Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan bu tarihte, yeni bir politik silah artık göçmenler, en az insansız savaş araçları kadar öldürücü ve ne yazık ki bolca insanlı…
Tarih dediğiniz şey, hiçbir zaman objektif filan olamaz. Koca bir ‘tarihçi’ yalanıdır bu, notu kıt. Olanlara, nereden baktığınıza, nasıl baktığınıza göre değişir her şey. Brecht’in “Sezar, Galyalıları yendi. Ee tek başına mı yendi? Yanında bir aşçı bile yok muydu?” diye üç cümle ile şahane tanımladığı bir şey bu. Kimin, nasıl, hangisi gibi sorulara ihtiyaç duyuran bir şey ya da bir başka deyişle ‘bana tarihini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim’ meselesi…
-Atina’da Yunanlı bir arkadaşın babasıyla sohbet ediyorduk. Yunan Komünist Partisi’ndendi babası. ‘Hani sizi yendiğimiz savaş var ya’ dedi bana. Güldüm. ‘Hiç böyle bir savaş bilmiyorum ben dedim, hiç görmedik okulda’, tarihçiler geçti gözümün önünden film şeridi gibi ve hepsinin elinde not defterleri. ‘Ben de size yenildiğimiz hiç savaş bilmiyorum’ dedi yoldaş baba. O da güldü.-
-Tabii ‘biz’ kimsek artık, bu da var!-
İşte böyle, başka bir tarih yazımına, ‘Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayabiliriz. Bu duvarın yıkılmasıyla ‘sosyalizm’ ortadan kalktı! Ah hemen itiraz etmeyin, ‘bir olgusal durumdan’ söz ediyorum. Bir El Salvador eski gerilla komutanıyla konuşurken söylemişti bunu bana. ‘Neden başkentin eteklerine kadar gelmiş FMLN gerillası, barış yaptı?’ diye sorduğumda. ‘Bizim Sovyetler Birliği ile bir bağımız yoktu, hatta eleştiriyorduk ama ‘Berlin Duvarı çöktüğünde, bu bizim üstümüze de çöktü. Bu bir olgu’ demişti.
Yani ister sevin ya da sevmeyin Berlin Duvarı’nın altındayız hâlâ. İster ‘reel sosyalizm’i savunun isterseniz onu kıyasıya eleştirmiş olun, bir şey fark etmiyor.
Sosyalist olmasınız da fark etmiyor.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan bu tarihte, bir ironi-çatallı bir şey de var. Bu duvarın yıkılmasıyla, ‘özgürleşen sınır’ tam aksine, her yere duvarlar örülmesinin, yeni bir tarihin dönüm noktası oldu. İyi-kötü var olan alternatif, artık görünür olmadığından, ‘tek kurtuluş Batı’ya kapağı atmak’tan başka bir şey kalmadı ortada. Burada ‘Batı’ pusulada bir yön işareti de değil. Sadece ekonomik değil, iklim krizinin doğrudan yok olmanın eşiğine taşıdığı topraklardan bir kaçışı simgeliyor. Bu yüzden, hegemonyanın eteklerine tutunarak, kendisini var etmeye çalışan bir insanlık hali, göçmenlerin yurdu ‘Göçmenya’.
Çok seyredilen televizyon temaşası, ‘Survivor’ halt etmiş, bu yaşam savaşında.
Ve tabii ki böyle, içinde şiddeti bolca olan bu ‘Survivor’, kurumsal şiddet tekeli devletler içinde olmadan devam edebilir mi? Asla. Sınırların ve keyiflerimizin efendisi devletler, bu krizi fırsata çevirip, göçmenleri bir politik silah olarak kullanıyor. Bu hafta Guatemala ordusunun 7 bin kişilik göçmen konvoyuna saldırması, ABD-Guatemala ilişkisinin ‘diplomatik’ tarafından başka bir şey değil mesela.
Nasıl ki Meriç nehri üzerinde, göçmenlerin tenis topu gibi bir o tarafa bir bu tarafa sürülmesi ya da Yunan adalarının önünden, Avrupa sınır polisi Frontex’in lastik botları geriye itmesiyle cereyan eden muharebe gibi bir dış politika aracı, silahı bu. Türkiye iktidarının boş, hamaset sözleri dışında kullanabildiği tek silah ‘göçmenler’ zaten. Çünkü Türkiye’nin AB ile ilişkisinin tek canlı tarafı burası, çok uzun zamandır.
Bu size bir ironi gibi gelebilir ama değil, Türkiye, AB’nin lastik botuna, göçmenler, özellikle Suriyeli göçmenler sayesinde tutunabiliyor hâlâ.
Yani Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan bu tarihte, yeni bir politik silah artık göçmenler, en az insansız savaş araçları kadar öldürücü ve ne yazık ki bolca insanlı…