Ziraat mühendisi valelik yapıyor, sanat tarihçisi madende, peyzajcı hızlı tren tüneli inşaatında iş buluyor. Ve bir kasiyer cinayetin apaçık delilini bırakır gibi, markette intihar ediyor. Ancak AKP gibi despot bir iktidarında olabilecek dönüşümdü bu. Siyaseti, adaleti, örgütlülüğün yeniden inşa edileceği zemin bir zelzelenin yıkıntıları arasından yavaşça beliriyor.
Bir dahaki sefere, Kocaeli yönünden İstanbul’a girerken Kurtköy’e yaklaştığınızda otobanın iki yanına dikkatli bakın. Çoğu yeni inşa edilmiş devasa depolar göreceksiniz. Pek çok ünlü markanın, e-ticaret şirketinin renkli tabelaları asılı. En yenisi, küresel tekel Amazon’a ait. Köşelerde yükselen kuleleri, ön cepheye eğimli biçimde yerleştirilmiş camdan idari bölümleri, ortasında bir uçak hangarını andıran deponun uzandığı kompleks, uzay üssü ile fütüristik bir cezaevinin birleşimi gibi. Göz alıcı mimarisi, teknolojiye dayalı bir işin mekânsal geleceğini temsil ediyor. Oysa içi, tam bir 19’uncu yüzyıl dünyası…
İki gün önce markette kasiyer olarak çalışan gencecik bir kadının intihar ettiği haberi düştü. Arkadaşları mağazayı açtığında onu tavana asılı buldu. 10 dakika yemek molasıyla, sadece aç kalmamayı sağlayacak bir ücretle, 16 saati aşan mesainin sonucu buydu. Bedenen ve ruhen insanı çiğneyip tüküren, geriye kendine ait bir şey bırakmayan böylesine koşullarda, nasıl hayata bağlı kalınır ki!
Cepteki para ve gelecek
Baskıcı rejimler söz konusu olduğunda sık atıf yapılan 1984’ün yazarı George Orwell, kendi deneyiminden yola çıkarak yazdığı Paris’te ve Londra’da Beş Parasız adlı kitabının bir yerinde, cepteki paranın miktarı ile gelecek arasındaki ilişkiyi anlatır. Mesela; 10 frank bir ay, 5 frank bir hafta, 1 frank birkaç saat sonrasını düşündürür insana. Para azaldıkça gelecekle bağ alabildiğine kısalır.
Türkiye’de toplumun büyük kısmı benzer bir hali yaşıyor. Pandemide kapandığı evinden çıktığı anda enkaz gibi üzerine çöken gerçeklere çarpıp dağılıyor. Sokakta güvenliğinin kalmadığıyla yüzleşiyor. Markete girdiğinde fiyatlarla, işe gittiğinde emeğinin karşılığıyla yüzleşiyor. Kirayla, faturayla, kendi eğitiminin manasızlığıyla… Bunun adına yoksullaşma diyoruz. Lakin yoksullaşma bir başka dönüşümün mutlak fonksiyonudur emekçileşmenin.
Kurtköy’deki depoyla kent merkezindeki market arasına örülen hatta bunun bir kesitini görüyoruz işte. Kim çalışacak o hangarlarda? Kim duracak o kasada? Bir kısmı neredeyse kurulduğu ilin yetişkin nüfusu kadar kapasiteye sahip 300’ü aşan organize sanayi bölgesine kimler sürülecek?
Emekçileşme süreci sancılıdır. Kimse beden gücünü, sıkıp suyunu çıkarsın diye bir başkasının gönüllü vermek istemez. Hele bütün vasıfların aniden değersizleştiği bir emekçileşme en fecisidir. Bir mecburiyete tabi kıldığınızda, acıya katlanmaya mahkûm edebilirsiniz insanları. Türkiye yoksullaştırma olarak tezahür eden kitlesel bozulmanın sonucunda, böyle bir dönüşüm de yaşıyor.
Peki nasıl oldu bu? Ağır koşullara razı bir emekçi nüfus nereden temin edildi?
“Demografik fırsat” nasıl yıkıma dönüştü?
Her ülkenin nüfus bakımından bir kez eline geçecek şanslı bir ‘an’ı olduğu söylenir. Buna ‘demografik fırsat penceresi’ denilir. İstatistiki anlamı kabaca şudur: Doğum hızının düşmesi, genç nüfusun azalmaya başlaması, buna karşın 15-64 yaş aralığında yoğunlaşma. Gündelik dile tercüme edersek; emek deposunun olabilecek en geniş düzeye ulaştığı zaman dilimidir.
Sermaye buna ‘fırsat’ gözüyle bakar. Nüfus sabitlendiği için verimliliğin ve istihdamın artırılabileceğini, teknolojik sıçramanın yapılabileceğini düşünür. Çünkü fırsat penceresi kapandığında, nüfus kendini yenileyebilecek hıza indiği için bir süre sonra yaşlı bağımlılık oranı yükselmeye başlar. Haliyle çalışanlar üzerindeki yük de (emeklilik, sağlık vb.) ağırlaşır. Kısaca ‘demografik avantaj’ın sonu, ‘dezavantaj’dır.
TÜSİAD 1999 yılında hazırladığı nüfus raporunda, Türkiye için 2005-2035 arasında ‘demografik fırsatın’ açıldığını söylüyordu. Raporu kabaca özetleyelim: 100 milyonluk nüfus artık hayal. Türkiye genç nüfus ülkesi olmaktan çıkıyor. Çalışabilir nüfus ise genişliyor. İşgücünün yeniden tanzimi gerekiyor. Öncelikle yeni üniversite açmayın. Bunun yerine mesleki-teknik iş bölümüne ağırlık verin.
Bunlar olmadı tabii; en azından TÜSİAD’ın öngördüğü şekilde gerçekleşmedi. İlk on yıl deyim yerindeyse ‘havadan parayla’ ekonomi döndü. Aşağı yukarı biliyoruz. Esas mesele çalışabilir nüfusun 81 ilde açılan 130’dan fazla üniversitede biriktirilmesiydi. Baraj kapakları açıldı ve bir vasfa sahip olduğunu düşünen insanlar, ne kabul edeceği düzeyde bir ücretin ne de koşulun olduğunu gördü. Büyük kısmı yaşam imkanları daraltılarak bir mecburiyete mahkum edildi. Değişim rakamlarda da görülüyor.
Nüfus artışı yavaşlıyor, emekçileşme hızlanıyor
TÜİK’in 2009’dan beri yayınladığı ücretli çalışan istatistikleri kamu, tarım, eğitim, sağlık, kültür, sanat hariç ücretlileri kapsıyor. Yani özel sektördeki ücretli emeği kıstas alıyor. Kamu ve tarım hariç 14,7 milyon ücretli çalışan var. 2009’da sayı 7,5 milyondu. 2009-2022 arası ücretli emekçilerin toplam nüfusa oranı yüzde 11’den yüzde 17’ye çıkmış. Çalışabilir nüfusta oran yüzde 14’ten yüzde 22’ye, işgücünde yüzde 32’den yüzde 44’e, istihdamda ise yüzde 37’den yüzde 47’ye ulaşmış.
İlk bakışta nüfus artışına paralel görünüyor durum, lakin doğal nüfus artış hızıyla, ücretli emekçi nüfusunun hızı arasındaki fark muazzam. 2009’dan beri nüfus artış hızı yüzde 1,2 ortalamaya sahip. Oysa aynı dönemde ücretli emekçi sayısının artış hızı ortalama yüzde 5,5’lerde. Doğal nüfusun içinden böyle bir emekçi nüfusu devşirmek, toplumu felç ederek, aniden yoksullaştırarak mümkün. Sonuçları da aynı hızda alındı zaten.
İmalat sanayisinde 2009-2022 arasındaki çalışan artışı yüzde 84. İnşaatta yüzde 88, ticaret ve hizmetlerde yüzde 98. Sanayi 2,6 milyondan 4,9 milyona, ticaret ve hizmet 4 milyondan 8 milyona çıktı. 4,8 milyon çalışanı barındıran hizmet sektörüne baktığımızda yiyecek-içecekte yüzde 139, konaklamada yüzde 259, ulaştırma ve depolamada yüzde 108 artış oldu. Çalışan sayısı artarken, çalışma koşulları da olağanüstü bozuldu. DİSK’in yaptığı araştırmaya göre, özel sektörde asgari ücret ve civarında gelir alanların oranı yüzde 65. Ücretli emekçilerin üçte ikisi açlık sınırının altında.
Son bir veri daha verip tabloyu tamamlayalım. Ekonominin yüzde 99.7’si KOBİ’lerden oluşuyor. Onun da yüzde 90,8’i mikro işletmeler. İstihdamın yüzde 35’i mikro işletmelerde. Küçükleri de katınca yüzde 55’i buluyor. Fakat üretim değerindeki pay yüzde 7,3, ciro yüzde 8,5, katma değer yüzde 6,3. Hasılı Türkiye, ucuz emek cehennemi. İnsanların ite kaka sürüldüğü yer burası.
***
Kurtköy’de uzay üssü gibi inşa ettiği depoda Amazon, 6 bin KOBİ ile çalışıyor. Toplamda 35 bin küçük işletme bağlı. Pandemide sayı yüzde 51 arttı. İki x-ray cihazıyla girilen, parmak izi alınan, deponun tam ortasındaki kulede özel görevli bir ekibin çalışanları her dakika kameraya kaydedip tembellik yapıp yapmadıklarını kontrol ettikleri, sicil kaydı tuttukları bir tür hapishane-işlik sistemi. Ekonomideki dönüşümün sadece bir örneği bu.
Ziraat mühendisi valelik yapıyor, sanat tarihçisi madende, peyzajcı hızlı tren tüneli inşaatında iş buluyor. 14 yaşındaki bir kız çocuğu Hatay’da gece saat 22.00’de meyve paketleme makinesine elbisesini kaptırıp ölüyor. Ve bir kasiyer kadın, bir cinayetin apaçık delilini bırakır gibi, çalıştığı markette kendini asıyor.
Ancak AKP gibi despot bir iktidarın elinde başarılabilecek bir dönüşümdü bu. Siyaseti, adaleti, örgütlülüğü, hakkı, hukuku yeniden inşa edebileceğimiz zemin bir zelzelenin yıkıntıları arasından yavaşça beliriyor. İstemesek de kabul etmekte zorlansak da…