1
1 Mayıs 2024, TC devletinin, onun olağanüstü örgütlenmesi demek olan Saray Rejimi’nin, (a) içeride ve dışarıda savaş politikalarını geliştirdiği ve (b) ekonomik krizin derinleştiği koşullarda karşılandı.
Bunun anlamı iyi kavranmalıdır.
Saray Rejimi savaş politikalarına bir müptela gibi sarılmış durumdadır. Bunun bir nedeni, efendisi emperyalist güçlerdir. TC devleti, Saray Rejimi, ABD tetikçisi olarak, bölgemizde özel bir rol üstlenmiştir. Üstelik bu rol, sadece kendisine dayatıldığı için üstlenilmiş de değildir. Hem kendisine dayatılmaktadır, sömürge olmak budur, hem de ülkemiz tekellerinin, devletinin bizzat kendisi, savaş yolu ile, kanlı kârlar elde etmek ve Kürt devrimini boğmak, sınırlarını genişletmek gibi hedeflere sahiptir. Bu bizzat Saray Rejimi’nin örgütlenmesinin de nedenlerindendir. Yani, öyle geçici bir hâl değildir. Saray Rejimi, parçası olduğu, sömürgesi olduğu emperyalist ülkelerin savaş politikalarının tetikçisidir ve bu geçici bir hâl değildir. Filistin, Ukrayna, Balkanlar, Kafkaslar ve nihayetinde İran’a karşı savaş planları, sıradan planlar değildir.
Kaldı ki, ortada bir Kürt hareketi vardır ve bu hareketi boğmak için her yol devreye sokulmaktadır. Bu durum, işi daha da ciddileştirmektedir. Sistemin korkusunu artırmaktadır.
Bu savaş politikaları, gerçekte %20 civarında oya sahip olan AK Parti ile yürütülemez. Tersine, bir geniş uzlaşma, halkın ve kitlelerin kontrol altına alınıp bastırılması, denetim altına alınması hedefini de sistemin önüne koymaktadır. Bu hem baskı ve hem de manipülasyon da demektir. Hele ki, din ve milliyetçilik tacirliğinin bu denli açığa çıktığı bugün, baskı ve manipülasyon, onların açısından çok önemli hâle gelmiştir.
Öte yandan, dünya kapitalist sistemi bir ekonomik kriz içindedir. Ve bu kriz, ülkemizdeki krizi daha da ağırlaştırmaktadır. Önümüzde, krizin tüm ağırlığının ortaya çıkacağı bir dönem vardır. Bu durum, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişini sistem için tehdit hâline getirmektedir. Evet, bir fabrikada direnen işçiler, belki sadece günlük hakları için mücadele etmektedirler. Ama onların her mücadelesi, her direniş, aynı zamanda tüm işçi ve emekçilerin ortak direnişine bir basamak olabilecek potansiyele sahiptir. Sistemi korkutan bir diğer etken budur.
Kısacası, Saray Rejimi, arkada bırakılan iki seçime rağmen, kendini sağlamlaştırmak noktasında sorunlar yaşamaktadır.
Saray Rejimi, gelişecek bir devrimden korkmaktadır.
Ancak işçi ve emekçiler, işçi sınıfı devrimcileşmemiştir, örgütsüzdür ve siyasal bilinç açısından yolun başındadır. Bu nedenle, işçi sınıfı sistemle bir açık mücadeleye girmekten uzaktır. Köpek çocuktan, çocuk da köpekten korkmaktadır.
2
Saray Rejimi, arkada kalan iki seçimi bir geniş anlaşma ile tamamlamıştır. Bu anlaşma, emperyalist efendiler arasında yapılmıştır. Almanya ve ABD bu anlaşmanın iki sivri ucudur, başkaları da içinde.
Anlaşma elbette ABD’nin ağırlığını taşır.
ABD, kendi bunalımını, kendi krizlerini dünyaya ihraç etmektedir. Uluslararası kapitalist düzen, buna uygundur, müsaade etmektedir.
ABD, Saray Rejimi’ni (aynı anlama gelmek üzere TC devletini), kendi savaş politikaları için bir tetikçi olarak kullanmaktadır. Bu nedenle, genel seçimlerde, Erdoğan’da karar kılmıştır. Erdoğan’a bir görev verilmiş olduğundan şüpheye gerek yok.
Bu görev, her geçen gün daha da netleşiyor, İsrail ile birlikte İran’a karşı bir savaş planıdır. Bu planın içinde ABD, İngiltere daha etkin rol oynamaktadır ama tüm Avrupa emperyalistleri de bu politikaya artık ikna olmuştur.
Bunun için, genel seçimler, CHP-Kılıçdaroğlu önderliğinde, tüm burjuva muhalefet eli ile Erdoğan’a verilmiştir. Akşener, görevinin bu olduğunu artık itiraf etmektedir. Yerine seçilen yeni İYİ Parti başkanı, iki MİT’çi arasında görev değişimi demektir.
Yerel seçimler de bu anlaşmanın bir parçasıdır.
Böylece Saray Rejimi güçlendirilmek istenmektedir.
Bunun için, (a) bir savaş kabinesi kurulmuştur. Bu savaş kabinesi, CHP tarafından liyakatli olarak ilan edilmiştir. Fidan, Kalın ve Yerlikaya bu kabinenin içindedir. (b) ülke ekonomisi, alacaklılardan oluşan (devletler-uluslararası tekeller karışımından oluşan) bir uluslararası konsorsiyuma verilmiştir. Buna “Düyûn-ı Umûmiye” denilebilir. Onun çok daha ağırıdır ve modern biçimidir.
Ve yerel seçimler, anlaşmaya uygun olarak sonuçlandırılmıştır. Bunun için sadece hileyi daha az yapmaları yeterli olmuştur, çünkü zaten halk AK Parti’den sıkılmıştır. Ve seçimler, onların düşündüğünden daha fazla CHP galibiyeti ile sonuçlanmıştır. Ama burada sistem dışı hiçbir şey yoktur. Sadece, eğer önlem alınmazsa, halkın daha da ileri gideceği ortaya çıkmıştır. Saray Rejimi, bundan bir yara almamıştır. Ama bu yolla belediyeler, yeni döneme uygun yapılandırılmaya başlanmıştır. Sistem, sadaka sistemini geliştirmişti ve bunu Saray eli ile yapmaktaydı. Bu Saray eli ile dağıtılan sadaka, artık belediyeler eli ile yapılmak istenmektedir. Bu elbette daha usturuplu bir yoldur. Patrimonyal sultanlık diyenler için, sistemin demokratik yollarla, belediyelerle dengelenmesi olarak da görülebilir. Değildir. Belediyeler, sistemin denge ve denetleme mekanizmaları değildir, olamaz da.
İmamoğlu, seçim sonucunda müstakbel cumhurbaşkanı adayı olmuş ve Alman şansölyesinin ziyareti ile kutlanmıştır.
CHP yenilenmiş, Kılıçdaroğlu eli ile bizzat Erdoğan’a verilen başkanlık, meşru ilan edilmiştir. Ama bu gayrimeşru seçim, bu yolla meşrulaştırılmadı. Bunun için, yeni CHP’nin belediyeleri alması ve dahası, 2 Mayıs 2024’te Özgür Özel’in Erdoğan’ı ziyaret etmesi gereklidir, olmuştur.
3
CHP, kurumsal olarak, Saray Rejimi’nin bir parçasıdır. Başındaki başkandan bağımsız bir durumdur bu.
Saray Rejimi, sadece AK Parti ve MHP üzerine kurulu değildir. İçinde tüm burjuva partiler, CHP de dâhil, vardır. Ve Saray Rejimi’nde siyasal partiler ve parlamento, eski rollerine sahip değildirler. Parlamento yasa yapmaz, denetlemez, bir iş görmez. Ne zaman sistem kendine ihtiyaç duyarsa o zaman istenileni yapar. Aynı şekilde de siyasi partilerin görevleri vardır ve CHP’nin görevi de kitleleri, işçi sınıfını denetim altında tutmaktır. Bu amaçla elbette solu kuyruğuna takmak ile de görevlidir.
Bu nedenle CHP, “sol” vurmaktadır. Zaten yeterince sağ vurmuştur ve bu yolla daha geniş kitleleri denetim altında tutması mümkün değildir.
Hele ki savaş yakınlaşmış iken ve her yerde savaş ateşleri yanmakta iken.
Bu nedenle, Özel’in hem 1 Mayıs’a gelmesi hem de ertesi gün ablukaya alınmış İstanbul görüntüleri taze iken Erdoğan’la görüşmesi çelişkili değildir.
Özel diyor ki, işçi sınıfının %15’i sendikalıdır, kalan %85’inin sendikası da biz olacağız. İşte CHP yeni görevini ortaya koymaktadır.
Bu nedenle, seçimlerden birinci parti olarak çıktığı hâlde, “erken seçim” çağrısı yapmamaktadır. Dahası, hiçbir kalemşor, burjuva aydın, liberal solcu, Mayıs 2023 seçim sonuçları ile yerel seçim sonuçları arasındaki 10 aylık dönemde, oyların nasıl böyle değişmiş olduğunu da sormamaktadır.
Mayıs 2023 seçimleri meşru hâle getirilmek istenmektedir. Görevleri de budur.
Demek ki, eski politikalarla, %50’ye dayanarak savaş politikalarını sürdürmek mümkün değildir. Bu nedenle, daha geniş bir ittifak görüntüsü vermek istiyorlar ve solu da Saray’a karşı mücadele eden olmaktan çıkartıp, uzlaşan ve bekleyen konumuna getirmek istiyorlar. CHP, solu kendi peşine takmak, oyalamakla görevlidir. Bunun için sol vurması gerekir elbette ama özünde bu durumu değiştirmez. CHP kurumsal olarak Saray Rejimi’nin bir parçasıdır.
1 Mayıs’a dönük olarak “Taksim’i açmamak bir anayasal suçtur, anayasayı çiğneyenler, nasıl yeni anayasa yaparlar” diyor Özgür Özel ama öte yandan Saray ne diyorsa onu yapıyor. Bir yandan, kitleleri sakinleştirmek istiyorlar, diğer yandan seçim sonuçlarını meşrulaştırıyorlar. Ve üstelik görüşmeyi “gizli” yapıyorlar. Öyle ya, Cumhurbaşkanı ile görüşen CHP liderinin görüşme konuları bile açıklanmıyor.
4
Egemenin bir kâbusu var. Savaş politikalarını sürdürmek ve ekonomik kriz koşullarında bunu yapmak için daha çok baskı yeterli olmayacaktır. Bu nedenle, hem kitleleri korkutmak hem de onları CHP’nin “koruması” altına itmek zorundadırlar. Eski ve basit bir oyundur bu.
Acaba hangisi daha gülünç sonuçlara yol açıyor? Egemen, korkusundan 1 Mayıs’ta İstanbul’u ablukaya alıyor, bu mu, yoksa iktidarın tehditleri ile işçi sınıfına sırtını yaslaması gereken sendikacıların korkularının sonuçları mı?
İktidarın korkusunu biliyoruz. Biz buna devrim hayaleti korkusu diyoruz. Bizim bazı liberal solcularımız, bazı aydınlarımız, bazı “gerçekçilik” adına mücadeleden kaçınan solcularımız, devrim hayaletini hissedemezler. Çünkü onların, devletin baskı ve şiddeti, güç gösterileri konusundaki hassaslıkları, devrimci gelişmeleri görmelerine engeldir. Terbiye edilmiştirler. Önce, söyle ama eylem yok; sonra, eylem yok ama her şeyi söyleme; sonra, söyleme ama düşünebilirsin; sonra da düşünmek de ne demek süreçlerinden geçmişlerdir ve bu nedenle hayalleri de yoktur. İşçinin her eylemine, öğrencinin her eylemine, kadınların her eylemine “bundan bir şey çıkmaz” diye bakarlar ve devletin her güç gösterisine boyun eğerler.
Peki, acaba sendikacılarımızın korkusu nedir? 1 Mayıs günlerinde sendikacıları saran korku, aslında su üstüne çıkan devlet korkusudur. Çünkü biliyorlar ki, devletle içli dışlı olundu mu, uzlaşma yolları arandı mı gerisi ağır olur. Devlete karşı çıkmanın bedelini bilirler. Ve devletin korkuları onları sarar.
Sendikacılarımız, işçi sınıfından korkmuyorlar.
İşçi sınıfından korkmadıkları için, bu gülünç tablolar ortaya çıkıyor. Bilmeyenler için yazalım, bazı gülünç olaylar şöyledir; DİSK, İçişleri Bakanlığı ile görüşüyor. Görüşmeye üç kişinin gittiğini duyuyoruz. DİSK’e bağlı sendika başkanları görüşmeden ne çıktığını soruyorlar ve yanıt alamıyorlar. Beklenen, 1 Mayıs’ı organize eden bir sendikacının, her görüşmeyi kamuoyuna, işçi ve emekçilere açıklamasıdır. Ahlâkî olarak yapılması gereken budur. “Gizli” görüşme olmaz. DİSK, 1 Mayıs 2024 hazırlıkları için harekete geçen sol ve devrimci örgütlere, “kimse ile görüşmeyeceğiz”, özetle, sizleri muhatap almıyoruz, diyor. Bu kibir, 1 Mayıs’ta Taksim’i isteme iradesi ile örtüşmez. Hele ki, içinde yaşadığımız koşullarda. Çok sevdikleri “demokratik” davranışlara uyup uymaması bizim işimiz değil. DİSK, İstanbul Valiliği ile görüşme talep eden KESK’e, görüşmeyeceğiz yolunda tutum açıklamış iken, KESK Valilikle görüşmeye gittiğinde DİSK heyetinin Valilikle görüşmeden çıkıyor olması gülünç değil midir? Yoksa gülünç hafif mi kalır? Valilik KESK’e Kadıköy’ü verelim demiştir ve KESK bunu reddetmiştir. DİSK kendisi ile görüşmek isteyen kurumlara, “önce görüşmek isteyenlerin TC kimliklerini verin” demiştir.
Sendikacılar (çünkü DİSK’in tümü değil), sır dolu, yarı-gizli görüşmelerle Taksim iradesi ortaya koymuş olabilir mi? Yangından mal kaçırır gibi, 1 Mayıs’ı devrimcilere, işçilere kapatmak ne anlama gelir? Bu, modern kitle ve sınıf sendikacılığı mıdır?
1 Mayıs alanında, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken kutlanan ilk 1 Mayıs’ın anayasa tartışmalarına bağlanması, acaba amacı aşan bir tutum mudur? Alanda, polis barikatının önünde, Saraçhane’ye Taksim’e gitme iradesi ile çağrılan işçi ve emekçiler direnirken, alanı terk etmek, nasıl bir irade taşımadır?
Savunu şudur: Pusetteki çocuklarla oraya gelenleri düşündük ve vazgeçtik. Vazgeçtiniz, bu en başından da vardı ama buna pusetteki çocukları, kadınları bahane etmeniz şık değildir. Zira bu ülkede her gün binlerce işçi iş cinayetlerinde katledilmektedir, bu ülkede her yıl on binlerce çocuk kaçırılıp köle programları ve organ mafyasının eline verilmektedir, bu ülkede her eylemde insanlar hastahanelik olmaktadır, bu ülkede her gün açlıktan insanlar ölmektedir, bu ülkede her gün işsizlik bir tırpan gibi yaşamları biçmektedir. Sendikacılar, eğer işçi sendikacıları iseler, hayatın ölümden daha pahalı, ölümün oldukça ucuz olduğunu bilmek zorundadırlar. Yani işçiler direndikleri için ölmüyorlar, daha az ölmek için direniyorlar.
Ve tüm aydınlar, liberal solumuz, aklını kaybetmiş gibi, “barikata yürümemeyi” makul ve mantıklı karar olarak görmektedir. Sırtını devlete dayadıkça, işçilerden korkmak adettendir. Sırtını devlete dayayanların akılları da tutulur ve akılları tutulanlar, hep makul ve mantıklı tutumdan söz ederler.
Sendikacılarımız, işçi sınıfından korkmuyorlar. Bu nedenle bu tutumları alabilmektedirler. Çünkü işçi sınıfı devrimcileşmemiştir.
5
Gerçekte devlet, İstanbul’u tam olarak ablukaya almıştır. Sahne etkileyicidir, sarnıcın araç yolu olan boşluklarına panzerler, zırhlı araçlar, önünde ve arkasında kalkanlı polisler, kuşatılmış Taksim, sarnıcın en üstünde dürbünlü aletleri ile keskin nişancılar, süpürün komutları vb. Devlet, sanki tüm güçleri ile sahne almıştır ve iç savaş provası yapılmaktadır.
Normalleşmeden söz eden bir Saray Rejimi için, oldukça gülünçtür.
Karşısında bayrakları ile işçi ve emekçiler, gençler ve çocuklu kadınlar. Tek silahları yürekleri ve bayraklarının takılı olduğu plastik borular.
Miting alanı olmadığı hâlde, Galata Köprüsü’nü miting alanına çeviren tarikatlara değil ama işçilere İstanbul yasak. İstanbul’da Taksim, işçi kanı ile sulanmış alan yasak. Ve yasağı hayata geçirmek için tüm sistem devrede. Bir tek tankları ve uçakları eksik.
Ama yine de, biraz politik analiz yapabilen herkes için, o barikatlar aşılabilir idi. Bunun için, sözde değil, gerçekte Taksim iradesi gerekli idi. Taksim, işçi sınıfına açılsın isteniyorsa, konacak irade, “sizinle görüşmem”, “kimseyi muhatap almayız” iradesi olamaz. Bunu herkes bilir. Gören de der ki, sendikacılarımız, tek başına bu işi yapacak. Hayır, devlet onlara, devrimcileri uzak tutun diyor ve tehdit ediyor. Onlar da bu tehditlere boyun eğiyor.
Gerçekte, tüm İstanbul, milyonlarca işçi ve emekçi, Taksim’e akmak için beklemekteydi.
Artık biliyoruz, beklemekle yollar açılmıyor.
Bizim cephenin, işçi sınıfının ana sorunu örgütlülük eksikliğidir. 1 Mayıs 2024 göstermiştir ki, işçi sınıfı devrimcilerden uzak durarak, devrimcileşmeden Taksim’i açamaz, haklarını savunamaz, haklarını alamaz. 1 Mayıs 2024 göstermiştir ki, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi her türlü örgütlenme isteğinin anahtarı hâline gelmiştir.
6
Özgür Özel, barikatı, gelecek seçimlerin sonuçlarında kazanacağı zafere bağlamıştır. Ona oy vereceğiz, seçimler gelecek, o da kazanacak ve barikat kalkacak. Nasrettin Hoca’nın fıkrasına benzemektedir. Şimdiden bizim sevinmemizi istiyor olmalıdır. Sevinin ve bekleyin demektedir. Görevidir. Seçim dışında bir yol olmadığını iddia ettiği gibi, barikatların da ancak iktidar tarafından kaldırılabileceğini söylemektedir.
Kime konuştuğunu unutmuştur.
Bu sözleri kibirlidir.
Sanki bu işçi sınıfı 15-16 Haziran’ın, Kavel Direnişi’nin, Tariş Direnişi’nin, Gezi Direnişi’nin yaşanmış olduğu bir ülkede yaşamıyor. Size göre, Taksim, ancak AYM karar verirse yasaldır. Bize göre ise, orası 1 Mayıs alanıdır. Orada işçi sınıfının evlatlarının kanı dökülmüştür ve bu kanı döken devlettir.
Sanki işçi sınıfının, bu toplumun hiç hafızası yoktur. Sanki, nasıl buzdolabını Erdoğan bulmuş ise, o da barikatı kaldırma yolu bulmuştur. Sanki çağın lideri Erdoğan’dan rol çalar gibi, o da işçi sınıfının barikat kaldırıcısıdır.
Bu masalları dinlemek, aslında işçi sınıfının güçsüzlüğünün sonucudur. İşçi sınıfı, devrimci değilse eğer hiçbir şeydir. Fabrikada kanı emilen, sömürülen, daha da vahşice sömürülen, açlığa ve işsizliğe mahkûm edilen, iş cinayetlerinde ölen ve tüm bunları önleyecek diye burjuva devlete bağlı partilerden umut bekleyen bir işçi sınıfı, gerçekten de hiçbir şeydir.
Bu sözler, barikatın bir başka çeşididir.
Devletin kolluk kuvvetleri ile kurduğu barikat tek barikat değildir. Medyanın örgütlediği karanlık da bir barikattır. Bize güvensizlik veren din adamı kılıklı filozof aydınların masalları da bir barikattır. Bize uslu olmayı öğütleyen burjuva partilerin kendileri de bir barikattır. Devletin barikatından önce işçi sendikalarını ele geçiren sendikacıların kibirli bilmişlikleri de bir barikattır.
Ve işçi sınıfı, kendine en yakın kurulan bu barikatları aşmak zorundadır. Onları aşmadan, kolluk kuvvetlerinin kurduğu barikatlarla hesaplaşmak mümkün değildir.
1 Mayıs 2024, cephelerin netleştiği bir 1 Mayıs olmuştur.
Cepheler netleşiyor.
Maskeler düşüyor.
İşçi sınıfının sahte dostları, artık kendi kimliklerini açıktan ortaya koymak zorunda kalıyor.
Bu kötü değildir, tersine bir avantajdır da.
Ama bunu bir gerçek kazanıma dönüştürmek koşulu ile.
Bunun yolu, mücadeleden, gelişen devrimden öğrenmektir.
İşçi sınıfı, yenilgi koşullarından çıkmak için, büyük bir maharetle devrimin öğrencisi olmak zorundadır.
Öğrenmek, eylemle, örgütlenme ile mümkündür. Bekleyen, seyreden, öğrenmekte de eksik kalır.
Devrimci işçiler, siyasal durumu görme ve buna uygun manevralar yapmak, taktikler geliştirmek zorundadırlar.
Bilim biz gösteriyor ki, devrim düz bir yol izlemez. Biliyoruz ki, her zaman somut durumun somut analizini yapmak gerekir. Yoksa sadece genel doğruları tekrarlayan insanlara dönüşürüz. Bu açıdan, 1 Mayıs 2024 birçok dersle doludur. Önemli olan bu dersleri içselleştirmektir. Bu da mücadele ile olur. 1 Mayıs’ta Saraçhane meydanındaki kitledeki kararlılık ile, kürsüdeki yalpalama arasındaki çelişkiyi doğru okumak gerekir. İşçi sınıfına, kendi gücüne, devrimci iradeye güvenmektir esas.
Şimdi, öfkemizi biriktirmenin ve biriken öfkemizi bilemenin zamanıdır. Sabırla ve sakince.
Biliyoruz ki, örgütlülük temeldir. Siyasal örgütlenmesi olmayan işçi sınıfı, devrimcileşemez.
Ve biliyoruz ki, örgütlü direniş dışında bir gelişim yolu yoktur.