Aslına bakarsanız bu ülkede hemşirelik yapma taraftarı hiç olmadım. Başlarken bile. Olumsuz bakmıyorum, gerçekçi ve öngörülü biri olduğumu düşünüyorum. Ekonomik şartlar, kendi ayakları üzerinde durma arzusu gibi etkenlerle çok erken yaşta bu işe girmiş oldum. 18 yıllık hemşireyim. Başından beri de devlet faktörünün hastane işleyişinde çok büyük bir hiyerarşi ve adaletsizlik yarattığını düşünüyorum. Hele son durumda, bu ülke bizi hiç mi yanıltmaz denecek pozisyondayız. Ben uzun süre yoğun bakım hemşiresi olarak çalıştım, üç yıldır Enfeksiyon Kliniği’ndeyim. Enfeksiyon bulgusu görülen, bulaşı olsun ya da olmasın spesifik hastalıklarla ilgilenilir burada; mesela menenjit, kızamık, AIDS, hepatit ve bütün salgın hastalıklar…
Covid burada başlayalı aslında iki ay oldu. Avrupa yakasında birçok hastanede varmış, biz bile geriden öğreniyoruz. Biliyorsunuz başta şüpheli tanımı için yurt dışından geliş şarttı. Tanı da Covid olarak girilmiyordu. Sonuçta bir gizleme hali vardı. Burada ilk pozitif vakadan sonra, hastenede dahi kimsenin bilmeyeceği söylendi. Süreç daha başından bir tür mobbing gibiydi. Sonra zaten vaka sayıları çığrından çıktı. Öyle çıktı ki, gördüğünüzle zihniniz çatışır hale geldi. Gerçek sayılar verilen gibi değil, kesinlikle değil. Bizzat yaşadıklarımız var, duyduklarımız var. Çok fazla yer bekleyen hasta olduğundan, standartların üzerinde ‘ex olan’ hastanelerden bahsediliyor. Bizde de hastane dolu. Pozitif olup solunumsal sıkıntı yaşamayan, ayakta geçirebileceği düşünülen, günde rahat 30-40 hasta da evinde karantinaya yollanıyor. Çin’le ilgili yurt dışı yayınlara, istatistiklere bakmıştım. Onların resmi olarak 100 küsur kişi açıkladığı dönemde, aslında 1500 vaka mevcutmuş. Öyle miydi, değil miydi bilemeyiz, ama o yayınlarda gerçek sayı için 10’la çarpmak gerektiği söyleniyordu. Kendi adıma, burada da 10’la çarpılması gerektiğini düşünüyorum. Zaten algı operasyonuna göre sayı bu kadar düz seyrediyorsa, havalimanına sahra hastanesi yapılması neden planlanır?
İki ay boyunca bize hiç tarama yapılmadı. Test için belirti gerekiyor deniyor, belirti göstermeksizin var olabilse de. İlk üç-dört hafta daha serbestti, kimin nereye dokunduğu belli değil, hasta yakınları her yerde, ki hasta yakınına neredeyse yüzde 100 pozitif gözüyle bakılıyor. Bize de tarama yapılsa diyordum. Bu, işten kaçmak değil. Yapılmadı. En son yakınımızda bir hastane çalışanında çıktı, daha yeni test yapılacakmış bize de.
İlk iki hafta kimsenin bir şeyden haberi olmadığı dönemde bu iş çok büyüyecek dedik, biz yaşayacağımız paniği, travmayı çoktan yaşadık. Açıkçası şu an hiçbir şey hissetmiyorum. Hiç. Kendimi pozitif sayıp, inşallah ayakta geçiririm diyerek devam ediyorum. Atlattığım zatürrem var, akciğerlerim hassas, o yüzden bende nasıl seyreder diye düşünmeden edemiyorum. Ama bu endişeyi kendimde çabuk atlattım, etrafıma, aileme, iş arkadaşlarıma destek olmaya geçtim. Şanslı hissedebileceğim noktalardan biri evli değilim, yalnız yaşıyorum, bir başkasını düşünmekle ilgili bir vicdan meselesi, üzüntü yaşamayacağım. Evine gidemeyen, annesini, babasını, eşini, çocuklarını memleketine yollayan çok arkadaşım var. Onlar tek başına kalmaya alışık da değiller, ben bu yükü tek başına kaldırmayı biliyorum.
Olup bitene bakınca bütün yazı izinsiz geçirme olasılığımız var gibi görüyorum. Tedavi vesaire, ekstra bir şey gelişmezse, bu toplumla, bu bilinçle salgının rahat bir yılı var bence. Fakat her şey çökme aşamasında, devletin sosyal izolasyonu o kadar sürdürebileceğini sanmıyorum. Kalan sağlar bizimdir diyerek mayıs sonu, haziran başı izolasyonu açacaklarına dair duyumlar da alıyoruz.
Sağlık sistemi baştan aşağı sıkıntılı. Performans yasası çıktığından beri belki. Asıl mesele sağlıkta işini iyi yapan çok kişinin terk etmesi, devlet kurumlarının boşalmış olması. Bunu daha çok doktorlar açısından söylüyorum. Hemşirelerin çoğu ekmek parası derdinde, bırakmaları mümkün değil. Ben de bırakamadım. Yönetici olarak getirilenler birinin bir şeysi, bilmem ne siyasetten… CEO olmuş, doktorsa da nereden gelmiş? Saha, vaka deneyimi, insanlarla ilişkisi yeterli olmayanlar, o pozisyonlara geldiğinde sadece egosunu tatmin ediyor. Sağlıkta siyasetin bu kadar dönmesi her kademeye yansıyor, yerini hak etmeyen, profesyonel olmayan kişilerle doluyor hastaneler. Bu krize bunlarla birlikte bakmak lazım.
Şunlar da bilinmeli… Bizim kliniğimizde olmaz ama arkadaşlarımdan duyuyorum. Bütün hastane Covid’e ayrıldığı için, düşünün bir ortopedist, bir cerrahi doktoru Covid servisinde nöbetçi. Tabii ki isteksizler. Doktor zaten fiziksel muayene etmiyor. Hastanın kanını hemşire alıyor, EKG’sini hemşire çekiyor, tomografisini tomografi teknisyeni çekiyor. Boğazdan sürüntü işi de laborantta. Yatırıldıktan sonrası ayrı. Tam izolasyonda, hasta her çağırdığında gidersiniz tabii, ama onun dışında bir şeyleri birleştirip olabildiğince az girmek gerekir içeri. Fakat hasta, yakını olmadığı için yalnız, suyunu bile içemiyor. Şöyle söyleyeyim bir hemşirenin, bir vardiyada, bir Covid’li hastanın yanına dörtten az girmesi mümkün değil. Bu diyeceğimi doğru anlamak gerekiyor ama böyle, bir kez bile hasta yanına girmeyen doktorlar var. Kapıdan sesleniyor içeri: Bilmem ne hanım iyi misiniz?
Yapım gereği adaletsizliğe tahammülüm yok, öfkeliyim. Adaletsizlik nüksettiğinde öfkem de yükseliyor. Yaptığımız, verilen parayla eş değer bir iş değil, bunu baştan geçiyoruz. Teraziyi böyle kurmak istemiyorum ama gerçek bu: Hiç hasta görmeyen ya da kapıdan hastaya seslenen doktor 10 bin lira fark alırken, bir günde tek hastanın yanına dört kez giren hemşire bin lira alıyor. Covid’li hastaların odalarını temizleyen, her şeyini yapan, kanını taşıyan temizlik personeline hiçbir şey yok!
Kutsal bir iş yaptığımız söylenir. Herkesin istemeyeceği bir şeye cesaret ediyor olabiliriz ama ben işime kutsallık üzerinden bakmıyorum. Vicdan deyin, karma deyin, ilahi adalet deyin, yaptığımız her şeyin bizi bulacağını düşünürüm hayatta. Bu size anlattığım, beni öfkelendiren hiçbir durumun hastayı bağlamadığına da inanırım. Yapabileceğim her neyse, ben onu yaparım.
Öyle anlar oluyor ki… 80 yaşlarında bir amca bir odaya kapatılmış. Karısını göremeden, kimseyle vedalaşamadan. O odaya ben giriyorum. Normalde işimizi hızla yapıp çıkmamız gerekiyor. Ama insanlar bir şey sormak istiyor, nasıl büyük bir korku, nasıl büyük bir yalnızlık… Böyle şeyler gördükten sonra, hastalık geçtiyse de ayakta geçirebileyim en azından diyorsun. Lafın gelişi değil, her şey bu kadar dramatik. Sonra pozitif çıktı o amca da, karısı da. Apar topar entübe edip yoğun bakıma yolladık. Biliyorsunuz daha iyi sonuç alınabiliyor diye erken entübasyon gerekliliği var. Ben eski yoğun bakımcıyım. Şimdiye kadar hiçbir insana “Amcacım seni birazdan entübe edeceğiz, uyutacağız, başka bir hastaneye yollayacağız” demek zorunda kalmadım. Çünkü normalde şuuru gidik olur o durumdaki kişinin, çok ağır olur, izah etmezsiniz böyle. Karşında canlı kanlı bir insan, uyutulacağını duyuyor, her şeyin farkında, nereye gideceğini bilmiyor, ölecek mi diye düşünüyor. Çok acı bir an bu. Böyle anlar, bastırıyor diyemem ama öfkemi gözümün önünden çekiyor. Birine daha destek olsam kârdır diyorsun.
Konuştuğumuz gün 78.546 vaka, 1769 ölüm açıklanmıştı.
*Gezegeni saran bir virüsün birkaç ay içinde yarattığı bu öngörülemez olağanüstü halin, kapitalizmin hâlihazırdaki eşitsizliklerini görünür kıldığından, derinleştirdiğinden ve bundan sonra hiçbir şeyin aynı kalamayacağından konuşuyor çok insan. Kalamayacak mı gerçekten? Neden kalmasın ki? Varlığını, her veçhesiyle sömürgeciliğe, cinsiyetçi iş bölümüne ve tam da derin bir eşitsizliğe borçlu bu düzen kötücül bir virüs gibi ruhlarımızı ve bedenlerimizi sarmışken “iyileşmek” nasıl mümkün? Kadınlar, erkekler, işçiler, memurlar, işsizler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar, “yaka” devri değişti diyenler, serbest çalışanlar, evde çalışanlar, hâlâ çalışanlar, zorla çalıştırılanlar, karantinadakiler, geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun düşenler anlatıyor. Neden bu uzun yazı dizisine başladık? Çünkü birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında kendimizinkini aramaya ihtiyaç var.