Toplumsal bunalım, gerçekte, egemenin bunalımı olarak başlar ve tüm topluma yayılır, siner. Egemenin her krizi toplumsal bunalım olarak adlandırılmaz. Ama krizler ne denli uzun sürerse, toplumsal bunalım o denli ortaya çıkar.
Ömrünü fazladan sürdüren kapitalist sistem, varlığını devam ettirirken, her şeyi, doğayı, toplumu, en çok da insani kirletiyor ve öyle ayakta kalıyor. Bu durum, uzun süredir böyledir. Ama SSCB çözüldükten sonra, sosyalizm hayalleri işçi sınıfının gövdesinden uzaklaşmaya başladıktan sonra, bu kirlenme ve tükenme, çürüme, çok daha ileri boyutlara ulaşmıştır.
Çürüme, egemenin içinde bulunduğu bunalımdan kaynaklıdır ve bu bunalım, tüm topluma, dalga dalga, ama süreklilik içinde yayılmaktadır. Kendisi çürümüş olan bu sistem, her şeyi çürüterek yaşamını sürdürebilir.
Deriz ki, bir toplumsa egemen düşünce, egemenin düşüncesidir, egemen ahlâk anlayışı, egemenin ahlâk anlayışıdır. Ta ki bir toplumsal devrime kadar bu böyle sürer. Egemen, sadece baskı ve şiddetle iktidarını, egemenliğini devam ettirmez. Bunun yanında ve asla daha az önemli olmayan şekilde, “rıza” üretmesi gerekir. Bu da egemenin çıkarlarının toplumsal çıkarlar hâline getirilmesi ile mümkündür. İnsanlara verilen “vatan, millet, din” vb. düşünceler, egemenin iktidarını sürdürmesi için büyük ölçüde işlevseldirler. Egemenin ideolojisi, tüm toplumu sarar ve egemenin bilinci, karşımıza ortalama toplumsal bilinç olarak çıkar. Mesela mülkiyetin kutsallığı tam da bunu anlatır. Hiçbir mülkü olmayanlar, mülkiyet kutsaldır fikrini savunabilirler. Mesela çıkar birisi, sayılarak bitirilemeyecek mülklerin sahibi olarak “mülk Allah’ındır” der ve pişkince sırıtır. Kimse ona, bu Allah’ın olan mülkün emanetini, Allah, neden sana verdi, diye sormaz. Bu sorulunca, soran dinsiz ilan edilir. Toplumsal ahlâk kuralları ile linç edilebilen bir kadın, bir çocuk ile kıyaslanmayacak suçlar işleyenler, toplum tarafından “becerikli, başarılı” ilan edilir.
Egemenin ideolojisi, her dönem, on yıllarca yaşamakta olan köhne alışkanlıklara, kör inançlara, hurafelere vb. de dayanarak etkili kılınır. Yeri geldiğinde bu kör inançlar, yeri geldiğinde hurafeler, yeri geldiğinde din, yeri geldiğinde vatan ve ulus vb. kullanılır.
Bugün, tekeller dünyasında bu ideoloji, aileden, okuldan başlayarak, sistematik cahillik üretilerek verilmektedir.
Bunun etkisini pekiştirmek ve yeni komutlarla kitleleri denetim altında tutmak için, temeli tekelci reklam sektörüne dayanan, medya aracılığı ile burjuva ideolojisi sabitleştirilmektedir.
Ve elbette, egemen bunalım içinde ise, toplumun her kademesine, yaşamın her alanına, bu bunalım kendini yansıtmaya başlar.
Bugün, tüm toplumu sarmış olan “hastalıklı” hâl, tam da bu yüzdendir, bu nedenle bu denli etkilidir.
Sanki tüm toplumda bir çeşit alzheimer var. Bu artık, yaşlı olanları saran bireysel bir hastalık değil, tüm toplumu saran bir toplumsal hastalık gibidir. Sanki tüm hastalıklarımız artık toplumsaldır. Unutkanlığımız toplumsaldır, dinlememe tutumumuz toplumsaldır, çok konuşmamız toplumsaldır ve boş konuşmamız toplumsaldır, uyuşukluğumuz toplumsaldır, her şeyi bilme ve her şeyin uzmanı olma hâlimiz toplumsaldır, her şeyden yakınma hâlimiz toplumsaldır, “bu halktan bir şey olmaz” ile biten cümlelerimiz birbirinin kopyası ve toplumsaldır.
Bizim adına “okur yazar takımı” (OYT) dediğimiz, kendileri kendilerine “entelektüel”, “aydın”, “uzman” gibi kavramları uygun gören kesim, bu hastalıkların en yaygın görüldüğü ve de hepsinin birden, hepsinin aynı kişide görülebildiği kesimdir.
OYT ya da “entel” ve “ay” diyerek günlük argomuza ekleyebileceğimiz bu kesim, adeta tüm toplumsal bunalımın özelliklerini yansıtır durumdadır. Çürüme ve tükenişim en net görülebildiği kesimdir bu.
Entelektüel, kendini nesnel gerçekliğin, bilimin savunusuna adamış, egemenle mücadeleye koyulmuş olandır. İşçi sınıfının bu entelektüellere ihtiyacı vardır. Zira süreci, somut durumun somut hâlini bunlar görür, görebilir. Bu bilimsel bir iştir. Ama elbette “masa başı” işi değildir. Bilim hiçbir zaman masa başı işi olmamıştır, olmaz da.
İşte işçi sınıfının devrimci mücadelesinde aklı ve bilimi öne çıkartmak üzere bu entelektüel kadrolar çok büyük öneme sahiptir.
Entelektüel olmak, hem etik hem de estetik değerlere de sahip olmak demektir. Ve anlaşılacağı üzere, etik ve estetik, eylemli insanlar söz konusu ise anlam kazanır. Eylemsiz insanların etik ve estetik ile de ilişkisi derin olmaz. Eylemsiz “düşünce”, aslında derinlikten yoksundur.
Görünüşte çok şey bilen, kendini entelektüel olarak “pazarlayan”, eylemsiz, değersiz, ciddiyetsiz bir kesim var ve bunlara OYT’nin bir parçası olarak “entel” demek mümkündür. Biz OYT demeyi tercih ederiz ama onlar, ne zaman birbirlerini övecek veya daha çok suçlayacak olsalar, “entel” adını kullanırlar. Uygundur, kabul edilebilirdir.
Sütten ağzı yanmış olduğu için, yoğurdu üfleyerek yiyen bir grup çok bilmiş, çok konuşan, çok seyreden ve çok tüketen bir kesim vardır ki, “aydın” olarak adlandırılmaktan çok hoşlanırlar. Ama ne zaman sınıf mücadelesi sertleşse, yanı başlarında kavga sesleri yükselse, salonlarının ortasına bir bilinmedik cisim düşmüş gibi “ay” derler ve kendilerini tanımlamaya bu “ay”, aydından çok daha uygundur. Zira onların yansıttıkları, egemenin düşünceleridir ve bu konuda “ay” rolü de görebilmektedirler; yetenekleri ölçüsünde.
İşte biz, bunun tümüne, iyisi ve kötüsü ile, burjuvaziden yana olan ile işçi sınıfından yana olma niyetine sahipleri ile, düzenden yana olan ile düzene karşı savaşmadan ona karşı imiş gibi olanları ile, yani iyisi ve kötüsü ile hepsine birden OYT diyoruz.
Bunlar çok bilirler, çok konuşurlar, çok seyrederler, çok tüketirler. Böylece varlıklarını sürdürürler. Canlı olarak karakterleri böyle oluşmaya başlamıştır ve bunalım, elbette bunları da çok etkiler. Kendileri bunu kabul etmezler. Zira bunalım toplumsaldır, bunu bilirler, toplumsal olanın herkesi etkilediğini de bilirler ama kendileri “birey”dirler ve bu konuda da çok ölçüsüne ulaşmış, “çok birey” hâline gelmiştirler. Çok birey, tabii ki toplumsal etkilerin de dışında kalır. Birey olarak doğduk, öyle öleceğiz, öyle ise birey olarak yaşayalım, derler. Ne kadar bilmiş laf varsa, kalabalık şeklinde bunlardadır.
İş sadece burada kalsa iyi idi. Ama burada kalmaz. Tüm toplumsal sınıf ve grupları saran toplumsal bunalım, her kesimde farklı etkilerle de olsa birçok hastalığı ortaya çıkartır.
Biz, elbette daha çok bize yakın, kendini şöyle ya da böyle solcu diye tanımlayan, “dostlarımızı” konu almak istiyoruz. İsteyen elbette kendi üstüne de alınabilir.
Sürmekte olan bir sınıf mücadelesi var. Ve bu sınıf mücadelesinde tribünde bir yer edinip, oradan seyrederek, hiçbir etik ve estetik kaygı taşımadan, sadece bilmiş tespitler yapanlar, bu bunalımlı dönemlerde, olduklarından çok etkili olabilmektedir. Mesela “bu halktan bir şey olmaz” o kadar etkilidir ki, halk denilen kesim ile bir mücadeleye girmek, mücadeleye atılmak için hiçbir şey yapmamış olanlar, bu tespite büyük bir kuvvetle sarılmaktadırlar.
Seçimler hilelidir, derler ya da bunu diyenlere hak verirler ama sonra, toplumsal alzheimer nedeni ile unuturlar ve sanki seçimlere hile katılmamış gibi, “nasıl yine gidip bunlara oy verdiler” derler.
Kendisi dışında herkesi suçlu ilan ederler.
Mücadele eden işçilerin eylemlerini seyrederler, öğrencilerin eylemlerini, kadınların eylemlerini, deprem bölgesindekilerin eylemlerini seyrederler ve sonra, “bu böyle olmaz” der ve gözlerini kapayıp normal hayata dönerler. O kadar ki, bir film seyrettiklerinde günlerce etkisinde kaldıkları hâlde, gerçek yaşamda süren bu eylemlere, bu mücadeleye bakıp, hiçbir şey olmazmış gibi, “bu saçma” der ve yaşamlarına dönerler. Döndükleri yaşamları konusunda kendilerinden olan, kendileri gibi düşünen birisine öylesine yakınırlar ki, sanırsınız ki böyle yaşamaktan gerçekten bıkmışlardır. Ama hayır, sadece ve çokça yakınırlar.
Emeksiz, daha da genişletelim eylemsiz hayat, ancak egemenin varlığını direkt ya da dolaylı onaylayacak düşünceler üretmeye olanak verir. Yaşamın çelişkilerini ve sorunlarını gördüklerini sanırlar ve onlardan çokça yakınırlar.
Bilgileri, başka durum ve hâllerde dinlediklerinden gelmektedir. Sadece onlardan değil. Mesela YouTube ve Instagram videoları ile bilgileri oluşur. Videolar seyrederler ve gerçeği oradan öğrendiklerini sanırlar. Çok olan bilgilerinin kaynağı, bu videolardır. Seyrederek bilgi edinirler. Çok seyrettikçe, aslında sosyalleştiklerini düşünürler. Ama bu gerçek değildir. Sosyalleşmek için, çok içmek, çok oturmak ve çok konuşmak zorundadırlar. Konuşmaları, anlamak üzerine değildir, değiştirmek üzerine hiç. Sadece tüketmek üzerinedir. En güzel yemekleri, en güzel içkileri tüketmek ne ise, konuşmaları da öyledir.
Çok “bilgili”dirler. Çok olduğu için, bilmedikleri şeyleri hiç bilmezler. Hep bildikleri vardır ve her zaman bildikleri ile çok konuşmayı, “birey” olmak olarak sunarlar. Bir genç kendilerine eylemden söz etti mi, bilirler ve eyleme gitmemek için, eylemlerin sonuç vermeyeceğini önceden bilen birer uzman olarak konuşmaya başlarlar. Eylem ile ne değişti ki şimdi değişecek, derler. Peki, değiştirmeyeceklerse, o hâlde niye yakınırlar, “mutsuzluklarının” kaynağı nedir öyle ise? Bu soruyu hiç sevmezler. Eylem, yemek yemek, dağıtmak, günü akşama devirmek, mümkünse sevişmek, yani bu berbat dünyada biraz haz almak demektir. O kadar. Biraz düşünebilseler, belki de kendilerinin de eleştirdikleri şeyi yaptıklarını, yani bir şey yapmadıklarını anlayacaklar. Ama düşünmezler. Zira düşünmelerine neden olacak bir ciddiyetten, emekten uzaktırlar.
Bilgi kaynakları, sosyal medyadaki videolardır. Burada “zekice” yapılmış her vurgu onlar için önemlidir ve bu vurgular ne kadar etkili olsa da, onlardaki etkisi, birisine anlatana kadar sürer. Sonra, döngü yine başlar. Tüketmek üzerine kurulu bir yaşamdır bu.
Egemen, eylemi yasaklar ve şöyle der: Düşünce özgürlüğü var ama eylem yasak. Bunu kabul ettiniz mi hapı da yutmuş olursunuz. Sıra düşünmeye şekil verme işine gelir, düşünmek serbest ama aşırı düşüncelerden uzak durmak kaydıyla. Böylece düşünceyi besleyecek eylem yoksa, düşünmeyi şekillendirmek, egemen için kolaylaşır. Şimdi, egemenin oluşturduğu gündem üzerinden düşünebilirsiniz. Egemen, size 3 yaşındaki çocuğun ırzına geçmiş bir kişinin onu öldürmesi yerine, onunla evlenmesini tartışmayı dayatır. Siz, özgür “birey” olarak, çok birey olmanın gereği içinde, ister “uygundur, onaylıyorum” diyen kişi olun, isterse buna karşı çıkan kişi, artık ne düşüneceği belirlenmiş kişi olursunuz. Hayır, 3 yaşındaki çocuk evlenemez, dersiniz ve doğruyu savunduğunuzu sanırsınız, oysa bu tartışmanın tümünü reddetmeniz gerekirdi.
Egemen size, eylemin yasak olduğunu söyler. Ama düşünebilirsiniz, der. Siz buna karşı çıkıp, eylemcilerle birlikte hareket etmezseniz, eylemin “aşırılıkları” üzerine tartışmaya başlarsınız. Ondan sonrası otomatiktir. Aşırılık mı, neye göre, hangi zamana göre, kime göre aşırılık, demezsiniz. Ve sonunda, düşünemez olursunuz.
Değil mi ki siz okuma yazma biliyorsunuz ve bilgilerinizin kaynağı YouTube videolarıdır, öyle ise egemenin verdiği mesajı anlarsınız. Kendinizi ona göre ayarlarsınız. O zaman “aşırı düşünce”lerinizi, en yakınlarınıza içki sofralarında, evinizin salonunda açarsınız. Bu durumda kendinizi “aşırılıklardan” korumaya başlarsınız. Sonra da “aşırı” düşünmezsiniz ve sadece uygun olan düşünceleri tekrarlarsınız. Sürekli bunları tekrarlarsanız, sonuçta öyle düşünmeye başlarsınız. Böylece egemenin istediği kıvama gelmiş olursunuz. Artık kendinizi ifade edebileceğiniz tek şey kalır, o da tüketmek. Aşkı da tüketirsiniz, ilişkilerinizi de, yaşamınızı da, sözleri de, değerleri de vb. Her şeyi tüketen bir çeşit obur hâline gelirsiniz. Ki sistem, kapitalizm, her şeyi tüketen bir canavar değil mi?
Şimdi siz “çok birey” hâlinizle, aslında toplumsal bunalım denilen şeyin şekillendirdiği bir varlığa, daha çok da bir nesneye dönüşmüş olmadınız mı? Artık sizin için en önemli nesnel gerçeklik, kendi bunalımlarınız değil mi? Bu durumda, daha düşük düzeyli videolar seyretmek zorunda bulursunuz kendinizi. Zira kendi durumunuzu “normal”leştirmeniz gerekir. Öyle ya, yaşamaya devam edeceksiniz.
Eylemsiz kişi, değersiz bir kişi hâline gelir. Yanlış anlaşılmasın, pazardaki değerinden söz etmiyoruz, hiçbir değeri kalmamış bir insan olmaktan söz ediyoruz. Bu durumda, sizin için bir değer anlamına geliyor idiyse arkadaşlık, artık önemsiz olur. Bir dava için, haksızlığa karşı, yalana, egemenin manipülasyonlarına karşı direnmek artık sizin için anlamını kaybeder. Birisi ya da bir şey, sizin yolunuzu kesene kadar, “birey” olarak kendinizi kurtarmanın peşine düşersiniz. Buna bunalım dersek, olmaz mı?
Egemeni biliyorsunuz. Ona karşı mücadele etmiyorsanız, sizin en yakınınızdakinin size yapalım dediği her şeyi, egemenlik kurmak olarak algılarsınız. Size birisi bir şey yapmalıyız derse, siz onda bir diktatör görürsünüz. Çünkü toplumda egemen olan egemenin iktidarını görmekten vazgeçmişsinizdir. Egemenin manipülasyonlarını bilirsiniz ve artık siz dostunuzun size müdahalesini “manipülasyon” olarak ele alırsınız.
Bu düşünceler, sol içinde de egemen olmaya başlamıştır.
Yanlış olmasın, solun her kesiminin böyle düşündüğünü söylemiyoruz. Ama bir yerde bir mücadele gelişmeye başladığında, o mücadeleden uzak durmak üzere, önce en yakın çevre, mücadelenin engeli olarak ortaya çıkmaya başlar. Egemenin düşünce yapısı, tüm toplumun düşüncesi imiş gibi ortaya çıktığından, ona karşı mücadeleye, önce bu OYT karşı durmaya başlar. Şöyle derler, “bu iş böyle olmaz.” Belki de doğrudur. Bu durumda, dürüst bir yaklaşım, “şöyle olur” demek üzere saf tutmayı gerektirir. Oysa bunun yerine, “böyle olmaz” demekle yetinilir ve farkında olunsun olunmasın, “aşırılıklar” önlenmeye başlanır. Çok birey olma hâli, kendinden başkasını dinlememe hâline dönüşür.
Kolaycılıktır bu. Zor olanı sevmeme hâlidir. Zorluktan uzak durup, bir anda mistik bir gücün etkisi ile, aydınlanma bekleme hâlidir bu.
Egemenin güçlü hâline bakıp, oradan hareketle bir karşı güç örgütleme işine girmek yerine, emekle, eylemli bir örgütlenme geliştirmek yerine, çok birey olma hâline sığınıp, bir kurtarıcı bekleme hâline girmek bu olmasın?
Örgüt kaçkınlığı işte böyle hayat buluyor. Küçük adımlarla, sabır ve emekle bir direniş örgütlenmesi, bir devrimci araç yaratma yerine, güce tapınanlar gibi, bir gücü beklemek, zahmetsiz zafer istemektir. Bu isteğin kendisi “böyle olmaz” değildir öyle mi? Güçlü bir örgüt olsun, ondan sonra mücadele edeceğim demek, daha gerçekçi bir yoldur öyle mi? Emeksiz, eylemsiz ilerlemek ve kurtuluşa ulaşmak hayal değil de, eyleme geçmek ve örgütlenmek, sistemi bu yolla yıkmak hayaldir, öyle mi?
Çelişkiler, bizim kafamızda değildir, yaşamın bizzat içindedir, hareketin, nesnel gerçekliğin bizzat içindedir. Sınıflar ve sınıf savaşımı, bizim dışımızda, bizden bağımsız olarak vardır. Biz, bunun bilgisini edinebiliriz, bunu değiştirebiliriz.
Bunun için, egemen sınıfa karşı hangi bilinç düzeyinde olursa olsun mücadele eden bir sınıf vardır, işçi sınıfı. Bu bizim, sizin vb. uydurmanız değildir. Bu vardır. Eğer, işçi sınıfının, sizin deyiminizle halkın, bu bilinç düzeyinde olmadığını tespit ediyorsanız, öyle ise, işiniz, bu bilinç düzeyine ulaşacak adımları atmaktır. Bunun kolay olmadığını biliyoruz. Zaten kolay olanı, sisteme ayak uydurup ömür tüketmektir, buna yaşamak denirse. Bunu da zaten yapıyorsunuz. Çoğunluğun yaptığı zaten budur. Siz okumuş ve yazmış bir kişi olarak, “bu halktan bir şey olmaz” konusunda ciddi iseniz, bunun tarihsel ve toplumsal nedenlerini de ortaya koyarsınız ve değiştirmek için gerekeni yaparsınız. Yoksa sizin bu tespitiniz, çok bilmişlik ve kibirden başka bir şey değildir.
Bunalım ve kibir, sanıldığının tersine, birbirine çok yakışan hâllerdir. Çok bildiğiniz için, çok konuştuğunuz için, çok seyrettiğiniz için, sizden daha az bilse de eyleme geçmiş gençlerin, kadınların ve işçilerin eylemlerinden öğrenmeyi de reddediyorsunuz. O kadar çok biliyorsunuz ki, işçilerin eylemlerinin ne demek olduğu, kadınların eylemlerinin ne demek olduğunu düşünmeyi bile reddediyorsunuz. Kendi günlük yaşamınızın alışkanlıkları ile örülmüş kısır döngünüz içinde, rahatsız ama mutlu bir hayat sürmeyi yeğliyorsunuz.
Bu nedenle siz, sadece egemenin izin verdiği ölçüde öne çıkan meşhur tiplerin “uzman”ca, “yetenek” dolu videolarını izlemeyi, yaralarınıza merhem sanıyorsunuz. Bu yolla, öğrenme duygularınızı tatmin ediyorsunuz. Bu da sizin öğrenme konusundaki eylemsizliğinize çok uygun düşmektedir.
Üstelik egemen, az muhalif soslu videolar üretmekte de ustadır. Ne de olsa, eylemsiz, aktif bir tutum alamadan gerçekleşen öğrenme, sağlam ve sağlıklı bir öğrenme değildir. Her tarafı dökülen, insanı yok eden, kirleten bu sistemi azıcık eleştiren bir video, öğrenme aracı değildir. Öğrenmek, insanın aktif eylemi ile olanaklıdır.
Bunalımdan kurulmak için, çok seyreden pozisyonundan çıkıp, eylemlere, o eylemlerin tek tek her biri kurtuluş demek olmadığı hâlde, eylemlere katılmak gerekir. O zaman, aklınız da berraklaşacaktır. Uyuşukluk üzerinizden kalkacak, beyninize oksijen gidecek, ayaklarınızdaki paslar silinecek ve yaşam belirtileriniz artacaktır. Bu, bitkisel hayattan çıkmanın yoludur, tek yoludur. Bu konuda cesaret göstermeyenin, bu koma hâlinden çıkması da mümkün olmaz.
Tek ve en uzmanca çözümü söyleyen kişi değilsiniz ve böylesi de yoktur. Bunun yerine, kolektif, örgütlü mücadeleye girmeniz gerekir. Evet örgütlü mücadelede pek çok sorunla karşılaşacaksınız, bir kibirli kişi ile, bir korkakla, bir bencille karşılaşacaksınız. Çünkü örgütlü mücadeleye siz de girseniz, zaten kapitalizmde yaşayan bir kişi olarak, bu toplumda yaşayan bir kişi olarak, birçok pisliği üzerinde taşıyan bir kişi olarak gireceksiniz. O dikkat ve “eleştirel” çabanızı, örgütlü mücadele içinde harcayın. Çünkü burada en azından, herkes mücadele etmek üzere, tüm eksikliklerine rağmen mücadele etmek üzere bir aradadır. Burada vereceğiniz emek, karşılığını bulacaktır. Belki sizin yetenekleriniz ve emeğiniz, daha çok emeğiniz, bir şeyi değiştirme konusunda iş görecekse, bu örgütlü mücadele içinde iş görme şansı çok daha yüksektir.
Evet, rahatınız kaçacaktır. Korkularınızla yüzleşeceksiniz. Evet, çok farklı zorluklarla karşılaşacaksınız. Ve en kıymetlisi, devleti, egemeni, onunla mücadele ederken, bizzat bu işin içinde iken tanıyacaksınız. O zaman, kelimeler ve kavramlar farklı anlamlar kazanacaktır. Size benzemeyen, sizinle aynı yerden gelmeyen, sizin gibi alışkanlıklardan farklı alışkanlıklara sahip olan birileri ile aynı amaç için mücadele etmek, farklı bir toplumsal gerçeklikle yüz yüze gelmektir.
Eylemsiz kişinin ahlâkı da olmaz derler, doğrudur.
Mücadele içinde yeniden ve yeniden sınava girmeyen düşüncelerin değerleri olmaz derler, doğrudur.
Fikirler, düşünceler, ancak kitlelere ulaştıklarında, eyleme dönüştüklerinde maddî hâle gelirler. Bu maddî hâle gelmenin en zor ama en kalıcı yolu, örgütlenmedir. Örgütlenme, kolektif bir emekle bir irade oluşturma demektir. Düşmana, egemene karşı, gerçek bir mücadele yolu demektir. Ve bu yolda zafer elbette çok önemlidir, ama bu yolun kendisi de büyük bir kazançtır, insanlık adına, devrim ve özgürlük adına, sosyalizm adına bir kazançtır.
Kimseye, sorunsuz, pirüpak bir yürüyüş önerme şansımız yok. Böylesi bir yol da yoktur. Ama ortaklaşa dövüşmek, yolu birlikte geliştirmek, zorlukları güzelliğe dönüştürür, bunu biliyoruz.
Artık ciddi olmak gerekir.
Bu hastalıklı hâle son vermek mümkündür. Bunun tek yolu, devrim saflarına katılmaktır. Örgütlü mücadele, sisteme karşı gerçek bir mücadele yoludur. Ve burada, okumuş yazmış olmasa da bir işçiden, bir öğrenciden, bir kadından öğrenilecek olanı, başka hiçbir şey size öğretemez. Başka hiçbir şey, sizi bu denli insan yapamaz.