İstemiyorsam namerdim bak, kim istemez ki şöyle ağız tadıyla sınıf mücadelesi verilip akşamları evde iç huzuruyla yatılacak bir ülkeyi? Yani öyle çok uluslu, çok dinli filan olmayan, homojen, yekpare, steril yerlerden söz ediyorum. Yok Ahmet özerklik istermiş, Mehmet başka bir dil konuşurmuş… Aha şu yanda işçiler, aha öte yanda patronlar, karışık kuruşuk işler yok hiç; sınıf bilinci de kolay, ne var ki anlatmaya: A-B-C!
Var mıdır öyle ülkeler? Vardır herhalde, daha doğrusu vardı da şimdi şu lanet olası mülteci akınları yüzünden bozuldu oraları da. Mesela belki İsveç filan öyleydi; bildiğimden değil, sallıyorum; ya da belki öyle cep gibi, geleni gideni fazla olmayan mazbut bazı ülkeler vardır ya da vardı.
Şansımıza lanet! İki kıtanın arasında bir yerde bi sürü sperm bi sürü yumurtayla buluşmuş, bi sürü bi sürü doğmuşuz, doğar doğmaz da karmaşanın içine atılmışız, atılmaya da devam ediyoruz. Taş fazla, pirinç yok! Yolgeçen hanı bir coğrafyadayız; evrende yaşayıp da buralara uğramamış kimse yok gibi; bir belki Afrikalılar filan diyeceğim, ondan da şüpheliyim. (bkz: HDP’nin İzmir adayı!!) Tamam, Ahmed Arif “Ne İskender takmışım ne Sultan Murat” diyor ama sonuçta sen takmasan da geçip gitmiş adamlar işte.
Buradayım, buradayız. Kavafis’in dediği gibi başka da bir yer yok bizim için bu karmaşanın dışında.
Çelimsiz, kütüphane delisi bir genç düşünün, hadi lafı uzatmayalım, beni düşünün. Daha liseye başlamışken, tam Denizlerin idam gününde, kendisinden iki kat iri Ülkü Ocaklı tiplere çatıp bir araba dayak yemiş, üstüne yakasındaki Atatürk rozetini de almışlar ve ona da sövmüşler bi güzel. Ortaokulda zaten “Türk genci namuslu ve düzgün olur” diyen güzel adamlar büyütmüş onu; iyi de yapmışlar, neyse. Sonra işte liseye gelmiş de Huberman’lar, Politzer’ler girmiş hayatına. Akşamları üç kafadar bir yerlerde toplanıp o zamanlar firarda olan Mahir’ler şaşırıp da buraya gelirse nasıl saklarız diye komik komik şeyler planlamaktalar.
Sonra, lise bitmiş, büyümüşler. Nedendir bilinmez, (sonradan ‘Kasabalılar’ diye anılacak olan) arkadaşlarının hepsinde bir Diyarbakır Eğitim Enstitüsü takıntısı var. İstanbul’un ilk gecekonducuları gibi bi’şey; biri önden gidince ayağını sürüyüp ötekileri de çekmiş yanına. Tercih listeleri hazırlanırken hepsi Diyarbakır’ı yazmış, ona da “Oğlum sen kekemesin almazlar oraya” demişler, ol sebeple Sakarya Mühendislik’te bir yıl boyunca zabah akşam dayak yemiş! Neyse karıştırmayalım eski mevzuları ama içime de oturmuştur hep, fırsat bulmuşken söyleyeyim dedim.
İlk o zaman işte, arkadaşların yanına gitmişim Diyarbakır’a. 23 Nisan filan günleri. Ben alışmışım ilkokulda şapşik şapşik törende geçip Tahir Amca’nın dükkânının önünde konuşlanmış aile efradına gülücükler göndermeye. Çocuk bayramı işte! Başka nedir ki?
İlk o zaman işte, 1976’da filan, bir 23 Nisan’da Diyarbakır’da bayramın bile bayram olmadığını gördüm. İlk o zaman, bir 23 Nisan’da bir sürü zırhlı aracın gacırdayıp, yüzlerce askerin rap rap yürüdüğünü, jetlerin de havadan “biz buradayız ha” diyerek kente gözdağı verdiğini gördüm. Çocukluk oraya kadarmış! Bitti!
Sonra, Körhat’taki o küçücük öğrenci evi. Sabahlara kadar yapılan ciddi tartışmalar, Sur dibindeki Töb-Der binasında ateşli seminerler…
Körhat… Yoksul ama müthiş Körhat! Yolunu kaybetsen de evi sorsan söylemezler, öyle bir yer. Bir arkadaşın babası gelmiş bir defasında da tipini beğenmedikleri için adamı saatlerce süründürmüşler: “Telebelerin evi herkese söylenir?”
O güne kadar hep biz “yerli”ydik. Devrimciydik, iyi insanlardık ama “yerli” olmak başka bir şey. Yazın Manisa istasyonuna mevsimlik işçiler gelirdi, meydanın bir köşesine eşyalarıyla yayılıp dayıbaşılarını beklerlerdi. Koşup giderdik, Memet diye Kürt bir yoldaşımız vardı sağolsun, onu sayesinde anlaşabilirdik biraz. Gurbette olmanın, hor görülmenin, üç kuruşa çalıştırılmanın ne olduğunu anlamaya çalışırdık, anlardık da. Devrimci fikirlerimiz sağlamdı, heves filan değildi bizimkisi; nazlı nazenin evlerden gelmiyorduk zaten ve ayrıca Kürt sorunu üzerine de kafa yoran çocuklardık. Ama yine de gurbette olan onlardı, “yerli” olan bizdik. Başka bir şeydi o. Akşamları gidecek evimiz vardı, henüz çalışmasak da dayandığımız ailemiz vardı. Biz oralıydık.
Sonraları da hep iç içe olduk Kürt işçilerle. Onlardan olan yoldaşlarımızın isminin başında hep “Kürt ….” lakabı olurdu nedense. Zor bir ilişkiydi ama. Turgutlu tuğla fabrikalarında devrimci çalışma yaparken hep karşılaşılan durumlardan biri, şehirde tutunabilmek için acil işe ihtiyacı olan ve ailecek çalışabilen Kürtlerin ücretleri sürekli aşağıya çekmesiydi. Kavga çıkmazdı pek, o vakitler şimdiki abuk sabuk ulusalcılık türleri pek zayıftı; şöyle ya da böyle devrimci çalışma çözerdi o tür sorunları, en azından çözmeye çalışırdık.
Bir defasında, gecenin bir vaktiydi, hiç unutmam, ilçenin kenarlarında bir evde, ertesi günün tarım işçileri grevinin son ayrıntıları konuşulmuştu. Sendika mendika yok; bildiğin kara düzen! Geceyarısından sonra, evden yüzlerini poşular/sarıklarla sarmış adamlar, ceketlerinin altında sopalar ve başka şeylerle ikişerli üçerli çıktılar. Ovaya giden bütün yollar planlı biçimde paylaşılmıştı gece. Bütün ova yollarında, işçi taşıyan bütün traktörler durduruldu o sabah. Yalvar yakar para etmedi. Yer yer küçük kavgalar da oldu, yer yer poşular bir işe yaramadı; herkesin birbirini yürüyüşünden tanıdığı bir kasabada poşu da ne ki? Neyse işte, birkaç gün sonra, belleğim beni yanıltmıyorsa eğer, Kaymakam, işçiler, devrimciler, Ziraat Odası filan oturup bir anlaşma yaptılar, bitti. Traktörlerde muhtemelen yine epey bir Kürt vardı; o zaman da aman aman bir sorun çıkmadı.
Yine de “yerli”ydik ama. Tamam, karakolda bunu taktıkları yoktu; 12 Eylül’de yemediğimiz dayağı yedik zaman zaman ama toprağımızın üstündeydik her şeye rağmen.
Körhat öyle değildi ama. Daha Diyarbakır’a girerken “başka bir ülkeye” girdiğinizi hissetmemeniz imkânsızdı zaten ama Suriçi’ne girmek, Bağlar’da, Körhat’ta olmak başka bir şeydi. Yine de farkında değildik tam olarak. Şimdi düşününce komik geliyor ama bu satırların yazarının bir gece vakti Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nun duvarına “Bağımsız Türkiye” yazmışlığı bile vardır! Tamam, komik ama yaşadığımız karmaşayı da anlatıyor yaptığım şey. Senin ülken var, emperyalizme bağımlı; bir da başka bir ülke var sana bağımlı ve sen gidip o ülkenin duvarına kendi ülkenin bağımsız olması gerektiğini yazıyorsun. Uff, anlatırken başı dönüyor insanın! Hemen öyle “işte Kemalist sol” diye ayağa kalkmasın kimse ama. O kadar basit değil. Devrimci insanlardan söz ediyoruz ve bu insanlardan çoğu yaşadıklarının bedelini hayatlarıyla ödediler. Bazılarının delik deşik edilmiş gövdelerini gördüm. Oyun değildi oynadığımız; doğru ya da yanlıştı ama oyun değildi.
Orada farkettim işte “telebe”nin derin anlamını… Melik Ahmet’te kazık yiyerek! Beğendiğim bir parkanın parasını ödedim, paketi alıp eve geldim. Gördük ki, paketteki parka, benim seçtiğim parka değil, eski, yırtık pırtık bir şey. Eh, normal. Ben ‘yabancı’ bir sarışındım orada, o da ‘yerli’ydi. Sonra, tanıdığımız bir terzi yoldaşımızı devreye soktuk filan, gerçek parka hemen geldi; küçük bir özürle birlikte: Biz ‘telebe’ olduğunu bilmiyorduk!
Telebe! Sihirli bir sözcüktü o zamanlar. “Yerli” ya da “yabancı” olmakla ilgisi olmayan bir şey… Sur’da, Dağkapı’da, Bağlar’da “telebe” olmak ve başının polisle dertte olması (ikisi çoğu zaman aynı anlama geliyordu!) bütün kapıların açılması için yeterliydi. Tevatür değil, evi basılıp bir hafta Sur’da misafir edilen insanlar tanıyorum; tek kelime Kürtçe bilmeden, bütün dertlerini işaretlerle anlatarak geçen bir hafta!
Yerlilik, millilik, yabancılık…
Şimdi aradan yıllar ve yıllar geçtikten sonra, orta yaşlı bir adam olarak geriye dönüp baktığımda, ne çok şey öğrenmişim iki tarafta da, “yerli” ve “yabancı” olarak…
Ama en çok şunu öğrenmişim: Yüzyıllar, binyıllar boyunca “Yedi Kocalı Hürmüz”e dönmüş bu topraklarda, kimin “yerli” kimin “yabancı” olduğu zaman zaman birbirine karışsa da, yoksul insanların “devrimci” kavramının birebir karşılığı olarak ‘telebe” kavramına duyduğu derin saygı başka bir şeydi. Yoksulların derin sağduyusu onu başka şeylerle hiç karıştırmadı. Evet, etnik kimlik vardır; evet, “yerli” ve “yabancı” olmak bir olgudur ama “beynelmilel” bir vaka olarak “telebe” olmak, “yerli ama kötü” olana tercih edilmek, bütün o rütbelerin üstünde bir rütbedir.
Gencecik bir adam olarak Diyarbakır sokaklarında bunu yaşamış olmak, ömrümün varıdır. Kürtleri tanıdım orada ama kendimi de, “telebe” olarak kendi değerimi de tanıdım. O gün bugündür, hep inandım ki, kendi hayatımda da, bu toprakların hayatında da her ne olduysa ve gelecekte ne olacaksa, o “telebelik” denilen şeyin yüzü suyu hürmetine olacaktır yine.





