rejimi, seçim sonrasında bir savaş kabinesine kavuşmuştur. Bu savaş kabinesi, içeride, AB ve ABD anlaşmalarına uygun olarak, bazı mafyatik çetelerin (diğerlerinin yararına) temizlenmesini de gerektirmektedir. Bu “temizlik” operasyonları, CHP tarafından alkışlanmakta, “liyakat” yandaşları tarafından uygun bulunmakta, Soylu’dan sonra bir “ciddiyet” arayan burjuva demokratlarca ümitvar bulunmaktadır. Böylece devlet, imaj tazelemek istemektedir. AB, ABD ile anlaşırken, Soylu döneminde verilen yeşil pasaportlar olayını, İçişleri’nde yeni dönem için bir neden olarak kullanmış ve bazı düzenlemeler istemiştir. Bu yeni dönemde bazı mafyatik grupların, büyüklerin hesabına “temizlenmesi”, devlet ciddiyeti olarak sunulmakta, alkış alması sağlanmaktadır.

Ama aynı devlet, işçi sınıfına, kadınlara, öğrencilere, hak arayan herkese acımasızca saldırmaktadır. Aynı devlet, mesela kendisi ile hiçbir sorunu olmayan Tolga Şardan gibi gazetecileri dahi tutuklamaktadır. Tolga Şardan gazeteci olarak birçok habere imza atmasına rağmen, ne muhaliftir ne de sistem için bir tehdittir. Ama Saray Rejimi, korku salmak istemektedir.

Çetelere operasyonlar ile bu baskı görüntüleri, tamamen aynı şeyin iki yüzüdür. Yani biri diğeri ile çelişen adımlar değildir. Mafyaya karşı operasyonları, AB’nin kara para trafiğine karşı uyarılarından bağımsız ele almak hatalıdır. Ve gerçekte, bu operasyonlar ciddiyetten uzaktır. Ağar ve çevresine vurmadan, Saray’a dokunmadan “temizlik” olmaz. Bu da sistemin özüne aykırıdır. Yani burada abartılacak bir “ciddiyet”, “liyakat” vb. bulmak, aklını peynir ekmekle yemek gibidir. Ve biliniyor, hem ekmek hem de peynir o kadar ucuz değildir.

Saray Rejimi savaşa hazırlanmaktadır. Bu, Erdoğan’ın iradesine bağlı bir hâl de değildir. Saray Rejimi, bu savaş çığırtkanlığı ve tetikçilik görevini oldukça sevmiştir. Zira başka da bir çıkış yolu yoktur. Tekeller, savaş sanayiinden ve buna bağlı sanayi dallarından iyi para kazanmaktadır. Tekellerin, tıpkı emperyalist ortakları gibi, kârlarına kâr kattıkları bir dönem yaşadıkları sır değildir. Bu nedenle savaş planları, öyle geçici bir heves değildir.

Dünya çapında savaş, sürekli olarak büyümekte, yeni cephelerde ortaya çıkmaktadır. Bu, sistemin krizden çıkış yoludur. Rusya ve Çin gibi iki dev alanı sömürge yapabilmek amacına gütmektedirler. Bu hedef etrafında birleşen emperyalist Batı, kendi arasındaki paylaşım savaşımını, bu hedef üzerinden, geri plana çekmiştir. Ama her emperyalist güç, kendini daha güçlü örgütlemek için de uğraşmaktadır. Ülkemizde bu isteği net olarak görebiliriz.

Savaş planları, ülkemiz için, devletin tüm çetelerini, tüm kanatlarını birleştirmektedir. Kürt devrimine, işçi hareketine karşı birleşmekte zorluk çekmeyen devlet güçleri, egemen sınıf, savaş politikaları konusunda da, Batı emperyalist güçleri arasındaki, NATO içindeki ortak anlaşmaya göre birleşme eğilimindedir.

İşte bu egemenin savaş politikaları, içeride daha sağlam bir baskı ve denetim mekanizması kurmalarını gerektirmektedir.

Bu açıdan içerdeki tehdit, direniş hattıdır. Gezi ile başlayan direniş cephesinin sürekliliğidir. Bu direnişleri tehdit olmaktan çıkartmak için, solun, hazır sağa kaymış, hazır CHP kuyruğuna takılmış solun, tümü ile devlete eklenmesi için hazırlıklar yapılmaktadır. Bu açıdan, milliyetçiliğin sol içinde kök salması için ideolojik hazırlık yaptıkları açıktır.

Hrant davasını, devleti aklayacak şekilde, şu ya da bu çetenin devletin içine sızmış kollarının işi olarak paketleme istekleri açıktır. Bu da, bu genel resmin, savaş politikalarının bir parçasıdır.

Her savaş bir iç savaştır.

Bugün ülkemizde bir iç savaş vardır ve bu iç savaş hukuku, bu nedenle uygulanmaktadır. İç savaş hukuku, katliam politikaları da demektir. Yeni saldırıların devreye konulduğunu görmek mümkündür. Burada solun kontrolü, devletin hedeflerinden birdir. Solun iğdiş edilmesi sürecidir de bu. UluSol, solun sağa kayışından öte, daha ileri bir anlam taşır, solun iğdiş edilmesi amaçlanmaktadır.

7

İşçi sınıfının devrimci yolu, enternasyonalist bir yoldur. Halkların kardeşliği, tam da bu anlamda, dünyanın tüm işçilerinin birleşmesi anlamında ele alınmalıdır.

Dünyanın birçok ülkesinden direniş haberleri yükselmektedir. Bu direniş hareketlerinin, bugün yarın iktidarı almasından söz etmiyoruz. Ama yol budur.

Direnişi geliştirmek, direnişi örgütlemek, ancak, işçi sınıfının devrimci hattında, işçi sınıfının devrimci sosyalizm bayrağı altında mümkündür.

Savaşı önleyecek tek şey, Birinci Dünya Savaşı döneminde olduğu gibi, kanıtlanmış olduğu gibi, yeni bir sosyalist devrim dalgasıdır. İşçi sınıfı, devrimci hareket, ancak bu yolla, bu savaş politikalarına son verebilecek tek seçenektir.

İşçi sınıfının devrimci yolu, enternasyonalist bir yoldur. Bu savaş döneminde ortaya çıkan göçler, sistem tarafından milliyetçiliğin, ırkçılığın yükseltilmesi için kullanılmaktadır. Oysa işçi sınıfının enternasyonalist çizgisi, bu göç meselesine, tam da dünyanın tüm işçilerinin devrimci birliği çerçevesinde yaklaşmayı emreder. Böyle bakılabilirse, dünyadaki bu göç akını, devrimci enternasyonalist bir işçi hareketinin yükselişinin bir parçası olarak da ele alınabilir.

Savaş ve katliam politikalarını halklara, insanlığa dayatan kapitalist-emperyalist sistemdir. Bu sistemin savaş aparatı NATO’dur. Ülkemiz NATO üyesidir ve sömürge bir ülkedir. ABD tetikçiliğinin, emperyalist tetikçiliğin temeli buradadır. Ve bugün, ülkemizdeki her gelişme, kendisi ne denli özgün bir tarzda ortaya çıkarsa çıksın, ne denli rastlantısal görünürse görünsün, savaş politikalarının içinde ele alınmalıdır. İçeride ve dışarıda savaş politikaları, ekonomik alandaki uygulamalar, savaş sanayiine dönük adımlar, işçi sınıfı ve direniş hareketine dönük saldırılar, toplumu teslim alma ve susturma saldırıları vb. ile bağlantılıdır.

Sakin ve net bir çizgide, ısrarlı ve istikrarlı bir biçimde direniş hattını geliştirmek, örgütlemek, dönemin devrimci görevidir. Kararlı ve istikrarlı bir biçimde, işçi sınıfının devrimci hattına sahip çıkmak, bu hatta ısrar etmek gereklidir. Bu açıdan, Birleşik Emek Cephesi, işçi sınıfı ve tüm direniş hattının önünde duran temel örgütlenmelerden biridir.

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN KASIM SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol