8.3 C
İstanbul
28 Kasım Perşembe, 2024
spot_img

Kent(in) ve Kanal(ın) soru(n)ları / Sibel Özbudun-Temel Demirer

“Şehir bir söylemdir;
bu söylem de
gerçekten bir dildir.”

“Bizi gömen ya da süren toprak zehirleniyor. Hava yok, havasızlık var. Yağmur yok, asit yağmuru var. Parklar yok, park yerleri var. Eşler yok, ortaklar var. Uluslar yerine, şirketler var. Yurttaşlar yerine, tüketiciler var. Şehirler yerine, yığılmalar var. Bireyler yok, dinleyiciler var. Gerçekler yok, reklamlar var. Vizyonlar yok, televizyonlar var. Bir çiçeği övmek için, ‘plastik gibi’ deniyor,” diyor ve ekliyor Eduardo Galeano:
“Büyüyün ve çoğalın dedik, makineler de büyüyüp çoğaldılar.
Bizim için çalışacaklarına söz vermiştiler, şimdi biz onlar için çalışıyoruz.
Gıda miktarını arttırsınlar diye icat ettiklerimiz açlığı çoğaltıyor.

Kendimizi savunmak için icat ettiklerimiz bizi öldürüyor.

Hareket etmek için icat ettiğimiz otomobiller bizi hareketsiz kılıyor.
İletişim kurmak için icat ettiğimiz iletişim araçları, ne bizi dinliyor ne de bizi görüyor.

Buluşmak için icat ettiğimiz şehirler bizi yalnızlaştırıyor.”

Evet, şehirler bizi yalnızlaştırıyor; “Şehirlerimiz birer kâbusa döndü, şehirliler termitlere benziyor artık, her inşa edilen şey iğrenç çirkinlikte, biz artık tapınaklar, saraylar ya da mezarlar, zafer alanları ya da amfiteatrlar inşa etmeyi bilmiyoruz. Her adımda gözümüze hakaret ediliyor, kulağımız sağıra çevriliyor ve koku duyumuz umutsuzluğa kapılıyor, yakında kendimize, düzen neye yarar diye sorar hâle geleceğiz,” ifadesindeki üzere Albert Caraco’nun…
Bu işin bir yanı, bir de kapitalist rantın yıkımı var!

Kent(ler)in sürdürülemez kapitalist kıskaçtaki yıkımıyladır ki Jean Paul Sartre, “Kentler insan türünün cehennemidir”; Charles Bukowski, “Kentler, insanları öldürmek için inşa edilirler”; Antonio Gramsci, “Şehir, yaratmaz; tüketir,” derlerken ekler Percy Bysshe Shelley de: “Cehennem, Londra gibi bir şehir”…

Kapitalist “Kent, insanların yaya olarak yürüdükleri, obje yığınlarının önünde ve içinde buluştukları, faaliyetlerinin sonuçlarını göremeyecek şekilde çaprazlama temas kurdukları, öngörülemeyen durumlar meydana getirecek şekilde kendi durumlarını karmaşık hâle getirdikleri yerdir.”

John Zerzan’ın, “İlk kentler, İ.Ö. 4000 civarında Mezopotamya ve Mısır’da ortaya çıktı; yeni bir tarımsal değerler sistemi tarafından yaratılan üretim fazlasını, hâkim bir azınlığın ellerine akıtmak için politik araçların tertip edildiği bir dönemde yaratıldı kentler,” ifadesindeki üzere “Bedensel ve zihinsel emek arasındaki en önemli bölünme kent ile kırın ayrılmasıdır. Kent ile kır arasında barbarlıktan uygarlığa, kabileden devlete, yerellikten ulusa geçişle birlikte başlayan karşıtlık, uygarlık tarihi boyunca devam ederek günümüze kadar gelmiştir.

“Kentlerin ortaya çıkışı, aynı zamanda yönetim aygıtını, polisi, vergileri vb; kısacası belediye teşkilâtını, dolayısıyla da genel olarak siyaseti zorunlu kılar. Burada, ilk kez, nüfusun iki büyük sınıfa bölündüğü açıkça görülür ve bu bölünme doğrudan doğruya işin ve üretim araçlarının bölünmesine dayanır.

“Kent aslında zaten nüfusun, üretim araçlarının, sermayenin, zevklerin ve ihtiyaçların bir merkezde toplanması olgusudur. Oysa kır açısından bunun tam tersi söz konusudur: İzolasyon ve dağınıklık. Kent ile kır arasındaki karşıtlık ancak özel mülkiyet çerçevesi içinde var olabilir. Bu karşıtlık, bireyin iş bölümüne, kendisine dayatılan belirli bir faaliyete tabi kılınmasının en keskin ifadesidir.

“Birini sınırlı bir kent-hayvanına, diğerini sınırlı bir kır-hayvanına dönüştüren ve ikisinin çıkarlarının karşıtlığını her gün yeniden üreten bir tabi kılmadır bu. Burada emek yine en başta gelen şey, bireyler üzerindeki güçtür ve bu güç var olduğu sürece özel mülkiyet var olmak zorundadır.

“Kent ile kır arasındaki çelişkinin ortadan kaldırılması, topluluğun ilk koşullarından biridir. Bu koşulun kendisi de, herkesin ilk bakışta görebileceği gibi, tek başına iradeyle yerine getirilmesi mümkün olmayan birçok maddi önkoşula bağlıdır (bu koşulların henüz geliştirilmesi gerekmektedir).

“Kent ile kırın ayrılması, sermaye ile toprak mülkiyetinin birbirinden ayrılması olarak, sermayenin toprak mülkiyetinden ayrı ve ondan bağımsız olarak gelişmesinin başlangıcı, yalnızca emeğe ve mübadeleye dayanan bir mülkiyetin başlangıcı- olarak da ele alınabilir.”

Tam da bu çerçevede “İşçi sınıfının en çalışkan tabakalarının çektiği açlık sancısı ile, zenginlerin kapitalist birikime dayanan, kaba ya da ince aşırı tüketimleri arasındaki yakın ilişki, ancak ekonomik yasalar bilinince kendini ortaya koyar. Ama ‘yoksulların barınması işinde’ durum böyle değildir. Üretim araçlarının bir merkezde toplanması ölçüsünde, emekçilerin belli bir yere üst üste yığıldıklarını, tarafsız her gözlemci rahatça görebilir; kapitalist birikimin hızı ne kadar büyük olursa, işçi nüfusun barındıkları yerler de o kadar sefil ve perişandır. Servetin artışıyla birlikte kentlerde görülen ‘imar hareketleri’, eski yapı mahallelerin yıkılması, bankalar, mağazalar vb. için iş hanlarının yükselmesi, iş trafiği, lüks arabalar, tramvaylar vb. için caddelerin genişletilmesi, yoksulları gittikçe daha da kötü kenar mahallelere sürer.”

Hâl bu merkezdeyken; kent(ler)in politik iktidarı “mutlu azınlık”ın elinden alınıp, emeğe devredilmedikçe her şey Maksim Gorki’nin, “Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıklar yüzünden yaşamaya karşı ne bir sevgi, ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, gecelerini bir sıkıntı yorganının altında yalnız ya da yanındaki yabancı gövdeyle geçiren bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları… Size bu ölü yaşamı hazırlayan ‘sermaye sahibi egemen sınıftır’ bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir,” ifadesindeki üzere olmaya mahkûmdur.

KAPİTALİZM KISKACINDA KENT(LER)

Evet kentler, özellikle de metropoller sınıfsal çelişkilerin en yoğun hissedildiği, hiyerarşilerin en belirgin açığa çıktığı yerlerdir. Üretimin ağırlığının sanayiden hizmetlere kaymasıyla rant, sömürü, artık değere el koyma en yaygın biçimde kent merkezlerinde gerçekleşir.

Kapitalizmin kentleri pazarlamasına bağlantılı olarak büyük projelerin gündeme geldiğini ve “kentsel dönüşüm süreci” retoriğinin öne çıktığını görüyoruz.

Bununla paralel devreye giren “mutenalaştırma projeleri”yle yoksullar gibi kendi mahallelerinde “fazlalık” gibi görülmeye başlanıyor. Bu aynı zamanda kentin içinde de sürekli bir devinimi, yeniden üretiyor. Dolayısıyla kentsel dönüşüm de sınıfsal çatışmanın/ayrışmanın temel dinamiklerinden birini oluşturuyor.

Bundan ötürüdür ki, Gezi/Haziran başkaldırısındaki üzere öfke ve tepki de küresel kapitalizmin sinir merkezlerinde yoğunlaşıyor. Üretim birimleri küçüldüğü için emekçiler ve ezilenler arasında ortak bir ruh hâli, dayanışma ilişkilerinin biçimlendirdiği mekânlara dönüşüyor kentler. O hâlde denilebilir ki, günümüzde kentler bir bütün olarak toplumsal yaşamı belirlemektedir.

Prof. Dr. Yeşeren Eliçin Arıkan’ın, “Neo-liberal kentleşme dünyanın pek çok coğrafyasında olduğu gibi Türkiye’de de kentlerin yapısını değiştirdi. Kentin değerli görünen bölgelerinde oturan yoksul insanlar yaşadıkları yerlerden uzaklaştırılıyor ve bu insanların boşalttığı yerlerde yapılan yeni konutlar büyük paralara satılıyor,” notunu düştüğü tabloda görmeyen, bilmeyen yok gibi…

Hatırlayan vardır elbette: David Harvey, Türkiye’ye gelerek verdiği konferanslarda, kapitalizmin bugün ayakta kalma yolunda en çok “kentlere oynadığı”nın altını kalınca çizmişti. Kentsel dönüşüm projeleri, yani bizdeki yaygın-popüler kullanımıyla “TOKİ”lerin esbab-ı mucibesi ona göre esasen buydu.

Kriz dönemlerinde bu sistem, insanları kredi (yani borç) ile konut sahibi olmaya özendiriyor, böylece konut üretimi ile sermaye birikimini dengeliyordu. Bu şekilde halkın ihtiyaç ve arzularını karşılama kisvesi altında aslında sermayenin çıkarları gözetiliyor, tabii sonuçta kentler felaket bir görüntü kazanıyor, yaşanmaz hâle geliyor.

2000’lerin başında insanlığın vardığı metropolleşme düzeyi artık korkunç bir seviyeye ulaştı. Kırsal alanları yaşanmaz hâle getirip yoksullaştırarak insanları kentlere yığan sistem, muazzam nüfus birikmelerine yol açarak dünyayı yeni soru(n)larla karşı karşıya bırakıyor.

Örneğin trafik yoğunluğu, bazı mega kentlerin 20 milyonu aşan nüfuslarının en ciddi sorunu. Tokyo, Pekin, Yeni Delhi, Mumbai, İstanbul, Londra, New York, Mexico City gibi kentlerde sabah işe gidiş saatleri birçok insanın kâbusudur.

Türkiye’de toplamda 2020 itibarıyla 23 milyon 245 bin 409 araç var. Ortalama her ay Türkiye’de 85-95 bin arası araç trafiğe giriş yapıyor. Yerkürede ve coğrafyamızda artan araç sayısı aynı zamanda atmosfere salınan sera gazlarının yarattığı kirlilik ile ısınma ciddi bir soru(n) kaynağıdır.

Evet dünya nüfusunun büyük kentlere doğru yığılması, çözülmesi zor sorunları da beraberinde getirerek ekolojik sistemin çöküşüne zemin hazırlıyor.

Kolay mı? Birleşmiş Milletler’in (BM) tahminlerine göre dünya nüfusu, 2050’ye kadar 9 milyara ulaşacak ve bunların üçte ikisi şehirlerde yaşayacak. Bu nedenle şehirler altyapı, uygun fiyatlı konut, su, sanitasyon, istihdam, sağlık hizmetleri ve ulaşım gibi taleplerin yoğunlaşmasına sahne olacak ve soru(n)lar acilleşecek.

Dünyanın en kalabalık kentleri, Tokyo, Yeni Delhi, Shangai, Mumbai ve Sao Paulo’yken; BM, 2050’ye kadar Hindistan, Çin ve Nijerya’nın kırsal bölgelerinin büyük bölümünün kentleşeceği ve 2 buçuk milyar kişinin daha kentli nüfusa ekleneceğine dikkat çekiyor.

Yerküre nüfusunun yüzde 54’ünden fazlası kentlerde yaşıyorken; 1970’lerin başında bu oran yüzde 36 düzeyindeydi.

Yani kapitalist sermayenin yapısal krizi içinde merkezîleşme ve yoğunlaşma, ucuz iş gücü ararken tüketimi hızlandırma eğilimlerinin güçlenmesiyle kırlar boşalırken, kentsel nüfus büyüdü ve mega kentlerin sayısı 1990-2016 kesitinde ikiye katlandı.

Nüfusu 10 milyonu geçen kentlerin sayısı 1990’da 10’dan 2014’te 28’e; nüfusu 5-10 milyon arası kentlerin sayısı ise 293’ten 517’ye yükseldi, ama!

Bunun bir de “Ama”sı var ki, o da şöyle: ‘Dünya Kaynakları Enstitüsü’nün (WRI) raporuna göre 1.2 milyar insan sürdürülebilir ve karşılanabilir barınma garantisinden mahrum. Önlem alınmazsa bu rakamın 2025’te yüzde 30 artarak 1.6 milyar insana ulaşacağı öngörülüyorken; “2050’ye gelindiğinde 2.5 milyar insan daha şehirlerde yaşayacak ve bu artışın yüzde 90’ı Asya ve Afrika kıtalarında gerçekleşecek,” uyarısını dillendiriyor WRI Global Direktörü Ani Dasgupta…

“Ya coğrafyamız” mı?

1950’de ülke nüfusunun yüzde 7.5’i megakentte yaşarken bu oran yüzde 18.3’e çıkmış durumda. Türkiye’deki her 4 işsizin birine ev sahipliği yapan İstanbul’da yaşamak yoksul için adeta çile…

Kentin, 2019 için tahmini nüfusu 15 milyon 232 bine yükselmiş durumdayken; uzmanlar İstanbul’un hafta içi nüfusunun 20 milyona dayandığı görüşünde birleşiyor. Böylece 81 ilin toplam nüfusunun yaklaşık yüzde 25’i tek bir ile sığmaya çalışıyor. Bu durumun ilave maliyetleri ise trafik sıkışıklığı, hava kirliliği ve strese bağlı hastalıklar oluyor. Hükümet gelecekte ortaya çıkacak daha büyük sorunlardan habersiz görünüyor. Zira son olarak Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması ve “Kanal İstanbul” gibi çılgın projeler gündemde…

DURUM(UMUZ)

AKP nasıl Türkiye’yi yönetemez hâle geldiyse, Kadir Topbaş’ın Belediye Başkanı olduğu döneminde de İstanbul yönetilemez duruma gelmişti.

Topbaş döneminin genel özelliklerinden belki de en öne çıkanı “tepeden inmeci” yaklaşımdı. “Ben yaptım oldu” anlayışı, keyfiliği getirdiği gibi, kamusal müdahalelere de ket vuruyordu. Bu dönemde kentsel dönüşüm projeleri kapalı kapılar arkasında, AKP’ye yakın inşaat şirketlerine ihale edildi. İnşaat önceliğine teslim edilen şehirde, imar kuralları yok sayıldı, güç sahipleri kayırıldı, yoksul yurttaşlar dışlandı. Tarlabaşı örneği, bunun kanıtıdır. Yine bu dönemde eşsiz kültürel miras eserleri, kötü restorasyon çalışmalarına kurban edildi.

İstanbul, bu dönemde betonlaştırıldığı gibi aynı zamanda da ruhsuzlaştırıldı. Yönetimde, milyonlarca yurttaşın yaşamını kolaylaştırmak değil, ranttan daha fazla nemalanmak amaçlandı. Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki’nin, “En büyük hırsızlıklar, kötülükler, belalar imardan geliyor,” sözlerini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) 43 proje, 68 şirket ve 15 kamu kurumu paydaşı olduğunu ekleyerek düşününce, ortaya “büyük resim” çıkmış olur.

Topbaş; Kuzey Ormanları’nda havalimanı yapmak için başlatılan ağaç kıyımından kaçan yaban domuzlarının Boğaz’ı geçmeye çalışmasından da, artan inşaatların yarattığı titretişimden rahatsız olup kendilerine yeni yuva arayan kirpilerden de sorumlu. İstiklal Caddesi’nin yeni hâlinden de İstanbul’a bin 75 adet 47 metre veya daha uzun’ bina yapılmasından da sorumlu.

Topbaş döneminde işlenen kent suçlarını hatırlarsak: Yeşil alanlar ve deprem toplanma alanları rant nedeniyle imara açıldı. 17 Ağustos 1999’da on binlerce kişinin yaşamını yitirdiği Gölcük depreminin ardından ‘Afet Acil Eylem Planı’ çerçevesinden belirlenen toplanma alanlarının tamamına yakını peşkeş çekildi. 493’ten 77’ye düşen alanların birçoğuna AVM’ler ve gökdelenler inşa edildi.

İstanbul’da çeşitli projeler gerekçe gösterilerek milyonlarca ağaç yok edildi. Bu kıyımdan en fazla Kuzey Ormanları etkilendi. Tüm itirazlara rağmen, 3. Köprü’nün inşası için İstanbul’un doğasına, su kaynaklarına ve yaban hayatına geri dönüşü zor zararlar verildi. Kuzey Ormanları’ndaki talan, köprüyle sınırlı değildi. Bir ÇED’i bile olmayan Kuzey Marmara Otoyolu için yüzbinlerce ağaç kesildi. Bağlantı yollarıyla kentin kuzeyi yapılaşmaya açıldı.
Üçüncü Havalimanı için “doğa katliamı”na devam edildi. Üç devlet bankasının dört yılı ana para ödemesiz, toplam 16 yıl vadeli olmak üzere 3 milyar avro kredi açtığı proje, dünyanın en önemli kuş yollarından birinin ortasına yapıldı ki, bu milyonlarca kuşun ölmesi anlamına geliyordu. Dönemin Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, bir soru önergesine verdiği yanıtta, üçüncü havalimanı için 2 milyon 330 bin 12 ağacın kesileceğini açıklamıştı.

İstanbul’daki dolgu alanlarının büyüklüğü yüzölçümü 2 bin 34 kilometrekare olan Heybeliada’yı geçti. Boğaz’a yapılan kazıklı dolgularla da kıyılardaki beton yollar genişletildi. İstanbul Boğazı’na 7 proje yapıldı ve Boğaz’da 266 bin 100 metrekarelik dolgu alan oluştu. Örneğin Yenikapı sahilinde yaklaşık 90 futbol sahasına tekabül eden 546 dönümlük alana yapılan dolgu çalışmalarına 2013’te başlandı. Dolgu, Tarihî Yarımada’nın siluetini ve ekosistemini bozdu ve yaklaşık 40 milyon dolara mal oldu.

İBB’nin çılgın projelerinin bir diğeri de Maltepe Sahili’nin doldurulması oldu. Dolguyla birlikte sahile büyük zararlar verildi, ortaya devasa rant alanları çıktı.

İBB ile Üsküdar Belediyesi’nce yapılan Üsküdar Meydan Projesi kapsamında, denizi doldurmak için bölgede kazık çakma işlemi gerçekleştirildi. Kazıklar nedeniyle, Mimar Sinan tarafından inşa edilen 500 yıllık Şemsipaşa Camii (Kuşkonmaz Camii) duvarlarında çatlaklar oluştu.

Üsküdar’daki doğal SİT alanı Küçükçamlıca Korusu’na televizyon kulesi yapımına Topbaş döneminde başlandı. 369 metre yüksekliğe sahip kule İstanbul’un ve Boğaz’ın silüetine büyük zarar veriyor. Mimarlar Odası’nın tüm uyarı ve itirazlarına karşı inşa edilen kule, kentin tarihî dokusuna hançer niteliği taşıyor.

İstanbul’un “kültürel merkezi” olan Beyoğlu’nun İstiklal Caddesi, AKP ile birlikte şantiyeye döndü. Tarihî binaların rant için yıkıldığı cadde, betonlaştırılmış durumda. Topbaş’ın İBB’sinin caddenin tarihî dokusuna ilk müdahalesi 2005’te ağaçların sökülmesi ile oldu. Bu zamandan caddenin ve Beyoğlu’nun çehresi değiştirildi.

İstanbul’un meydanları tahrip edildi.

İstanbul’da kişi başına düşen kent içi yeşil alan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na göre 7.57, İBB’ye göreyse 8.41 metrekare. Rant projeleri nedeniyle İstanbul’daki en küçük yeşil alan dahi betonlaştırılıyor. Şehrin birçok noktasında bir biri ardına gökdelenler yükseliyor.
Topbaş’ın İmar ve Bayındırlık Komisyonu’na yaklaşık 20 bine yakın dosya havale ettiğini düşününce, azalan yeşil alanlardaki sorumluluğu da açığa çıkmış oluyor. Plansız, programsız kent politikaları şehri betonlaştırdığı gibi, bilimsellikten de uzaklaştırdı. En ufak yağışta sellerin yaşanmasının nedeni de budur.

Sözü edilen kesitte; İstanbul’daki 121 gökdelenden 117’si AKP dönemde yapılmıştı.

‘Cushman & Wakefield’in ‘Avrupa Alışveriş Merkezleri Geliştirme Raporu’nun sonuçlarına göre, 2018’de Avrupa’da 2.6 milyon metrekare genişliğinde AVM açıldı. Açılan AVM’lerin 525 bin metrekaresi Türkiye’dendi.

2014’te 111’i İstanbul’da olmak üzere Türkiye genelinde 361 AVM bulunuyordu. 2019 Temmuz’u itibariyle bu sayı 432’yi buldu. Toplam AVM alanı da yaklaşık 7 bin futbol sahasına eşdeğerdi.

Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “İhanet ettik, dikey yapılaşmadan yana değilim,” dediği İstanbul’da İBB ve bakanlıklar, kentteki 76 mega proje için imar planlarını değiştirdi; ayrıcalıklı imar hakları tanıdı. Bununla da yetinmeyen şirketler, ayrıcalıklı imar haklarının kat kat üstüne çıktı. Şehir genelinde 12 milyon 400 bin metrekare fazladan inşaat yapıldı. Fazladan yapılan bu inşaatlardan tam 240 milyar 234 milyon 265 bin lira haksız kazanç elde edildi.

Evet İBB ve bakanlıkların kentteki 76 mega proje için imar planlarını değiştirdi ve ayrıcalıklı imar hakları tanıdı!

Bu kadar değil; işte birkaç örnek daha!

  1. i) İBB’ye bağlı şirket tarafından işletilen kafe 538 yıllık surları tahrip etti. Topkapı Sarayı’nı çevreleyen surların dibinde, Gülhane Parkı’nın içinde, İBB’ye bağlı Beltur tarafından işletilen Kandil Kafe’nin 538 yıllık surlara zarar verdiği ortaya çıktı. İstanbul 4 No’lu Koruma Kurulu, alanda kaçak yapılaşma olduğuna dikkat çekerek suç duyurusu yapılması gerektiğini belirtti. Kurul, “Telgrafhane binasındaki tarihi dokuya aykırı uygulamalar eski hâline getirilmeli. Can güvenliği önlemleri de alınmalı,” dedi.
  2. ii) İstanbul’da boş ve yeşil alanlar yok denilecek kadar azaldı. Şehirdeki en yeşil alanlar ise mezarlıklar. Herkesin gözü kentin elde kalan son boş alanları ve kamu arazilerinde. Değeri her geçen gün artan bu alanlar aynı zamanda kupon arazi niteliğinde. AKP hükümeti şehirdeki kamu kuruluşlarına ait bu arazileri ya bir bir satıyor ya da yapılaşmaya açıyor. Askerî alanların şehir dışına taşınması kararıyla da birçok değerli araziyi bekleyen gelecek merak konusu. Yeşil kalacağı söylenen askerî alanların bir kısmı imara açıldı bile.

iii) İBB’de AKP’li meclis üyelerinin oylarıyla kabul edilen teklife göre, arsası uygun okullar yıkılacak, otoparkla birlikte yeniden yapılacak.

  1. iv) Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın kurucusu olduğu üniversitenin kiraladığı binaya kimse dokunamıyor. İstanbul’da yaşayan yurttaşların binalarına bir çivi çakmasına izin verilmezken Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın kurucusu olduğu Medipol Üniversitesi’nin Esenler’de kiraladığı binaya çıkılan kaçak kat bir türlü yıkılamıyor. Esenler Belediyesi, kaçak kat hakkında yıkım kararı verdi ancak yıkım yapılmadı. Mülk sahibine verilen para cezası da mahkeme tarafından iptal edildi. Esenler Kaymakamlığı da belediye yetkilileri hakkında soruşturma yapılmasına bile izin vermedi. Esenler Belediyesi’nin meclis üyesi Kemal Şahin, “Üstelik binanın tam karşısında zabıta noktası var,” dedi.

“KANAL” MI?!

“Tabuta çakılan son çivi” ya da “Marmara için beka sorunu” veya “Mega Rant ve Soygun”, “İhanet”, “Amerikan projesi,” vurgularıyla betimlenip; “Ya Kanal, Ya İstanbul!” ikilemi ile tanımlanan “Kanal İstanbul!” rantsal ekonomiye dayanarak iktidara tutunan AKP’nin yeni tezgâhı…

Ekonomik kriz ve inşaat stoklarının eritilememesiyle inşaatta rantın azalmasından ötürü devreye sokulup, inşaat sektörünü “şaha’” kaldıracağı var sayılan “Kanal İstanbul” insan(lık)a, doğaya, İstanbul’a rağmendir…

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Kanal İstanbul’u yapacağız, inadına yapacağız,” ifadesinde somutlanan dayatmanın; emekçilere yıllar boyu sürecek bir yük getireceği; bugüne dek yapılan müşteri garantili köprü, otoyol, havalimanı, şehir hastaneleri ve enerji üretimleri hatırlandığında bir “sır” değildir!

Kaldı ki TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu’nun, “Başka bir İstanbul daha yok”; “Kanal İstanbul’u, istemeyin”; Milletvekili Abdüllatif Şener’in, “10 milyarlarca dolar masraf olacak bir projedir. Yapılmasının hiçbir mantığı yoktur”; Fikri Sağlar’ın, “Türkiye için ‘Kanal İstanbul’ gereksiz bir projedir,” diye mahkûm ettikleri “Kanal İstanbul”, doğanın ve doğal kaynakların ekonomik kazanç için, şirketlere ve şahıslara hizmet vermek amacıyla katledilmesi olarak betimleniyor. Çünkü “Kanal İstanbul”, tekno-politik ve sosyo-ekolojik alan ile çevre politikalarının kesişip birbirinden ayrılmaz biçimde iç içe geçtiği politik bir projedir ve nihai kertede de işlevsizdir!

Hatırlatalım: “Kanal İstanbul”un gündeme geldiği 2011’de “Bu, soygun düzenini çılgınca sürdürecek bir projedir. Daha akılcı bir yol bulabilirsin. İstihdam yaratan, işyeri sahiplerine, KOBİ’lere atölyelere, fabrika sahiplerine yeni yeni istihdam oluşturabilecek imkânları verebilir ve bir işsize, bir aç insanımıza bir ekmek kapısı bulabilirsin. Bunlara kafa yoracağın yerde, akılcı politikalar üreteceğin yerde, çıldırmış bir toplumu çılgınca projelerle niye kandırıyorsun Sayın Başbakan?” diyen MHP lideri Devlet Bahçeli AKP ile ittifakı sonrasında Kanal İstanbul’a karşı çıkanları “şuursuz ve gayri milli” olarak “suçlamış”tı!

Tarık Şengül’ün, “Milli projenin çıkış noktası ABD, varış noktası Katar!” biçiminde formüle ettiği hakikâti “Kısaca özetlemek gerekirse; New York’ta bir Dernek 23 sayfalık raporuyla, Michigan Üniversitesi’nde iki mimar 16 kişilik yüksek lisans öğrenci projesiyle, İstanbul’un kuzeyini ve finansman modelini şekillendirdiler. Alıcıların ise Katarlı olduğu anlaşılıyor. Olay İstanbul’da geçiyor. Yerli ve milli projenin ortaya çıkış hikâyesi böyle…”

Elbette bu hikâyenin arka planında boylu boyunca sermaye talanı yatıyor!
Örneğin “Kanal İstanbul” güzergâhında mülkiyet tartışmaları sürerken, bölgede Kuveyt devleti vatandaşı iş insanı Wael N Y Alnusef’ın şirketinin 53 dönüm, Suudi Arabistanlı iş insanı Sulaıman Al Muhaıdıb’ın da 9 dönüm arazi aldığı ortaya çıktı.

İBB Meclis üyesi Nadir Ataman “Nerdeyse bir arap kantonu kuruluyor. Kanal İstanbul’un etrafı rant pazarına dönmüş” tepkisini gösterirken; İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu, proje güzergâhında en büyük arazisi olan 3 şirketin de Arap şirketi olduğunu açıklayıp, “2011’den bu yana arsa hareketi tam 30 milyon metrekareyi bulmuştur. Tarım alanı olan bu alanlara bu ilgi niye? Bölgede en büyük arazisi olan ilk 3 şirket de Arap şirketi. Bizden detay isterlerse paylaşırız,” diye ekledi.

Meseleye ilişkin bir şey daha: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak, “Kanal İstanbul” güzergâhında yaklaşık 13 dönümlük araziyi Erdoğan’ın projeyi duyurduğu 2011’den bir yıl sonra satın aldı. Hâlen tarla vasfında olan arazinin, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından “Kanal İstanbul” için değişiklik yapılan planda “konut alanı” sınırları içinde kalması dikkat çekti!

Özetle AKP’nin coğrafyamızda yarattığı yıkımların bir “yeni” örneği olarak “Kanal İstanbul”un maliyeti bilim insanlarının raporlarda net biçimde ortaya konmuş bir cinayetten başka bir şey değildir.

“Kanal İstanbul” projesi İstanbul’un giderek yok edilen su havzalarını ve ormanlarını neredeyse tümüyle ortadan kaldıracak. Ayrıca Kanal açılmasıyla yüz binlerce yılda oluşmuş deniz ekosistemi de yerle bir olacaktır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Hayalim”, uzmanların ise “Bölgenin ekolojik dengesini bozar” dediği “Kanal İstanbul”a dair açıklanan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporunda, Devlet Su İşleri’nin (DSİ) mega projenin İstanbul’u susuz bırakacağına dair görüşü yer almadı. DSİ’nin görüşü yerine, konuyla alâkâsız görüşü raporda konuldu! Yani DSİ’nin, “Kanal İstanbul”un “Terkos Gölü ve Sazlıdere Barajı’nı devreden çıkaracağına” dair görüşü, ÇED raporunda dikkate alınmadı…

Jeofizik Mühendisi, Sismoloji Doktoru Savaş Karabulut’un, “Kanal İstanbul projesinin ÇED raporu bilimsel bir yöntemle değil, öznel değerlendirmeyle hazırlanmıştır,” notunu düştüğü şaibeli “Kanal İstanbul”un ÇED raporunu hazırlayan Çınar Mühendislik ve Müşavirlik Şirketi de tartışmalıdır!
Söz konusu “Kanal İstanbul” ÇED raporuyla ilgili olarak Yüksek Çevre Mühendisi Sezer Arslan’ın hazırladığı inceleme notunda şu noktalara dikkat çekildi:

  1. i) Günde 850 bin metreküp kazı yapılacak: Proje alanı 13 milyon metrekare olarak belirlendi. Buna göre projenin tamamlanması için en kısa süre 4 yıl olarak hesaplanırken, bu sürenin 7 yıla kadar çıkabileceği belirtiliyor. Bu durumda yıl içerisinde çalışılmayan süreler dikkate alınırsa günde ortalama 800 bin 850 bin metre küp kazı, nakliye ve denizle depolama yapılması gerekiyor. Bu boyuttaki kazı çalışması için açık maden ocaklarında çalışan devasa kazıcı ve kamyonların kullanılması gerekecek.
  2. ii) Tarım ve su alanları kaybolacak: Proje alanında yer alan tarım arazileri, mera, biyoçeşitlilik alanları, içme ve sulama suyu alanları, özel orman alanlarının tamamı özelliklerini kaybederek hem uluslaslararası sözleşmeleri (Biyoçeşitlilik Sözleşmesi) aykırı davranılmış olacak hem de ulusal mevzuata (Anayasa, Su Kanunu, Mera Kanunu, Çevre Kanunu) aykırı işlem yapılmış olacak. Projeyle Gala Gölü Milli Parkı, Sazlıdere Barajı, Terkos Gölü etkilenecek.

iii) Günde 10 bin 965 kilogram patlayıcı: Proje kapsamında sökülecek malzeme miktarının 41,5 milyon metreküp olacağı ve her gün patlama yapılacağı belirtilirken, 1 delik için 45 kilogram patlayıcı kullanılması gerekiyor. Toplam 255 delik için günde toplam 10 bin 965 kilogram patlayıcı kullanılacak. Bu durumun deprem etkisi yaratabileceği belirtilirken, taşocaklarında bile en fazla 40-50 delik 36 kilogram patlayıcı kullanıldığı hâlde ciddi sorunlar yaşandığına dikkat çekildi. 5 yıl boyunca 20 milyon kilogram patlayıcı kullanılacak olmasının ciddi güvenlik sorunlarına da neden olabileceğine işaret edildi.

  1. iv) Yılda 1.5 milyon litre yakıt tüketilecek: Projenin inşaat aşamasında kamyonlarda dizel yakıt kullanılacağı ve yılda 1 milyon 504 bin litre dizel yakıt tüketilmesinin öngörüldüğü belirtildi. Bu durum 5 yılda yaklaşık 7.5 milyon litre dizel yakıt kullanılması anlamına gelecek.
  2. v) Günde 4 bin 250 kamyon seferi: Günlük 850 bin metreküplük kazı malzemesinin 200 metreküplük 400 kamyonla taşınması günde en az 4 bin 250 sefer anlamına gelecek. Açığa çıkacak egzoz emisyonları, toz ve trafik yükü olumsuzluklara neden olacak.
  3. vi) 30 milyon metreküp su heba olacak: Kanal dolayısıyla Sazlıdere Barajı iptal olacak ve 30 milyon metreküp su kullanılmayarak heba olacak. Kanal kara parçasını ikiye ayırdığı için tüm isale hatları, elektrik, telefon, yol gibi altyapılar iptal olacak ve yeniden yatırım maliyetlerine ihtiyaç duyulacak.
    vii) Karadeniz ve Marmara’ya etki edecek: Projeyle birlikte Karadeniz konteynır limanı 2.8 milyon metrekare, Marmara konteynır limanı ise 631 bin metreküp olmak üzere toplam 3.43 milyon metreküp alan doldurularak Karadeniz ve Marmara denizlerinin kıyı kenar çizgisine ve yüzey alanına etki edilecek.

Devamla…

Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi yetkilileri, söz konusu projeyle birlikte İstanbul’un havasının, suyunun, toprağının kirleneceğini belirtip, Karadeniz’in dibindeki toksik maddenin zararına ilişkin, “1.5 milyar metreküp kazı malzemesinden bahsediyoruz. Kazıp depoladığınız, canlıların sağlığını tüm jeolojik süreçler boyunca etkileyecek bir bombayı nereye depolayacaksınız?” diye sordular.

Karadeniz’in dibindeki toksik maddelerin başta arsenik olmak üzere uranyum, nikel açısından çok yüksek elementler içerdiğine dikkati çeken uzmanlar, “Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği limit değerler vardır, bu toksikleri onun üzerinde solursanız kesinlikle kanser olursunuz,” diyerek, “Depolanacak yer bir saatli bomba gibi çalışacak ve etrafını kirletecek. Tıbbi jeoloji diye yeni bir bilim var. Burada tıbbi jeolojiyle ilgili hiçbir öngörü yok,” uyarısını dillendirdiler.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “çılgın proje” diye tanıttığı “Kanal İstanbul”un ÇED raporuna sunulmak üzere olası tehlike ve riskleri ortaya koyan Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu Başkanlığı’nın (TÜBİTAK) görüşleri 14 maddede özetlenirken; ÇED raporunun ne kadar yetersiz olduğu gözler önüne serildi. Çok sayıda uyarının yer aldığı yazıya göre proje hayata geçerse Marmara Denizi oksijenini yitirecek ve deniz tabanı ekosistemi tahrip olacak.

Ama bu kadar da değil: Kentin yeniden üretimi, kent mega projeleri sadece rant meselesi değildir, muhalefeti de dağıtmak, işçi sınıfını kent dışına itmek, hem görünmez kılmak hem de kent merkezinde söz söylemelerine engel olmak gibi işlevleri vardır. Ayrıca mahalle kültürünü, yan yana gelişleri minimuma düşürmek, insanı çitleyerek daha fazla kendine, emeğine, çevresine yabancılaştırmak bir diğer boyutudur…

“Kanal İstanbul” diye önümüzde duran talan projesi ekolojik yıkımdır; ama önemli bir diğer mesele de söz konusu projelerin planlamasının ilan edilmesi ile birlikte oluşan, demografik değişimdir. Bölgede emlak fiyatlarındaki artış ve bu bağlamda oluşan hareketlilik yerel halkın tümden oradan sürülmesi ile sonuçlanmıştır!

İş böyleyken “Kanal İstanbul”un, gelişmeler zaman zaman değişiklik gösterse de, uzun süre kâbus gibi üzerimize çökeceğini görmek güç değil. Deyim yerindeyse projenin “ekonomik fayda”sı, orta çaplı bir savaşla eşdeğerdir.

Dünyada mega projeler hakkında yazılmış rehber niteliğindeki önemli kitaplardan ‘Mega Projects and Risk: An Anatomy of Ambition/ Mega Projeler ve Risk: Hırsın Anatomisi’nin yazarı -Oxford Üniversitesi’nden ekonomi profesörü- Bent Flyvbjerg ile arkadaşları, yapıtta gösterilmeyen riskleri ve abartılan getirileri nedeniyle mega projeleri “genetik olarak felaket eğilimli” olarak nitelendirir.

Bu felaketler, doğayı tahrip ederken, iklim krizinin etkilerini artıran, pek çok canlının yaşam alanlarını yok eden, insanların ve diğer canlıların yerinden edilmelerini tetikleyen, devletleri ve şirketleri finansal krize sokan ya da bütçelerini sarsan felaketler olarak sıralanabilir.

Flyvbjerg’e göre, mega projeler öylesine büyük bir “sorgulanamama” kisvesi altına sokulur ki, projelerin görkeminden, büyüklüğünden, sağlayacağı iş imkânlarından, finansal kazançlar başta olmak üzere getireceği faydalardan bahsedilerek, sorgulanması neredeyse imkânsız hâle getirilir.

Nasıl bir hesaplamaya dayandığı bile belli olmayan bir argümanla, kanaldan gerçekleşecek gemi geçişlerinden yılda 8 milyar dolar kazanç elde edileceği gibi…

Bu projelerin gündemde olduğu sırada devreye giren lobicilik ve siyasi nüfuz ile muhalifler suçlu yerine konulurken, nepotizmle güçlü çıkar gruplarına imtiyazlar tanınır. Bu projelerin neden olduğu ciddi toplumsal muhalefetle ya da çatışmalarla karşı karşıya kalan iktidar, kapalı kapılar ardında kendi bildiği gibi iş görür, yurttaşların öneri ve itirazlarına kulaklarını tıkar.

Ayrıca, toplumun tüm kesimlerinin bu projelerden yararlanacağı yolundaki en büyük yalanın üstüne diğer yalanlar inşa edilir.

Projeden elde edilecek faydalar saymakla bitmezken, projelerin maliyetleri hep azımsanır, bu projeler, çok büyük oranda öngörülen maliyette ve zamanda bitirilemediği gibi, bitirildiğinde de öngörülen maliyetin çok üzerinde tamamlanmış olur.

İktidarın etkin biçimde kullandığı kamu-özel işbirliği ortaklığı ile yapılan yatırımlara Temmuz 2018’de “Kanal İstanbul” da eklenmişti. 75 milyar liraya mal olacağı söylenen ancak proje başladıktan sonra bunun iki üç katına çıkabileceği belirtilen proje için finansman nasıl bulunacak, akıllardaki soru bu.

Nitekim, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nda 2018’de hazırlanan resmî sunumda “Kanal İstanbul”un toplam maliyetinin 20 milyar dolar olarak göründüğü ortaya çıktı.

Elbette ekonomik olduğu kadar çevresel ve toplumsal maliyetler de hep azımsanır. Hatta öngörülen riskler azımsandığı ve olduğundan daha küçük gösterildiği gibi maalesef öngörülemeyen riskler de, hiç ama hiç hesaba katılmaz. Bu ötelenen, önemsenmeyen, hiç hesaba katılmayan riskler genellikle hem ekolojik hem de ekonomiktir.

Mesela, AFAD’ın bir anda “Kanal İstanbul” güzergâhından geçen deprem fay hattı olmadığını açıklaması gibi… Oysa Marmara’nın deniz tabanındaki fay hattına dair daha geçtiğimiz yaz onlarca açıklama yapıldı.

Ekonomik birtakım düzmece hesaplamalarla kâğıt üzerinde yaratılan mega projeler, gelecek nesillerin omuzlarına yük olarak bırakılıverir. Hazine garantileri verilen, kamu kaynakları devreye sokulan bu israf projeleri, vergi ödeyen yurttaşların parasını, yurttaşa hesap vermeden hortumlar.

XXI. yüzyılda mega projeler adı altındaki aşırılıklar, ilerlemenin, teknolojik gelişmenin, modernliğin, kalkınmanın aracı gibi sunulan istismar projeleridir.

“Kanal İstanbul” projesi, kanal güzergâhındaki arazi ve konutların ağırlıklı olarak Arap sermayesine peşkeş çekilmesinin ötesinde, iki denizi birleştiren kadim bir kentin kırsalındaki yurttaşların yerlerinden sürülerek nüfus yapısının değiştirilmesinin, simgesel yapılarla, konut projeleriyle İslâmîleştirilmesinin, ülkeye pazarlanacak arsa muamelesi yaparak tarihinin yok sayılmasının pratiğe geçirilme çabasıdır.

Geleceği tasarlayamama, geçmişle bağı koparma, akademik, bilimsel bilgiyi yok sayma, kenti tehlikeli bir yere doğru sürükleme hamlesidir.

Nitekim, Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’un “Kanal İstanbul” bölgesinde ranta izin vermediklerini ve bundan sonra da vermeyecekleri yönündeki açıklamasına kargalar bile güldü. Oysa, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, kanalın güzergâhında bulunan 30 milyon metrekarelik arazinin el değiştirdiğini, en çok arsa satın alan ilk üç şirketin de Arap sermayeli olduğunu açıkladı… Özetle bu proje bir şekilde gerekli şartlar oluşturulsa, yatırımcı ve finansman bulunsa da, bulunmasa da bir “win-win/ kazan-kazan” değil, Erdoğan iktidarı ve çevresindeki inşaatçı rant ağaları için “lost-lost/ kayıp-kayıp” projesidir.

Ve nihayet dediklerimizi toparlarsak…

Jeoloji Mühendisleri Odası (JMO) İzmir Şubesi Başkanı Alim Murathan, projenin İstanbul’a zarar vereceğinin akademik araştırmalarla ortaya konduğu vurgusuyla; “Rant ekonomisi oluşturuldu ve çok derin yapısal kriz söz konusu. Bu kriz bugün saray rejiminin krizidir,” derken; jeoloji mühendisi Ali Esen Arpat da, Türkiye’nin doğayı koruma adına birçok uluslararası sözleşmeye imza attığını hatırlatarak, iktidara “İmza attığınız sözleşmelere göre suçlusunuz,” diye eklediği koordinatlarda; hatırlatmadan geçmek ol(a)maz: “Kanal İstanbul” sadece İstanbul halkının değil, gerek yaratacağı büyük çevre sorunu, gerek 110 milyarı aşan bütçesinin eninde sonunda emekçilerden çıkarılacağı hasebiyle ve yanı sıra Montrö’yü tartışılır hâle getirdiği için 82 milyonu doğrudan ilgilendiriyor.

Özetle “Kanal İstanbul” hepimizi ilgilendiren bir soru(n)dur ve yeni saflaşmaları gerektirecek kadar önemli sonuçlar doğuracak bir girişimdir.

18 Mart 2021, İstanbul.

Kaynak: Özgür bir dünya için Kaldıraç / Nisan 2021 / Sayı 237

https://kaldirac.org/kentin-ve-kanalin-sorunlari-sibel-ozbudun-temel-demirer/

 

 

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN KASIM SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol