3.3 C
İstanbul
6 Mart Perşembe, 2025
spot_img

Şimdi tekelleşmeden söz edelim TABİİ I İdil Özkurşun

ID İletişim etrafında başlayan tekelleşme tartışmasının ve başlatılan soruşturmanın neden bugün gündeme geldiğine ve bize neyi işaret ettiğine değineceğim bu yazıda öncelikle konunun bugüne dek -esasen soruşturma Gezi soruşturmasına çevrilene dek- tartışılma biçimlerine dair bir iki noktaya değinerek başlayalım.

Ayşe Barım’ı hedef gösterdiği iddia edilen, bir menajerin, oyuncusunun ünlü bir iş adamının eşcinsel sevgilisiyle reklam aşkı yaşaması karşılığında 5 milyon Euro aldığından ve sektörde yapımcılar ve ajanslar üzerinden bir tekelleşme yaratıldığından bahseden köşe yazısının hemen ardından başlayan tartışmalarda iki nokta öne çıktı. Bir kesim konunun çarpıtılıp olayda ismi geçen kadınlara dönük bir saldırı kampanyasına dönüştürüldüğünü ve kimsenin özel hayatının kimseyi ilgilendirmeyeceğini iddia ederken, bir kesim de yine bırakın işin magazinini yapmayı da tekelleşmeyi konuşalım diyordu. Özel hayatı konuşmayalım diyerek geçiştirilen mevzu sahiden de özel hayata mı dahildi? Bir menajerin bir oyuncusunun göstermelik bir ilişki yaşaması üzerinden el altından para alması ne zamandan beri bir özel hayat konusu? İşin ilginci, aynı kesim için misal Puff Diddy skandalı söz konusu olduğunda isimleri ve hayatları konuşmak herhangi bir sorun teşkil etmezken, bu konuda bunu tartışmaya karşı garip bir refleks geliştirildi. Üstelik bu refleks bir kadın oyuncunun hayatının deşifre edilmesi gibi lanse edilerek kadın düşmanlığı olarak yorumlanmaya çalışıldı. Bu tartışmalar ya ciddi bir kafa karışıklığının ya da aman kişileri konuşmayalım da konu bize de gelmesin kaygısının sonucuydu bana kalırsa.

Gelelim, bırakın bunları da asıl şunu konuşalım denilerek öne atılmasına rağmen yeterince konuşulmayan bu tekelleşme konusuna. Sadece TV, sinema sektöründe değil, müzikten tiyatrolara sanatın birçok alanında bir tekelleşme olduğu ayan beyan ortada. Peki neden şimdi bu soruşturmalar? Bu alandaki tekelleşme gerçekten de şu an mı devletin ilgisini ve dikkatini çekiyor? Veya bu tekelleşme sadece ID Ajans’la mı sınırlı? Her ne kadar Ayşe Barım meselesi -magazinel sebeplerle- öne çıktıysa da Rekabet Kurumu’nun soruşturma açtığı yalnızca ID İletişim değil. Aynı dönemde Rekabet Kurumu’nun Netflix, Disney+, BluTv vb tüm dijital platformlara da baskın yapma hazırlığında olduğu haberleri yapılıyor. Bu haberlerin aslı astarı var mıdır bilinmez; ancak iktidarın havuz medyasında bu haberlerin çıkarılıyor olması bile bize bir amacı işaret ediyor.

Mayıs 2023’te TRT’nin dijital platformu Tabii “Türkiye’nin dijital platformu” lansmanıyla yayına sunuldu. Başlangıçta TRT’nin Osmanlı dizileri furyasının bir devamcısı olan, restorasyon yapılmış arşiv kayıtlarını seyirciye sunan ve pek bir yeni içerik üretmeyen Tabii’nin, seyirci için asıl gündeme gelişi TRT’nin, UEFA’nın 3 kulüp organizasyonunun yayın ihalesine dahil olmasıyla başladı. Sahiden de bu organizasyonların 3 yıllığına resmi yayıncısı olan TRT, bu kupalarda yarışan ülke takımlarının maçları dışında kalan tüm maçları ücretli Tabii üyeliğiyle seyirciyle buluşturacağını açıkladı. TRT’nin “duşakabinden bile alınan” vergilerle bu yayın ihalesine girmesi bile bir tartışma konusuyken, bir de bu içeriği seyirciye satması ayrı bir tartışma konusuydu. Üstelik bu senenin başında, RTÜK üyesi İlhan Taşçı, Tabii’nin RTÜK’ten yayın lisansı almadığını, dolayısıyla kaçak yayın yaptığını ve RTÜK’ün de buna kayıtsız kaldığını açıkladı. Taşçı, böylece “hem abone başına ödemesi gereken RTÜK payının hem de yayın lisans ve yetkilendirme ücretinin ödemediğini, bu platformun lisans almadan yayın yapmasına olanak sağlayacak hiçbir istisnai mevzuatın olmadığını ve RTÜK’ten lisans alınmadığı için RTÜK’ün içeriği denetleyemediğini ve RTÜK’ün tüm bunlara seyirci kaldığını” iddia etti.

“Türkiye’nin dijital platformu” olarak sunulan Tabii, tanıtım kampanyası tadında yaptırdığı haberlerde “Netflix vb platformlarla rekabet edecek bir yerli ve milli platform” olarak duyuruluyordu. Kendi içeriklerini üretmek konusunda daha ciddi adımlar attığı 2024 sonuna doğru “Tabii uygulamasının kullanıcılarının Türkiye’de Netflix vs uygulamaları geçtiği” yönünde haberler yapılmaya başlandı. Tam da bu haberler yapılıyorken İlhan Taşçı’nın lisans açıklaması yapmasına karşılık da bunun “Netflix’i bile geçecek” başarıyı elde eden platforma karşı bir itibar suikasti olarak yapıldığına dair haberler yaptırılmaya devam edildi.

Dolayısıyla Tabii’nin “Türkiye’yi dünyaya taşıyan küresel yayın platformu olma” projesinde başta Netflix olmak üzere diğer tüm dijital platformlarla rekabet etmeyi, bilhassa yerli içeriklerin üretimi konusunda piyasayı domine eden Netflix Türkiye işleyişini karşısına aldığı apaçık. Dolayısıyla bugün tekelleşmenin deşifre edilmesi ve bu ilişkilerin soruşturulması kapsamıyla başlatılan sürecin piyasada hakimiyet kurmak adına olduğu da.

Üstelik Netflix içeriklerinin ve buradan dönen ekonominin denetlenmesi ve pay edilmesi meselesi sadece bugünün konusu da değil. Hatırlarsanız 2020 yılında devlet Netflix’e dair bir sansür tartışması başlatmıştı. Bu süreçte asıl talep Netflix’in burada bir ofis açması yani Türkiye temsilciliği oluşturmasıydı. RTÜK, Netflix’i ve Spotify dahil birçok platformu ofis açmaya ve RTÜK’ten lisans almaya davet etmişti. Bir canlı yayına katılan AKP sözcüsünün Netflix’te yayınlanmak üzere kendilerine gelen bir senaryonun, içinde eşcinsel bir karakter olduğu için yasaklandığını açıklamasıyla Netflix vb platformlar üzerinde bir denetim süreci yaratılmaya çalışılması deşifre olmuş ve bunun üzerine müzakereler başlamıştı. Bu süreçte bir yandan Netflix’le ofs açmak üzerine müzakereler yapılırken, eğer lisans almazsa Netflix’in yasaklanacağına dair açıklamalar da yapılıyordu. Ve Netflix burada ofis açmaya ikna edildi. Netflix’in burada ofis açması yalnızca bir sansür işleyişini değil, aynı zamanda Netflix gelirlerinin vergilendirilmesine dair uygulamaları belirlemek adınaydı.Benzer bir rant elde etme süreci yine aynı dönemler Youtube üzerinden de gerçekleşmişti.

Burada şu nokta önemli: O süreçte bahsi geçen sansürlenen dizi bir Ay Yapım projesiydi, yani bir şekilde tüm bunlardan önce Ay Yapım’ın RTÜK’le masaya oturup senaryoda belli değişiklikler yaptığı bir zemin yaratılmıştı. Bugün kendi kendine Ayşe Barım’la birlikte bir tekel oluşturmuş gibi lanse edilen ve 2020’de Netflix Türkiye içerik sorumlusu olan Pelin Diştaş, daha önce Ay Yapım’da drama müdürü olarak görev almış, öncesinde D Productions’ta çalışmış ve bir dönem Kanal D’de genel yayın yönetmenliği yapmıştı. Daha önce birçok yerli diziyi yurtdışına pazarlayan ekip olarak Netflix Türkiye projesinde görevlendirilen bu ekip, aslında zamanında ana akım medyayı da domine etmiş yapımların birer parçasıydı. Zamanında aynı masaya oturup anlaşan ve Netflix’e burada ofis açtırma sürecinin bir parçası olarak işleyen de aynı ekipti. Dolayısıyla o gün vergilendirme ve gelirlerden pay kapma süreci olarak başlayan çatışmanın bugün iktidarın kendi dijital platformunu kurmasıyla birlikte yeni bir boyutta sürdüğünü düşünmek mümkün.

Sadece işin yapım kısmında değil, bugün projelerde bahsi geçen, dijital platformlara sürekli iş yaptırılan aynı yüzler, bir dönem aynı dominasyonu TV’de kurmuşken, bugün bu iş dijitale kaymış durumda. Bunun da en temel sebeplerinden biri TV’de artan sansürün TV seyircisini ekrandan uzaklaştırması ve dijital platformların yükselişi. Sansürün yapımlar ve RTÜK arasında “RTÜK’e parasını öder karakterleri öpüştürürüm” şeklinde bir ekonomik ilişki geliştirdiği dönemde, TV gelirlerinin de azalmasıyla birlikte Ay Yapım gibi şirketler ve kadroları dijitale yönelmişti. Elbette ki bunun herkes gayet de farkındaydı. Zira Ayşe Barım meselesiyle neredeyse hafife alınmaya çalışılan TV sektöründeki tekelleşme bugün konuşulanın çok daha ötesinde ve sadece Ferit Şahenk ile Acun arasındaki ilişkiye bile bakanın basitçe kavrayabileceği kadar berrak. Yapım şirketleri, menajerler ve kanallar arasında bugün konuşulan ağ örneğin BKM gibi birçok şirket için de geçerliyken aslında bugün ID İletişim ve çevresindeki yapım şirketlerinin öne çıkması, bunların dijital alanda dominasyon kurmuş olmasıyla ilişkili.

Tüm bu tablonun içinde tek sorun aynı oyuncuların içeriklerde yer alması da değil sadece, yapılan içeriklerin niteliği de aynı zamanda. Bunca bahsi geçen Netflix’in yerli işleri olarak, çöp niteliğinde işler izlememiz aslında bunların artık iyiden iyiye alanla satan arasındaki para alışverişlerinin kazandırdıklarından daha öte kaygılarla yapılmıyor oluşu. Ve bu içeriği yayınlayan için de adeta tıklanması bile yeterli olduğundan içeriğinin zaten bir önemi kalmıyor. Üstelik yapılan iş çöp bile olsa, büyük tanıtımlarla sunulması ve Netflix içeriği tüketmenin bir bağımlılık haline gelmiş olması sebebiyle, nasılsa tüketileceği garantisiyle yayınlanıyor. Netflix’e iş üretenin de sanatsal bir kaygı taşımıyor oluşu, oynayanın kim olduğunu hikaye açısından da belirleyici yapmıyor, oyuncunun diziyi tıklatacak popüleritede olması yetiyor. Bu işlerin altına istikrarlı şekilde imzasını atan bazı yeni isimler ortaya çıkmaya başlıyor. Birilerinin masaya oturtulup seri üretim şeklinde çıkardığı çöp işlerin altına kendi imzasını atmaktan çekinmeyecek, piyasada sanatsal anlamda bir prestij derdi de olmayan para sevdalısı kimseler… Öte yandan bu işin bir de şu boyutu var; özellikle TV’ye iş yapabilmeye dair zaten umudunu yitirmiş birçok yeni senarist için bir kapı olan bu platformlar düzenli olarak çeşitli içerikler satın alıyor; ancak bu projeler çoğunlukla iptal ediliyor. Zaten kara para aklamanın en yoğun olduğu alanlardan biri olan sanatta, son dönemde özellikle sinema sektörü büyük bir kara para aklama alanı olarak işliyor. Gişe kaygısı bile taşımayan, reklamı bile yapılmadan bir iki haftada gösterimden kalkan filmlerin sayısı artıyor. Benzer bir durum diziler için de geçerli. Dijital platformların yapım süreçlerinde de benzer bir işleyiş söz konusu. Misal yakın dönemde Netflix’in bazı Avrupa ülkelerindeki ofislerine vergi kaçırma ve kara para aklama iddialarıyla baskın düzenlendi.

Özetle, bugün bu yapımların irdelenmesi, bu ağın çökertilmeye çalışılması, esas olarak suyun yönünü değiştirme çabasının bir sonucu. Ve Tabii aynı zamanda nasıl içeriklerin tüketileceğine dair bir denetim yaratma çabasının. Yani tıpkı 2020’de olduğu gibi, bugün daha derinleşmiş haliyle sansürün ve ekonomik kaygıların iç içe işlediği bir süreç yaşanıyor. Tekelleşme bahane edilerek apar topar dağıtılmaya çalışılan bu ekiplerin içine yeni yapım şirketleri ve kişiler dahil edilmeye çalışılıyor. Belli ki önümüzdeki süreçte adını sıkça duyacağımız, yine 2020’de kurulan ve bugüne kadar sanırım en büyük işi İstanbul Yeni Havalimanı’nın reklam filmini çekmek olan Zera Medya bunlardan biri. Ve bu süreç de Tabii’nin Gassal projesiyle birlikte gelişti. Kariyerinde daha önce Daily Sabah ekonomi editörlüğü dışında bilgi bulamadığım Şeyma Eraz Çelik’in kurduğu Zera Medya yapımı Tabii dizisi… Çeşitli programlarda toplumsal cinsiyet üzerine demeçler de vermiş olan Şeyma Eraz Çelik’in başrolüne sevgilisine şiddet uyguladığı için 16 yıl hapis cezası alan Ahmet Kural’ı seçtiği dizi. “Bizi Birleştiren Hikayeler” sloganıyla yola çıkan devlet kanalı TRT’nin dijital platformu Tabii’nin “Ölünce seni kim yıkayacak?” sorusuyla cümle aleme tanıtımını yaptığı ve belli ki devletin bu halka ölümden başka birleştirici bir hikaye ve hayal vaadedemediğini farkında olarak duyurduğu dizisi, Gassal.

Son olarak bu suyun başını tutma projesini garanti altına almaya çalışan Ayşe Barım hamlesine değinelim; soruşturmanın bir Gezi davasına dönüştürülmesine. Konunun buraya evrilmesi şaşırtıcı görünse de aslında ilk günlerde birtakım trollerin çıkıp sosyal medyada konuyu Gezi’ye bağlamaya çalışmasından gidişat belli gibiydi. Hem bu ağı çökertecek hem de fırsat bu fırsat kitleye tekrar korku salmaya çalışacak bir hamle olarak ortaya atılan bu fikir, iktidarın kitle isyanlarından korkusunun her fırsatta nasıl açığa çıktığını da gözler önüne seriyor. Bu soruşturma, tüm Gezi davalarında olduğu gibi, Gezi Direnişi’nin bu halkın ve kitlelerin eseri olduğu gerçeğinin üstüne örtme çabasının ve direnişi kriminalize etme çabasının bir sonucu olarak buraya evrildiği gibi, aynı zamanda bu tekelleşmeyi Gezi’yle kriminalize etmeye çalışarak üstüne çökmek çabasının da bir sonucu.

İşin ironik tarafı, Tabii’nin bugüne dek gerçekleştirdiği nadir içeriklerden birinin Metamorfoz isimli, Osman Kavala’yı işaret ettiği her halinden belli olan ve hayatını konu alan, “Gezi’nin ardındaki dış güçleri” ifşa etmeye kendini vakfetmiş bir dizi olması. Dolayısıyla aynı aklın, bugün de dijital platformlarda hakimiyet isteğini yine Gezi anksiyetesiyle bağlaması hiç de şaşırtıcı olmadığı gibi, bu bağlantı sanırım bugün yaşananın ardındaki niyetin de bir gizli ifadesi gibi.

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN ŞUBAT SAYISI ÇIKTIspot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 222. SAYISI ÇIKTI!spot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,950AboneAbone Ol