Nereye gitmişti bilemiyoruz, ama Biden iktidarı alışının üzerinden bir ay geçmeden, Münih
Güvenlik Konferansı’nda konuştu: “Amerika geri döndü” dedi.
O demekle kalmadı, AB konseyi Başkanı Michel tarafından da, “welcome back” olarak karşılandı. AB Konseyi Başkanı’nın bu gözyaşartıcı sevinci, “hoşgeldin Amerika” sözlerinde yansımasını buldu.
Bu konuşma, neden AB içinde sevinçle karşılandı? Öyle ya, ABD, birçok AB ülkesine yaptırımlar uygulamaktadır ve bu aslında ABD ile ardılları olan emperyalist güçler arasındaki paylaşım savaşımının bir parçasıdır. “Ardılları”; Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya’dır. Bugün dünya, bu beş emperyalist merkezin arasında süren yeni bir paylaşım savaşımına sahne olmaktadır ve bu paylaşım savaşımının “kışkırtıcı” gücü, hegemonyasını kaybetmekte olan ABD’dir.
Bu noktanın anlaşılmasının önemli olduğu kanısındayız.
Her paylaşım savaşımı bir dünya savaşı mıdır? Ya da her dünya savaşı mutlaka bir paylaşım savaşı mıdır? Bu sorular önemlidir. İlki, Birinci Dünya Savaşı, açık ve net bir paylaşım savaşı idi. İngiltere’nin liderliğini elinden almak isteyenler, daha çok Almanya, ABD, Japonya idi. Fransa sayılmadan olmaz elbette. Saymamış yapmamak için adını analım. Almanya, ABD ve Japonya, geç gelmişlerdir ve geç gelene yeterince sömürge kalmamıştır. Özellikle Almanya ve Japonya için bu daha fazla geçerlidir. Zira ABD, Latin Amerika’ya sarkmaktaydı, İspanyol sömürgelerini kendine bağlayabiliyordu. Hızlı gelişen Alman, Japon ve Amerikan endüstrisi, birikmiş sermayeyi yatırmak ve aynı zamanda yağmalamak için alanlar arıyordu. Öyle ya, henüz Ekim Devrimi olmamıştı. Birinci Dünya Savaşı, sadece “dünya savaşı” olarak adlandırılırsa eksik olur, paylaşım savaşıdır da. Bu özelliği daha da önemlidir.
İkinci Dünya Savaşı, başlangıçta, kesinlikle SSCB’yi yok etmek, komünizmi yeryüzünden
silmek amacını taşıyordu. Almanya, bu göreve talipti, nedenleri belli ve elbette İngiltere, Fransa, ABD teşvikçi, Japonya ise aynı dertten muzdarip, Almanya gibi saldırmaya hevesli idi. Her biri, uygun anda savaşa katılmaya hazırdılar, dahası Almanya’yı, askerî ve teknik açıdan destekliyorlardı. Ford, acaba Hitler’e ne kadar yakındı? Hitler yenilince, neden Nazizmin tüm sistemi olduğu gibi ABD’ye teslim edildi?
Ama eğer Hitler başarılı olsa idi, muhtemelen Almanya, yeni düzenin lideri olacaktı, ki bunu,
yani “yeni düzen”i sık telaffuz ediyordu ve o zaman da “kanun”u o koyacaktı. İşte ABD, İngiltere ve diğerleri, bu arada pastadan pay almak için devrede olacaklardı. Demek ki, İkinci Dünya Savaşı’nı, önce sosyalizme karşı bir saldırı olarak ele almak gerekir.
Bugün, dünyanın bugünkü dengeleri açısından, 1990’larla başlar. Bugün denildi mi, SSCB
çözüldükten sonraki dönemdir. Bitmesi gereken ama bir açıdan bitmeyen Soğuk Savaş sonrası dönemdir. Yeryüzünde, Ekim Devrimi ile iktidara taşınmış olan sosyalizmin, yenilgiye uğratıldığı dönemden sonrasıdır. Bugün, SSCB’nin çözülmesi ile başlayan süreçtir.
1
Tüm emperyalist sistemin (NATO, IMF, GATT, Dünya Bankası vb. ile belirlenmiş sistemin) tepesine oturmuş olan ABD, aslında ekonomik alanda hegemonyasını ta 1970’lerde kaybetmeye başlamıştı. Ama buna çare buldular; petro-dolarlar, 1971 krizini aşmalarına yardımcı oldu. Ama bu petro-dolar mekanizması, aslında, Bretton Woods anlaşmasının açık ihlali demek olacaktı. 1980’lerde yeniden doların “sahte” basılmasının yarattığı sorunlar, aslında 1945 sonrası kurulan uluslararası kapitalist örgütlenmenin dağılmakta olduğunun, sistemin başına oturmuş olan ABD’nin ekonomik alanda hegemonyasını kaybetmekte olduğunun ifadesidir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Almanya ve Japonya, silah “üretemez” hâlde idi. Bu nedenle Japonya, Toyota fabrikalarını bir günde tank üretebilecek hâle getirmek üzere, “sıfır stoklu” üretim modellerini geliştiriyordu ve yine bu nedenle Almanya, bir aşamaya kadar otomobil olarak üretilmiş olan ve Avusturya’ya gönderilen Leopar tanklarını Avusturya’da üretiyordu. İki ülkedeki otomobil sanayii, bu açıdan ilgiye değerdir. Öte yandan, “müttefik” ve komünizme karşı savaşın lideri ABD, elbette liderlikten doğan tüm avantajları kasasına indirmekte tereddüt etmiyordu. Bunun içine, kontrol mekanizmalarını da katmak
gerekir. Hemen hepsini dinliyordu, her verilerini alıyordu. Hemen hemen her ülkede kurulan “Gladio” adlı iç savaş aygıtları, komünizme karşı savaş kadar, ABD operasyonlarının uzantıları oluyordu.
SSCB var olduğu için, komünizme karşı geliştirilmiş örgütlenme ayakta tutulduğu sürece,
ABD, diğer emperyalist güçlerin zararına birçok ekonomik adımı atabiliyordu. Emperyalist güçler arasında süren savaş, komünizme karşı savaş naraları ile bastırılıyordu.
SSCB çözülünce, ABD hemen, bu durumu kullanarak, “dünya imparatorluğu” peşine düştü. Kissinger’in “dünya imparatorluğu” hedefi, Üçüncü Roma olarak da adlandırılmıştı. Bizim sol
cenahın yakînen tanıdığı isimlerden Dönek Negri, tam bu noktada, emperyalist tek bir dünya devleti fikrinin, barışın tek anahtarı olduğunu yumurtluyordu.
İlgi çekici bir fikirdir. Bir köyde herkes ağaya boyun eğerse, bir mahallede herkes mafyaya boyun eğerse, bir ülkede herkes kölece iktidara boyun eğerse, “barış sağlanır” mı tartışması, hem yerel hem de evrensel bir “tartışma” konusudur. Çok sayıda örnek vardır ki, direnen, boyun eğmeyen, “barış düşmanı” olarak nitelendirilmiştir. Ama buna rağmen, efendinin taleplerinin sonu gelmez. Herkes boyun eğse de, hayat bu ya, efendi başka bir şeye daha sahip olmak ister. Hani söyleniyor ya, “bu halk bu kadar tepkisiz olur mu” diye. Bu tek örnek değildir, daha fazlası olmuştur, daha çok boyun eğilmiştir, biat edilmiştir ama dedik ya hayat bu, diyalektik işliyor. Yine de efendiler doymak bilmezler ve sonunda er ya da geç yerle bir olurlar.
“İmparatorluk”, ABD planı olarak ortaya çıktı. Afganistan ve Irak işgali bunun ürünüdür.
Diğer emperyalist güçler, sosyalizmin boşalttığı Doğu Avrupa’da sessizce alan genişlettiler. İşten en kârlı Almanya çıktı. Almanya, Hitler önderliğinde savaşla ulaştığı sınırlara, savaşsız
ulaşmayı başardı. Elbette biraz da Fransa vb. ile. Ama durumu gören ABD, Balkanlarda, işi biraz daha sıkı tuttu. Ekonomik alanda hegemonyasını kaybetmiş olan ABD, Sovyetler’in çözülmesi ile oluşan alanları doldurmakta, sadece askerî metotları devreye sokabiliyordu.
Japonya, gelişmiş ekonomisi ve sermaye fazlasına rağmen, daha çok ABD gölgesinde kalmayı, uzlaşı içinde görünmeyi tercih ediyor. Irak işgaline para verme karşılığında, Japonya’da bulunan ABD üslerinin bir bölümünün boşaltılmasını sağlıyor vb. Japonya daha alttan, daha ekonomik yönü önde, daha sessiz bir yol ile ilerlemek istiyor.
İngiltere ise, bir yandan ABD ile daha sıkı ilişkilere sahip olmanın avantajını kullanmak istiyor. Bu açıdan “dünyaya yön veren akıllı üretimin” merkezi olmaya çalışıyor. Öte yandan ise, AB ile yollarını ayırmanın onu daha tek başına lider hâline getirmeyeceğinin çelişkisini yaşıyor. ABD’ye görünüşte en yakın, ama aynı zamanda ABD denetiminden kurtulmak için en ince politikaları devreye sokmaktadır.
Fransa, elbette askerî ve siyasi açıdan daha “rahat”tır. Zamanında NATO’nun askerî kanadından çıkmış olmak gibi hamleleri gerçekleştirmenin avantajını taşıyor.
Sistemin eski hegemon gücü, hâlâ çözülmekte olsa da hegemon gücü tartışmalı olsa da
lideri olan ABD, askerî üstünlüğünü konuşturarak ayakta durabiliyor. Bu açıdan, ekonomik öncülük, kapitalist-emperyalist kampta Almanya ve Japonya’dadır.
Öyle görünüyor, ABD, hegemonyasını savaşsız teslim etmeyecektir. Bu durumda, kamplaşmanın birinde ABD olacaktır, diğerinde ise Almanya ve Japonya. İngiltere ve Fransa, duruma göre tutum alacaktır.
2
Afganistan ve Irak hamleleri, ABD’nin BOP projesi ile de bağlı idi. Ama işler istenildiği gibi
gitmiyordu. ABD, “kazandığı” hâlde “kaybetmeye” devam ediyordu. Ve Libya, böyle devreye
girdi. Libya, ABD’nin, Batılı ortaklarına, bir yem vermesi idi. Yoksa, “müttefikleri”ni kaybetme süreci daha da hızlanmakta idi. İtalya, Gladio’dan kurtuluyor, Almanya ve Japonya, ABD üslerini para ödeyerek boşalttırıyordu. İşte, Libya iyi bir yemleme olabilirdi. İngiltere ve Fransa hemen üzerine atladı, İtalya’yı şimdilik saymıyoruz. Böylece ABD, eski müttefiklerini, bir parça Libya vererek yanında tutmaya çalışıyordu.
Libya, ABD’nin saldırgan politikalarında bir yeni manevra demek idi. Obama dönemi budur.
Bush döneminin saldırgan ABD’si, saldırganlığını devam ettirmek için bir imaj değişikliğine ihtiyaç duyuyordu. Hepsi budur. Biden, oradan geliyor. Obama döneminden geliyor.
ABD, Almanya ile Rusya yakınlaşmasını önlemek için, Almanya’nın duyarsız kalamayacağı Ukrayna operasyonunu devreye soktu. Hitler’in yenilgisi ile Kanada’ya ve ABD’ye kaçan Nazi
artıkları, Ukrayna’ya getirildi ve ardından, uygun bir operasyon devreye sokuldu. Hem Rusya ile Ukrayna arasına ciddi bir ara konulmuş oldu hem de Almanya-Rusya yakınlaşması suya düştü. Rusya, her ne kadar Ukrayna’da kan dökülmemesi için uğraş verdi ise de, iki ülke arasına ciddi bir mesafe oturdu. Fransa, İngiltere, İtalya da yanlarında Libya’yı yutmakla meşgul iken, Almanya, Ukrayna sorunu ile uğraşta iken, Çin ile Japonya arasında sorunları öne çıkartacak birkaç hamle de geldi. Böylece ABD, yemlenmiş “eski ortakları”
yeni rakiplerini sessiz moda aldığını düşündü. “Sessiz mod”, yani çok duyarlı değil, çok da rahatsız edici değil. Haksız da sayılmazdı. Bu kez sıraya Suriye alındı. Suriye’yi İran’ın izleyeceği kesin idi.
Burada duralım. Adına “ulusalcı” denen eski devlet elitleri, ısrarla, aslında ABD’nin Türkiye’yi de parçalamak istediğini söylemektedir. İyi ama, TC devleti, baştan aşağıya, tüm bu politikalarda ABD’nin tetikçisidir. ABD, bunu istediği her zaman yapabilir. TC devleti, kendi “ulusal” çıkarı olarak tanımlayamayacağı pek çok süreçte, ABD çıkarlarının bekçisi olarak davrandı, hâlâ da davranıyor. Yani, TC, tam olarak ABD kontrolündedir. Bu gücü tetikçi olarak kullanmak istiyor. BOP projesi sonuçlandığında ne olacağı, elbette
ABD’nin umurunda olmaz.
ABD ile AB arasında, 2000’li yıllara gelmeden, 1990’ların ortalarında, bir “kalıcı olmayan”
anlaşma olması ihtimali yüksektir. Bu anlaşma, AB’nin Kıbrıs ve Türkiye’yi alması karşılığında, ABD’nin de Ortadoğu’yu alması şeklinde olabilir. Ama öyle idiyse dahi, anlaşma yürümemiştir. Kıbrıs tıkatılmış, İstanbul için kanal projesi devreye sokularak İstanbul’un bir çeşit Hong Kong tarzı şehir devlet hâline getirilmesi dillendirilmiştir. Böylece Ortadoğu konusundaki anlaşmalar da rafa kalkmış demektir.
Suriye savaşı, ABD’nin Uzak Asya’daki sert adımları, Rusya ve Çin’in sahaya inmesine neden oldu. Ya da şöyle diyelim, onları sahada o zaman gördük. Rusya, Suriye’de sahaya indiğinde, açık olarak Libya’da hata yaptıklarını kabul etti. BM’nin Libya kararını veto yetkilerini kullanarak engellemenin hata olduğunu söylediler. Rusya ve Çin sahaya inince, aslında ABD’nin, Almanya, İngiltere, Fransa ve Japonya karşısında eşsiz diye sunulan askerî gücünün “sınırları” ortaya çıkmaya başladı. Böylece zaten çözülmekte olan ABD hegemonyası, ağır bir yara daha aldı.
Suriye ile birlikte, yeni savaş politikalarını devreye alan, Obama dönemi ABD yönetimindeki
iki isim çok önemli idi, biri Bayan Clinton, diğeri Biden’dır. Her ikisinin çevirdiği işler WikiLeaks belgelerinde ortaya serilmiştir.
Bu ikili olmadan, IŞİD anlatılamaz. Bu ikili olmadan, AB ülkelerinde patlayan bombalar
anlatılamaz. Bu ikilinin ortaya koyduğu politika, aslında eski müttefiklerine verilen tavizlerin
“havuç” olduğunu ortaya çıkardı ve AB ile ABD arasında daha açık olarak çelişkiler ifade edilmeye başlandı.
IŞİD, ABD’nin AB’yi de tehdididir. IŞİD, yeni bir “ortak düşman” yaratma projesidir ve bu
yolla ABD, eski ortaklarını yanına alacak, kanatları altına sığınmalarını sağlayacaktı. Fransa’da bombalar bu nedenle patladı. IŞİD ortaya çıktıktan sonra, NATO, “teröre karşı savaş” üzerinden kendi anlamsız varlığını meşrulaştırmaya yöneldi.
Ama görünüyor, bu da tutmadı.
3
Çin ve Rusya, kapitalist ülkeler olsalar da, sosyalizmden vazgeçmiş olsalar da (her ikisi de,
daha çok, sosyalist olmamaları gerçeği içinde ele alınabilir, kapitalistleşmeleri bulaşıktır, bu bulaşık kapitalist hâl, onları bağımsız ülkeler olarak tutmaktadır, ama sömürge olmamaları, emperyalist oldukları anlamına gelmez), serbest piyasaya bağlı hareket etmeye çalışsalar da, eski sosyalizm döneminde nasıl Batı tarafından dışlanıyordularsa, yine aynı durumla karşı karşıya kaldılar. Ne Çin ne Rusya, Batı basınında, gerçekçi, tek “olumlu” bir örnekle dahi anılmaz oldular. Oysa onlar, dünya kapitalist sisteminin içinde hareket etmeyi ilke
edinmişlerdi. Onlar sisteme entegre olmaya çalışıyorlar, ama uluslararası tekeller onları “pazar olarak” hakimiyet altına almak istiyor. Sorun burada çıkıyor.
Çin, Uzak Asya’da yaptığı anlaşmalarla, çevresindeki tüm ülkelere de kazandıracak bir birliktelik geliştirdi. Hatta Japonya dahi bu anlaşmalara imza attı.
Rusya ve Çin, Şangay örgütü ile ekonomik işbirliğini geliştirmeye çalıştı. Bu arada ise ABD, Trump ile, “kuralsız” bir adam imajı ile AB ve diğer emperyalist “ortak”larının üzerine yürümeye başladı. Had bildirme, sizi yalnız bırakırız tehdididir bu. AB’nin NATO’dan
istediği “hakları”, doların içinde bulunduğu durumda ihtiyaç duyulan yeni para sistemi anlaşmalarını tepeden reddetme girişimidir.
İşte “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” sözlerini Macron’a ettiren süreç böylesi bir
süreçtir. ABD, AB’yi “sizi korumam” diye tehdit etmeyi sürdürdü. Buna bağlı olarak IŞİD saldırıları Avrupa’ya taşındı. Erdoğan açıkça AB’yi, ABD emri ile, IŞİD ile tehdit etti vb.
Fakat, tüm bunlar ve Suriye savaşı, bırakın imparatorluğu, bırakın ABD’nin dünya egemenliğini, bırakın “tek kutuplu dünyayı”, birden fazla güç merkezinin ortaya çıkmasına neden oldu.
Bu durum ekonomik alanda, 1970’lerden beri çözülen, 1990’larda hız kazanan hegemonya kaybının, siyasal alanda, askerî alanda da yansıma bulması demektir. Böylece ABD’nin hegemonyasının kaybolmakta olduğu, gerçek anlamı ile varlık hâline geldi. ABD, bu sürece sessiz kalmayacaktır. Trump’ın “America first” sloganı, bunun ifadesidir. Trump’ın yerine Biden’ın gelmesi, aslında tarzda bir değişiklik, yolda bir farklılık dışında bir anlam ifade etmez.
4
İşte Biden dönemi, bu sürecin sonunda ortaya çıkıyor.
Münih Güvenlik Konferansı’nda Biden, “Amerika geri döndü, transatlantik ittifakı geri döndü” diye konuşuyor.
AB Konseyi Başkanı bunu alkışlıyor. Macron, hani “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşmiştir” diyen Macron, “ittifaka inanıyorum” diyor.
Oysa NATO’nun beyni ABD idi.
Demek ABD, beyin ölümü gerçekleşmiş güç, şimdi geri dönüyor, öyle mi?
Biden, yeni bir saldırganlığı ifade edecektir. Bunu hep söylüyoruz. Çünkü, Rusya ve Çin’in
sahaya inmesi, ABD’yi, “eski müttefiklerine” ihtiyacı olduğu düşüncesine itmiştir. ABD, yeni
başkanının ağzından, “demokrasiyi savunuyoruz” planı ile geliyor.
“Demokrasiyi savunuyoruz” programı, genel başlıklarla şunlardan oluşuyor:
– Rusya’ya karşı saldırı: Biden, “Putin Avrupa’yı ve NATO ittifakını zayıflatmak istiyor” diyor. Ki doğrudur. Bu durumda NATO’nun Doğu sınırlarını genişletme programının devam edeceği
anlaşılıyor.
– Çin’e karşı yaptırımlar ve savaş devam edecek, diyor.
– Ve savaşın en kritik bölgesi hâline gelmiş olan Ortadoğu’da “ortak tutum” talep ediyor.
NATO’ya bağlıyız, işte bunları içeriyor.
ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, komünizme karşı savaş şemsiyesi altına, tüm emperyalist dünyayı toplarken, sloganları “demokrasiyi korumak” idi. Demek, ABD, “soğuk savaş” dönemini özlemektedir.
Yani, yeni politikalar da üretemiyor, sadece bozulan statükonun, kendi liderliği altında, hiçbir şey olmamış gibi devam etmesini istiyor.
NATO Genel Sekreteri, hemen topa giriyor. Bu hıza bakarsanız, aceleleri var. Dünya savaşı çıkartmaktan korkmadıklarını ifade eder gibiler. Ve NATO şunları tehdit olarak sayıyor:
– Çin’in yükselişi. Ne ilginç, bir ülkenin, ki bu şu anda Çin, yükselişi açık olarak tehdit ilan ediliyor. Bu Hindistan olsa idi, yine tehdit olacaktı. Bu Endonezya olsa idi yine tehdit olacaktı.
– Gelişmiş siber saldırılar. NATO, bunu tehdit olarak görüyor. Siber saldırı yapma hakkı, sadece onlara ait olmalı, diye okuyabilirsiniz.
– Yıkıcı teknolojiler. Bu da ilginç bir başlık. Yıkıcı teknoloji hangisidir? Google değil mesela
TikTok mu? Apple değil mesela Huawei mi? Yıkıcı teknoloji, bir itiraftır. Batı, teknolojik önderliğin kendilerinden çıktığını itiraf etmektedir.
– İklim değişikliği. Bu da ilgiye değerdir. Dünyanın mahvolmasına neden olanlar, şimdi
Bill Gates’in önderliğinde “dünyayı kurtarma” işine soyunmuşlardır. Bill Gates, yeni alanlara
milyar dolarlık yatırımlar yapıyor. Bunu kendisi açıklıyor. Bu yatırımlar, kâr amaçlıdır. Kâr amaçlı değilse “yatırım” olmazlar. Bill Gates, gerçekten samimi ise, dünyaya bir dirhem olsun fayda sağlamak istiyorsa, kendini ortadan kaldırsın yeter.
– Rusya’nın istikrarsızlaştırıcı davranışları. ABD savaş naraları attığında istikrarsızlaştırıcı
olmuyor ama Rusya savunmaya başlayınca istikrarsızlaştırıcı oluyor.
– Terör tehdidi. Terör tehdidi en son maddedir. Çünkü, bizzat NATO en büyük terör organizasyonudur.
Tüm bu, geri döndük, hoşgeldiniz naraları, aslında, bir yeni anlaşmayı ifade etmektedir.
ABD-AB arasında bir yeni anlaşma. Bu anlaşmanın boyutlarını, ciddiyetini bilmiyoruz. Bir, uzun sürmeyeceğinden eminiz, iki esas olarak ABD’nin AB’yi ve eski müttefiklerini yanına alarak Rusya ve Çin’e karşı etkin bir saldırı planladıklarını biliyoruz.
Peki şimdi ne olacak?
Elbette biz çeşitli seçenekleri tartışabiliriz. Bazı soruları ele alabiliriz. Gerisini hayat gösterecek.
(a)
Acaba, NATO içindeki güçler, ABD’nin yeniden “ittifaka” uyum göstereceğini ilan etmesi
ile, kendi ülkelerinde ABD’nin at oynatmasına izin verecekler mi? Mesela İngiltere, ABD’nin ülkedeki laboratuarlara el koymasını kabul edecek mi ya da mesela İngiltere, ABD’nin her dediğini yapacak, Kraliçe’nin dinlenmesine izin verecek mi? Mesela Almanya, dün deşifre ettiği “Big Brother”, “Echelon” vb. dinleme sistemlerinin yeniden devreye girmesine onay mı verecek? Mesela Volkswagen’in ABD pazarında aldığı cezalara karşılık, Google’a ceza kesmekten vaz mı geçecek? Japonya, kendi topraklarındaki ABD üslerini, protesto gösterileri organize ederek ve ABD’ye para ödeyerek boşaltmaya başlamış iken, bundan
vaz mı geçecek? Acaba Japonya, Toyota’nın pazar payının ABD’de azaltılması için alınan önlemlere razı mı olacak? Acaba Fransa, “beyin ölümü gerçekleşmiş” dediği NATO’nun eski hâli ile devreye girmesine olanak mı verecek? Yoksa, bu eski “müttefikler”, yeni paylaşım savaşının tarafları, “kocamış kurdu” kandırmak için bir uzlaşı içinde görünmekle mi yetinecekler?
Başka bir boyutu da var.
Mesela Batı’nın devasa tekelleri, Çin’deki tüm yatırımlarını durduracak, Çin ile her türlü ticareti ortadan mı kaldıracak? Hepsi, üretim bantlarını ABD’ye, Almanya’ya, İngiltere’ye geri mi taşıyacak? Buralarda işçileri, İngiliz, Alman, Fransız, Amerikan, Japon işçilerini 500 dolar aylıkla mı çalıştıracaklar? Tekeller, Çin’i sarsmak için, tüm bu yatırımlarından elde ettikleri akıl almaz kârları feda mı edecek? Apple, mesela Huawei ile, bu kârlar olmadan rekabet edebilecek mi? Öyle ise neden iPhone 12’nin fiyatlarını üç kademe yapmaya yöneliyor?
(b)
ABD, bu yolla AB ülkelerini yanına alıp, Rusya ve Çin’e karşı savaş mı açacak? Görünen o
ki, bunu planlıyorlar. Mesela Biden, Merkel’e, gel sen şu yeni boru hattını, kuzey hattını kapat mı diyecek? Bu yolla Rusya’nın Avrupa’ya gaz satmasını mı önleyecek? Çin’e karşı vergileri artıracak ve sonunda Çin’den mal akışını mı kesecekler? Diyelim bunları yaptılar, karşı taraf, hiç önlem almayacak ve bu iki ülke, “boyun eğecek” öyle mi? AB’nin bundan çıkarları etkilenmeyecek mi? Mesela Volvo’nun bir Çin firması olmasını nasıl önleyecekler? Artık, kapitalist ekonomi geçersiz mi diyecekler?
İşte ABD’nin planladığı şey budur.
ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İngiltere’ye diyor ki, gelin aramızdaki savaşı donduralım, geçici bir ateşkes yapalım, birlikte, Çin ve Rusya’yı “ham” edelim, bölüşelim ve sonra yolumuza bakarız, herkes refah içinde olur, sonra da birbirimizi boğazlarız. ABD’nin önerisi budur. Bu her büyük savaş öncesinde var olan geçici ittifaklara benzer tutumdur. Ve ABD’nin bu önerisini kabul etmeleri için eski müttefiklerine bazı tavizler vereceği açıktır. Yoksa “geri döndük” sözleri “welcome” diye karşılanmazdı.
“Demokrasi”, bu saldırıyı gizlemenin bir başka yoludur. Biden ile ya da ABD ile “demokrasi”nin hiçbir bağı yoktur. ABD veya Batı’nın, insanlık adına, devletler düzeyinde tek bir pozitif katkısı, tarih tarafından kaydedilmiş değildir.
Bill Gates gibilerin dünya kurtarıcısı, yeni İsa rolüne bürünmelerinin nedeni budur.
Bu seçenek uygulandığında, Rusya ve Çin pes ederse, hedefe ulaşmış olur ABD.
Peki ya pes etmezse? Ya onların da yapacakları şeyler varsa?
Bu durumda savaş büyüyecek, farklılaşacak mı?
Sadece ABD’nin elinde, tüm dünyayı birkaç kere yok edecek kadar imha silahı var. Aynısı Rusya’da, aynısı Çin’de, aynısı İngiltere’de, aynısı Fransa’da vb. var.
Yoksa, diğer dört emperyalist güç, Almanya, Japonya, İngiltere ve Fransa, ABD’nin planlarını kabul etmiş gözükecek ve bu arada, kendi yollarında mı ilerleyecekler? Bu geçici anlaşmalar, bu son yolu daha olası kılar. Elbette AB, ABD’den taviz kopardıkça, Çin ve Rusya’ya karşı kampanyaya katılmakta beis görmeyecektir. Zaten bu yola girmiş durumdadırlar. “Welcome ABD” tam da bu anlamdadır. Ama AB’nin kopardığı bu tavizler,
bugün tatmin edici olsa da, yarın tatminkâr olabilecek mi?
(c)
ABD ve AB arasında, geçici bir anlaşma olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlaşmaya göre, AB ve
diğer emperyalist güçler, Rusya ve Çin’e karşı ABD’yi destekleyecekler. Ve NATO, AB’nin denetim ve söz hakkının artacağı bir organizasyona dönecek, ama bu arada, birçok iş NATO adına yapılacaktır. Mesela Irak’taki NATO asker sayısı, 500’den 4 bine çıkarıldı. Böylece, Irak’ta NATO daha öne çıkacak. NATO’nun Karadeniz’e ve Doğu Avrupa’ya yayılması da bu planın parçasıdır.
Bu arada ABD, Irak-Suriye sınırını, İran yanlısı milisleri bombaladığını duyurdu. Yani bir yandan, Irak’ta ABD, diğer emperyalist güçlere pastadan daha fazla pay vermeyi kabul ederken, NATO şemsiyesini öne çıkarırken, diğer yandan, kendisi saldırılarını sürdüreceğini gösteriyor. Bu durumun kendisi de anlaşmanın “çok” geçici olduğunun kanıtıdır.
Muhtemeldir ki, ABD-AB arasında, bazı sorunların geçici olarak çözümü gündeme gelecektir. Her savaş öncesinde, böylesi geçici anlaşmalar yapılır. Burada da bunu görmekteyiz. Bu yolla ABD, Rusya ve Çin’e karşı, tüm Batı güçlerini yanına alma hevesindedir. Bunda hızlı bir yol alındığına bakılırsa, aslında görüşmelerin Trump döneminde de sürdüğü anlaşılmaktadır.
Öyle anlaşılıyor ilk eylemler, bölgemizde gerçekleşmektedir. Suudi Arabistan Prensi’nin
Kaşıkçı’nın ölüm emrini verdiğinin duyurulması, Suriye sahasının bombalanması, İsrail’in Suriye sahasına yeni saldırılar gerçekleştirmesi, NATO’nun Irak’a daha fazla asker göndermesi, bunu doğrular niteliktedir. Rusya-İran ortak tatbikatı da, muhtemelen tüm bunlara yanıttır. Karadeniz ve Kafkaslar ile Ukrayna üzerinde oyunlar sahneye
sürülmesi muhtemeldir. Bir de elbette Çin’e karşı atılacak adımlar var.
Tüm bunlara Rusya ve Çin’in bir direniş göstereceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
(d)
Diyelim ki, bu plan tutmadı. Rusya ve Çin’i öcü ilan etme planı işlemedi ve ABD diğer emperyalist güçlerle, onlara karşı savaşa yeniden döndü Bu durumda, “demokrasi” savunusu ne olacak diye sormayın, çöpe gidecek. Ama savaş nasıl bir seyir izleyecek diye sorun, çünkü çok farklılaşacak.
Twitter, Trump’ı yasakladığı gibi başkalarını da yasaklayacak mı diye sormayın, çünkü zaten
bunu bir kere yaptılar mı arkasını getirecekler. Ama, savaş ABD içine ulaşacak mı, diye sorun.
(e)
Tabii bir de, hiçbir gücün hesaba katmadığı, dünya proletaryası var. Dünyanın her yanında işçiler, 20. yüzyılın başındaki kadar örgütlü değiller. Çok daha kalabalıklar, çok daha enternasyonal nesnelliğe sahipler, ama daha az örgütlüdürler.
Tüm bu savaş, tüm bu senaryolar, aslında, kapitalist sistemin krizde olduğunu unutturmamalıdır. Yani, sadece savaş yok, hem savaş hem de derinleşen bir kriz var. Kriz ve savaş birleşmiş durumdadır. Bu, durumu daha fazla devrime gebe
hâle getirmiştir, getirmektedir.
Evet dünya proletaryasının örgütlülüğü göreli olarak zayıftır. Bu da bir realitedir. Ama bu
zayıflık, ortadan kaldırılamaz bir zayıflık değildir. Tarihin tekerleği, bazı dönemler, olduğundan daha yavaş dönebildiği gibi, bazı dönemler olduğundan daha da hızlı dönebilir.
Ve bir devrim ne kadar imkânsız görünürse görünsün, dünyanın kurtuluşu, Bill Gates gibilerin reçetelerine değil, sosyalist devrime muhtaçtır. Kâr için üretim, insanoğlu için bitmiştir. Yolun sonu burasıdır. İnsanoğlu, kâr için üretime, özel mülkiyete, meta üretimine ve onun tüm sonuçlarına, her türden ayrımcılığa ve sömürüye son vermek zorundadır. Bu zorunludur. Başka türlü insanlığın bir geleceği olamaz. Ama bu sadece zorunlu değildir, aynı zamanda da olanaklıdır. Tüm bu olasılıklardan bin kat daha reel, bin kat daha
gerçekçi bir hayaldir bu.