Uzun süre Suriye’li göçmenleri konuştuk.
Iraklılar, İranlılar, Türkmenler, Tacikler, Çeçenler ve Afrikalı göçmenler derken, artık en çok Afgan göçmenleri konuşuyoruz.
“İran sınırından her gün bin, genç, erkek, Afgan giriş yapıyor” iddiasına İçişleri Bakanlığı “o kadar değil” derken; her gelişmede “şeriatçı bir tehdit” algılayan “ulusalcı”lar, “AKP’nin çıkarmayı planladığı iç savaşta bu 35 bin Afganlıyı kullanacağından” eminler.
Kitlesel göçler sağ, otoriter, faşizan iktidarların yabancılaştırma, ötekileştirme politikalarının, toplumda ırkçı eğilimlerin gelişip güçlenmesinin zemini haline getirilmeye elverişlidir.
Bugün “Burası binlerce yıllık Türk yurdudur, başka ırklar izinsiz giremez” hezeyanının 50 farklı halini sosyal medyada okudum.
Anadolu bir “Kavimler kapısı”dır, her zaman farklı yoğunluklarda göçlere sahne olmuştur. Özellikle İstanbul her zaman kozmopolit bir Dünya şehriydi. Şehre yeni gelenler hiçbir zaman küçük bir azınlık olmadılar.
Ama bu defaki yoğun göç üzerine konuşmamız lazım. Çünkü bu defa ne “93 Harbi”nde veya Balkan Harbi’nde olduğu gibi, dış düşmanın baskısı altında imparatorluğun içine doğru kendi topraklarımızda göç ediyoruz; ne 1950 sonlarından başlayarak, kırsal Türkiye’den büyük şehirlere akan ve gecekonduyu icad eden işgücü akışının benzerine tanıklık ediyoruz. Elbette kitlesel göçün bir yanı daima ucuz işgücüdür. Ama şimdi bundan fazlasıyla karşı karşıyayız.
Kalabalıklar Durup Dururken…
Kendisine başka yerlerde, başka türlü bir hayat kurmayı hayal eden, bunun için doğduğu şehirden, ülkesinden kendi isteğiyle ayrılan ve başka ülkelere yerleşenler az değil.
Ülkesinde bir gelecek göremeyenlerin çoğaldığı toplumsal kriz dönemlerinde bu türden bireysel göçler yoğunluk kazanır. Tıpkı şimdilerde Türkiye’den Batı ülkelerine giden iyi öğrenim görmüş, dil bilen, genç bir nüfusun göç hareketi gibi. Bu göç de aslında “durup dururken” değildir. Türkiye kapitalizmiyle uluslararası sistem arasında kurulmuş ilişkilenme biçimi, Türkiye’yi, diğer bağımlı ülkeler gibi sık sık derin ekonomik, politik ve toplumsal krizlere sürüklüyor. Ve bu krizler dizisi imkan bulabilen gençlerin ülkeden “kaçmasına” yolaçıyor.
Bu kalıbı, kaynakları gelişmiş kapitalist ülkeler tarafından, sömürgecilik döneminden bu yana yağmalanan her ülkeye taşıyabiliriz.
Fakat “hamam böceği tek gezmez”, kötülükler de birer birer gelmez.
Ülkenin sermaye birikimi yetersizse, kaynakları merkez ülkelerle işbirliği halindeki kendi yönetici sınıflarınca sürekli yağmalanıyorsa; bu duruma isyan eden toplumsal muhalefeti bastırmak üzere sık sık askeri darbeler yapılıyor, iç savaşlar da yaşanıyordur. Haliyle özgürlükleri tehlike, demokrasi isteyenleri tehdit gören baskıcı, otoriter yönetimler işkenceyi ve siyasi cinayetleri yaygınlaştırırken, yönetimde ve hukuk alanında keyfiliği sıradanlaştırıyordur.
Şimdi Afganlardan, Suriyelilerden şikayet edenler, 1994’ten itibaren İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e, Çukurova’ya, Mersin’e yönelen ve sayıları milyonları bulan Kürt göçünden şikayet ediyordu.
“Ora”da düşük yoğunluklu olduğu sürekli tekrarlanan bir savaş devam ediyor, devlet OHAL ilan ediyor, “gerilla balığını” yakalamak için; onun içinde yaşadığı “halk denizini kurutma” anlayışıyla hareket ediliyor; şiddetten tasarruf olmaz düşüncesi bir “halkla ilişkiler stratejisi” olarak yürürlüğe konuluyordu.
Şehirli kalabalık, devletin “eşkiyaya” yaptığını az bile bulmakla birlikte, Kürtlerin günlük hayatında her geçen gün çoğalmasından şikayet ediyordu.
Kürt coğrafyasında mezraları, köyleri boşaltan, evleri damları yıkan, köye giriş çıkışları bugün bile yasaklamaya devam eden; bu arada evinden köyünden çıkardığı Kürde bırakalım yer ve imkan göstermeyi, asker ve polise ek olarak korucu şiddetini de reva gören bir devlet politikası söz konusuydu. Bu politikalara karşı çıkmadan şehirlerde artan “Kürt nüfus”tan şikayet etmek sadece iki yüzlülük yanıyla ahlaki bakımdan sorunlu değildi; aynı zamanda Kürde büyük şehirlerde de yaşama hakkı tanınmasın isteyen bir ırkçılıkla malüldü.
Özetle bir yerde kitlesel göç varsa orada, öncelikle düşük yoğunluklu savaş, iç savaş, vekalet savaşı, bölgesel savaş veya “umumi harp”; adı ne olursa olsun bir savaş ile hayatı tehdit altına girmiş yığınlar vardır.
Bunlara büyük kuraklıklar ve yerel güçler arasında çatışmalar; kitlesel açlık ve yerel güçler arasında çatışmalar gibi ekler yapabiliriz.
Kitlesel Göçler ve Bilinen Tarihi Sorumluluklar
Hepimiz farkındayız, aslında ne Afrikalı göçmenlerin, ne Afganların, ne Suriyelilerin yerleşmeyi ve yeni bir hayat kurmayı istediği ülke Türkiye değil. Nihai hedef olarak, Afrika’nın, Asya’nın ve Ortadoğu’nun yer üstü ve yer altı kaynaklarını sömürgecilik döneminden bu yana yağmalayan; insanlarını köleleştiren Avrupa ülkeleri ve ABD bu ortak tarihin mağdurlarının asıl yöneldiği ülkeler.
ABD Trump döneminde Meksika ile arasına duvar ördü.
AB ise hem Türkiye ile AB sınırının, Yunanistan ve Bulgaristan tarafına fiziki bir duvar ördü ve hem de AKP-MHP rejimine ödediği paradan ve çeşitli tavizlerden oluşan bir paket ile rejimi AB sınırlarını göçten korumak için bir duvar haline getirdi.
Duvarlar ve göçmenlere karşı uygulanan vahşet bu devletlerin eski sömürge halklarına karşı işledikleri suçların devamını oluşturuyor.
Bunlar Batı’nın bilinen tarihi sorumluluklarının bir bölümüdür. Türkiye’nin de apaçık tarihi sorumlulukları var.
Türkiye sadece bir göç yolu değil. Ülkeye girmiş milyonlarca Suriyeli göçmenin yerinden yurdundan ayrılmak zorunda kalmasına neden olan Suriye’deki vekalet savaşının fitilini ateşleyen, cihatçı/selefi örgütleri besleyen, donatan ve sahada kullanan ülke Türkiye.
Suriye’nin kendisini yeniden inşa edebilmesi; içindeki Kürtler başta olmak üzere farklı kimliklerle ortak bir geleceğin nasıl inşa edileceğini müzakere etmeye başlayabilmesi; bir yandan ekonomisini yeniden kurabilmesi ve normalleşmesi için savaşın sona ermesi gerekiyor. Savaş İdlib’de, Afrin’de, El Bab, Azaz, Cerablus’ta, Jindires, Rajo, Tel Abyad ve Ras al-Ayn gibi binden fazla irili ufaklı yerleşim bölgesinde cihatçı çetelerle birlikte işgalci konumunda bulunan Türkiye bu toprakları Suriye’ye iade etmeden nasıl bitecek? Dolayısıyla Türkiye’ye, Ürdün’e canını kurtarmak için kaçmış milyonlarca göçmen, savaş bitmeden nasıl ülkesine dönecek?
“Suriyeli göçmenler ülkesine dönsün” diyenlerin, öncelikle Türkiye’nin işgali altında tuttuğu Suriye topraklarından çekilmesini, cihatçı çetelerle ilişkisini kesmesini talep ediyor olması lazım. Suriye’de savaş sona ersin, barış olsun, demeden göçmenler gitsin denilemez.
İlginçtir, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, iktidara geldikten sonra iki sene içinde Suriyeli göçmenleri geri göndermekten sözediyor. Ne güzel. Peki işgal bölgelerinden ve bu duruma son verileceğinden söz ettiğini duyuyor muyuz?
Afrika’dan Kitlesel Göçlerin Sorumluluğu
Suriye’den taşıdığı selefi/Cihatçı çeteleri Libya’da savaşa süren ve Libya içsavaşında taraflardan biri haline gelen gene AKP-MHP rejimidir. Libya zengin petrol kaynaklarına sahip. Bu petrol çok yüksek kaliteye sahip ve Avrupa’nın dibinde.
Afrikanın enerji ve nadir maden kaynaklarının bulunduğu bölgelerini kontrol altına almak için büyük güçler arasında süren mücadelede El Kaide ve İŞİD’in kolları kullanılıyor. Bazen de bu örgütlerin faaaliyetleri bahane edilerek bu bölgelere askeri birlikler üstlendiriliyor. Mozambik’ten Somali’ye, Tunus’tan Nijerya’ya, Mali’ye, Burkina Faso’ya, Kenya’ya Boko Haram, Eş Şebab, Ensar El Şeria, El Murabitun, Cemaat Nusra el İslam gibi kolların yanı sıra, İŞİD ve El Kaide doğrudan kendi adıyla da bu mücadeleler içinde rol oynuyor. AKP rejimi esas olarak Afrika’nın Fransa gibi eski sömürgecileri ile ABD gibi kıtaya sonradan giren güçler arasında süren vekalet savaşlarında, bu çetelerin silahlandırılması ve donatılması üzerinden rol kapmaya, işbirlikleri geliştirmeye, hakimiyet alanları yaratmaya yöneliyor.
Somali’de ve Sudan’da askeri üsler edindi ve yenilerini kurma peşinde. Dolayısıyla Afrika’da milyonlarca insanın hayatına yönelen tehditlerin doğrudan ve dolaylı sorumlularından.
Dolayısıyla caddede, sokakta gördüğünüz, Türkiye’ye kadar gelmiş Afrikalı göçmenin ülkesini, şehrini, köyünü yaşanmaz hale getiren cihatçı çeteler üzerinden yürüyen vekalet savaşlarının ve güç mücadelelerinin sorumlularından biri, bizim de hayatımızı karartan mevcut rejim.
Rejimin Afrika’da yürüttüğü askeri faaliyet ve bağlantıları en azından parlamento zemininde şeffaflaştırmasını, el altından yürütülen silah ticaretini ve silah/mühimmat-teçhizat desteğini kesmesini talep etmeden Afrikalı göçmenler konusunu konuşmaya başlayamayız.
Afganistan’ın Çaresizliği…
Sovyetler Birliği’nin Afganistan’daki varlığına karşı ABD’nin başını çektiği Pakistan, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri bloku cihatçı/selefi örgütlerin anası olan El Kaide’yi kurdu. İŞİD/DEAŞ, El Nusra ve diğerleri El Kaide’den doğdu.
Taliban 1989’da SSCB’nin Afganistan’dan çekilmesinden sonra medrese öğrencilerinden ve savaştan kaçan mültecilerden kuruldu. 1996’da Kabil’i ele geçirdi.
11 Eylül 2001’de İkiz Kulelerin vurulmasından sonra Taliban’ın El Kaide lideri Usame Bin Ladin’i koruduğu gerekçesiyle ABD “NATO’nun Uluslararası Güvenliğe Destek Gücü-İSAF” adıyla oluşturduğu askeri güç ile Taliban’ı vurdu. Türkiye başından itibaren İSAF içinde etkin olarak yer aldı. NATO saldırısı ile dağılan Taliban bir kaç yıl sonra yeniden toparlandı. Taliban ile çatışmalarda ABD 2.300 asker kaybetti. Ve nihayet şimdi ülkeyi terkediyor.
CİA Afganistan konusunda yayınladığı raporunda en geç 6 ay içinde Afganistan’ın bütünüyle “düşeceği” tesbitini paylaştı. Bu süre ABD’nin çekilmesiyle daha da kısalacaktır. Ama 2001’den bu yana Afganistan’da batı yanlısı bir hükümet, bu hükümetin kontrolü altındaki bölgelerde yaşamayı seçenler, memurlar, NATO eğitiminden geçmiş askerler, polisler, istihbarat elemanları vb vb var. Bunların 5 bin kadarını ABD geri çekilirken yanında götürüyor. Geri kalanlar ise canının derdine düştü. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar geride bırakılarak, belki başka bir ülkede ailesi için bir gelecek kurabilir diye, ailelerin genç erkekleri yollara düştüler. Elbette aralarına Taliban’ın istihbaratçıları, suikastçileri de karışmıştır.
Bu insanlar İran üzerinden yürüyerek Türkiye sınırını Van civarında geçiyorlar. Yanan minibüste ölenler, Van Denizinde boğulanlar, kışın gelenlerden dağlarda donan, kurda kuşa yem olanlar sayısız.
Büyük güçlerin hegemonya mücadelesine sahne olmuş; uzun, çok uzun zamanlarda birikmiş bütün modernleşme kazanımlarını sonuna kadar kaybetmiş; Dünya’daki Haşhaş üretiminin %90’ını gerçekleştiren, kadının hiçbir hak ve statüye sahip olmadığı geleceği kayıp bir ülke.
Afganistan’ın bu duruma gelmesinde kendi yönetici elitinin, SSCB, ÇHC, ABD dahil dünyanın bütün büyük devletlerinin sorumluluğu var. Türkiye’nin payı ise İSAF’ın en büyük katılımcılarından olması. Tabii şimdilik.
Göçmen Politikaları
Batı, göçmenlerin küçük bir bölümünü, seçerek kabul ediyor. Parası, eğitimi, yabancı dili olan vb.
Erdoğan rejiminin ülke sınırları açık. Herkes “yürüyerek” girebiliyor. Çünkü rejim, “göçmenler” içinde selefi/cihatçı savaşçılar dışındakiler için bir tek kuruş harcamıyor.
Suriyelilerin elindeki sosyal kartlar bile AB tarafından yükleniyor.
Cihatçılar da genel göçmen kitlesi içine gizleniyor.
Birleşmiş Milletler’den ve AB’den göçmenler için diyerek, para sızdırılıyor.
İstenilenlere vatandaşlık verilirken diğerlerine “mültecilik” dahil hiç bir statü verilmiyor.
Göçmenler ucuzdan ucuz işgücüdür. Ev hizmetinden bakkal, market, büfe elemanına, zeytin/pamuk toplayıcılığından inşaata, tekstil atölyelerinden sanayi sitelerine her yerde, her türlü hak ve güvenceden yoksun olarak göçmenler çalıştırılıyor. Bu durum kayıt dışı, güvencesiz çalıştırmayı yaygınlaştırıyor, işçi sınıfının ücret başta olmak üzere hak taleplerinin önüne bir büyük engel olarak konuyor.
Göçmenlerin önemli bir bölümü çaresizdir. Hayatını idame ettirmek için küçük-büyük bireysel veya yarı örgütlü suçlara bulaşabilir. Yabancısı oldukları bir toplumun içinde ayakta kalabilmek için dayanışmaya yönelenler de olur, organize suç örgütü inşasına girişenler de.
Göçmen savunmasızdır. Göçmenin hayatı bedavaya yakın ucuzdur. Özellikle kadınlar ve çocuklar. Genel olarak göçmenler ırkçı saldırıların hedefi olurken, kadınlar tecavüzün, çocuklar her türlü istismarın hedefi halindedirler.
İktidar, AB ile ilişkilerinde milyonlarca göçmeni bir şantaj malzemesi olarak kullanıyor. Pandemi koşullarında Yunanistan sınırında günlerce tel örgülere sürülen, gaz bombalarına maruz bırakılan ve AB ile anlaşılınca geri çekilen göçmenlerin yaşadığı trajediyi hatırlayalım.
İktidar şantajın karşılığını aldı ve göçmenleri Türkiye’de tutması karşılığında AB’nin 6 milyar euroluk bir fonu mülteciler için kullanılmak üzere tahsis etmesini sağladı. Fakat hükümet bu fonun kendisine verilmesini talep ederken; iktidarın parasal konulardaki sicilini bilen AB, fonun proje bazında aktarılmasını karara bağladı.
Bu tercih bir anda göç ve mültecilik konusunda çalışan yüzlerce STK’nın ortaya çıkmasına; bu kurumların genellikle ilgili fonlarla mültecilerin ihtiyaçlarını karşılamak yerine bir geçim kapısına, bir sektöre dönüşmesine yol açtı. Proje yazıcılığı, AB beklentilerine uygun bir proje dili ve giderek göçmen politikalarını bu sektörün bakış açısıyla çerçeveleyen bir yaklaşım güçlendi.
Diğer taraftan ulusalcı, hatta faşizan bir yaklaşımla, göç ve mültecilik konusunda çalışan, AB fonu kullanan kurumları “AB ajanı” hatta “hain” olarak sıfatlandıran bir anlayış da gelişti.
Doğrusu, göç ve mültecilik konusunu fon tartışmalarının, bu konuda çalışan sektörün çıkar ve beklentilerinin tamamen dışında konuşmaktır.
Elbette temel yaklaşımımızı savaşa ve ırkçılığa karşı mücadele ekseni üzerine kurmalıyız. Rejimin savaş politikalarına karşı çıkmadan göç ve mültecilik konusunda doğru ve etkili politikalar geliştiremeyiz. Bunun ötesi sınıf dayanışmasıdır, kadınların dayanışması ve ortak mücadelesidir. Çocukların ve çocuk haklarının korunmasıdır.
Hepimize yönelen tehdit, Afgan veya Suriyeli veya Afrikalı göçmenlerden değil; gerici, otoriter, yayılmacı, emperyalizmin savaş politikalarının ortağı rejimden geliyor çünkü.