Belki 5 yıldır, belki daha çok zamandır, sürekli olarak vurguluyoruz: Saray Rejimi, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir ve seçimle gitmez.
Bu bizim “seçim sevmez” olmamız ya da parlamenter mücadeleyi küçümsememiz nedeni ile vurguladığımız bir şey değildir. Tersine, sistem, bizzat kendisi sandıkları gömmüştür. 2015’ten bu yana, hiçbir seçim, sandıklara bağlı olarak sonuçlanmamıştır. Hepsi hilelidir. Bu nedenle, seçim bir meşruluk aracı ise, hiçbiri meşru değildir, burjuva sistem açısından bile meşru değildir. Saray Rejimi, parlamentoyu yok etmiştir. Ortada burjuva sistem açısından, kurallara uygun bir parlamento yoktur.
Ülkemizde, “demokrasi severlik”, bir çeşit karşılıksız aşk gibidir. Daha çok platonik bir aşka benzemektedir. Geniş bir kesim, “demokrasi” adına, ellerinde kalan tek şey olduğunu söyledikleri seçimlere, büyük değer atfetmektedir. CHP, elbette böyle davranacak. İYİ Parti, Deva Partisi, Gelecek Partisi vb. elbette böyle davranacak. Onlar, MHP gibi iktidar olanaklarının ortakları olmasalar da, iktidarın ortağıdırlar. Saray adına, sistemi meşrulaştırma görevi yapmaktadırlar. Muhalif olmaları gerçek değildir.
Ama bizim sol hareketlerin de seçimlere verdiği bu abartılı önem, bu nedenle CHP kuyruğuna takılmaları, abartılı bir “iyimserlik”tir. Oysa onlar da her seçimden sonra, seçimlerin hileli olduğunu söylerler. Ama bir sonraki seçim gündeme geldi mi, yine aynı tutumu alırlar. Şaşırtıcı derecede bir iyimserliktir bu, hem de en hafif deyimi ile.
“Demokrasi” sevenler, aslında demokrasinin sadece seçim ve belli aralıklarla sandığa gitmek demek olmadığını da söylerler. Ama yine de, elimizde kalan tek şey seçimdir tekerlemesini sürekli söylerler.
Hem derler ki, parlamento gerçek bir parlamento değildir. Kabul. Ama öyle davranmazlar. Parlamento sadece önemsiz değildir, aynı zamanda mevcut Saray Rejimi’nde en üst organ da değildir. Mesela parlamentoya gidip, “baroların bölünmesi yanlıştır” demek işe yaramaz. Çünkü, doğru adres parlamento değil, Saray’ın kendisidir.
Hem derler ki, hukuk yok. Hem de her davada “Türk hukuk sistemine güveniyoruz” derler. Sanki onlar, “bak biz senin anladığın gibi, sisteme, devlete karşı değiliz” demek isterler. Ve bu yolla, aslında Saray Rejimi’ne destek verirler.
Oysa ülkemizde hukuk vardır. Bu hukuk, bazı hukukçuların söylediği gibi, “düşman hukuku”dur. Bizim tarifimizle bu iç savaş hukukudur. Bu nedenle yasalar, kişilere göre, duruma göre uygulanırlar. Sen, suçlusun, ama aynı yasaya göre başka birisi de suçsuzdur.
Hem derler ki, Saray anayasayı çiğniyor. Elbette doğrudur. Ama aynı Saray ile, yeni bir sivil anayasa yapalım görüşmeleri yaparlar. Umutları şudur; artık Saray da hukukun gereğini anlamıştır. Her zaman, gel barışalım, biz senin suçlarını unutalım ama sen de “normal”leş.
İyi ama bu rejim, bir olağanüstü rejimdir.
Taksim 1 Mayıs kutlamalarına karşı devletin aldığı tutum, olağan tutum mudur? Beklenendir ama olağan değildir.
Peki Kobanȇ Davası? Dava, siyasal bir davadır ve kararı önceden verilmiştir. Ve şimdi, Adalet Bakanı, temyiz yolunun açık olduğunu söylemektedir. Al sana yeni bir “umut çubuğu” daha. Umut, çubukla tutulacak bir şey değildir. İktidarın, sistemin uzattığı çubuğa tutunan, her zaman aldatılacaktır.
Davanın kararı açıklandı. Yüzlerce yıllık cezalar ortaya konmuştur. IŞİD bu davanın diğer ucundadır ve IŞİD’e karşı mücadele edenler, mahkûm edilmişlerdir. Sistemin ne yaptığı son derece açıktır. IŞİD’i, Ankara Gar katliamında, Suruç katliamında kullananlar, mahkeme salonunda da IŞİD’e karşı mücadele edenleri cezalandırmaya karar verdiler. Özeti şudur, “sen kimsin ki, egemenin işine çomak sokuyorsun!”
Saray Rejimi’ne karşı mücadele eden Kürtler ve Batı’da devrimciler, aynı sonuçlarla karşı karşıya kaldılar, kalacaklar da. Bundan, onurlu olan kimsenin “merhamet” dileyecek bir tutuma yöneleceği sonucu çıkmaz. Ama herkese, ayağınızı denk alın, bir kere daha, denilmiştir. Sadece Kürtlere değil, direnen işçilere, direnen kadınlara, direnen gençlere karşı da tehditlerini savurmuş, kılıçlarını bir kere daha göstermişlerdir.
Burada biraz duralım. Duralım ve 1 Mayıs barikatı ile Kobanȇ Davası arasında bir bağ kurmaya çalışalım. Çünkü 1 Mayıs’ta Bozdoğan Kemeri’nde barikat kuranlar, kemerin zirvesine keskin nişancılar yerleştirenler ile, Kobanȇ Davası’nda cezalar açıklayanlar, aynı Saray Rejimi ve onun destekçileridir.
Şöyle sorabilir miyiz: 1 Mayıs’ta o barikat aşılsaydı ve Taksim on binlerce işçi ve direnişçi tarafından geri alınmış olsa idi, acaba Kobanȇ Davası’nda bu cezalar, böyle verilebilir miydi? Sorudur.
Diyelim ki siz, bu soruyu çok abartılı buluyorsunuz. Olsun. Yine de düşünmeye değer bir sorudur.
1 Mayıs’ta Taksim’e karşı kurulan barikatlar aşılsaydı, Kobanȇ Davası’nda bu denli rahat olamazlardı.
Saray Rejimi, Kürt hareketine karşı savaşı, Batı’da devrimci harekete karşı savaş ile birlikte yürütüyor. Ve dikkat noktaları, her iki tarafta mücadele edenlerin, pratikte ortak bir anlayışla mücadele etmelerinin önlenmesidir. Bu konuda dün milliyetçilik ve dini daha etkili kullanıyorlardı. Bugün, bu etki, eskisi kadar güçlü değildir. Kullanıla kullanıla etkisi de azalmaya başlamıştır. Gar katliamı ve Suruç katliamı, başkaları da içinde, aslında dinin ve milliyetçiliği ideolojik etkisinin aşınması nedeni ile, şiddetin devreye sokulmasıdır. Böylece, mücadeleyi durdurma, yavaşlatma, korkuyu yeniden egemen kılma olanakları elde ettiler. Ve elbette, bir süreliğine.
Sadece durumu hayal edin. 1 Mayıs’ta İstanbul’da barikatlar aşılmış, on binler Taksim’e çıkmış olsun. Bu durumda, Saray’ın Kobanȇ Davası’ndaki tutumu nasıl etkilenir?
Mesele, en genel anlamı ile, Saray’a karşı mücadelenin genişletilmesi ve daha etkili hâle getirilmesidir. Yoksa, mesele mutlaka, kapsamlı bir ortak mücadele meselesi de değildir. Her iki alandaki mücadelenin her kazanımı, aslında ortak kazanımdır. Bunun kavranması gereklidir.
Elbette Saray’ın hem Kobanȇ Davası’ndaki cezaları hem de Taksim’i kapatmak için kurduğu barikatlar, bugün Saray için kazanım olarak görülse de, gerçekte, Saray’ın artan korkularının ürünüdürler. Bu ayrı bir konudur. Yel eken fırtına biçer. Bu noktada bir sorun yok. Ama kimin ne denli güvenilir ve ne denli sağlam olduğuna bakmaksızın, pratikte mücadeleyi geliştirmek, doğru bir politikadır.
Saray, tam da 1 Mayıs öncesinde, 2 Mayıs’ta Özgür Özel ile görüşeceğini ilan etmiştir. Tam da Kobanȇ Davası öncesinde, parti ziyaretleri ile yeni anayasa tartışmalarını açmıştır. Ve şimdi, Kobanȇ Davası sonuçları ortaya çıkınca, adına “yumuşama” dedikleri şeyin ne olduğu ortaya çıkmıştır. Oysa bu zaten önceden de belli idi.
Saray Rejimi, içeride ve dışarıda savaş politikalarını, artan ekonomik kriz içinde, eskisi gibi, “%50’yi gerilim politikaları ile manipüle” ederek, yürütemez. Savaş politikaları, salt gerilim politikaları ile yürütülemez. Bu nedenle “yumuşama” ya da “normalleşme”den söz ediyorlar.
Nasıl bir yumuşamadır bu?
Bu nasıl bir “normal”dir? İstanbul’u ablukaya almak, nasıl bir normalliktir? İşçilere Taksim’i yasaklamak nasıl bir “normalleşme”dir? Kobanȇ Davası nasıl bir “normal”dir?
Saray Rejimi, olağan yöntemlerle yönetememenin, olağanüstü bir devlet örgütlenmesinin kendisidir. Olağanüstü rejimin “olağan” politikaları tam da bunlardır. Bu egemenin (yani emperyalist efendiler, NATO diyelim ve onların yerli uşaklarının) bir çeşit geçici çaresi değildir. Bu kalıcıdır ve olağanüstü devlet örgütlenmesidir.