Kuklaların bir özelliğidir, onu oynatan elin hünerini yansıtırlar. Sahnede son derece canlıdırlar ama sahne arkasında bildiğiniz kukla hâlleri ile, ipleri gevşetilmiş bir pelte şeklinde uzanırlar. Hiçbir cazibeleri kalmaz. Sahnedeki el kol hareketlerinden, seslerinden bir şey kalmaz geriye. Zira kuklacının gösterisi bitmiştir ve şimdi içkisini içecektir.
Ve elbette ki kuklacı, hiçbir kuklasına derin bir saygı beslemez. Nihayetinde o bir ağaç ve bez parçasıdır. Kuklacı, her zaman ellerinin marifeti ve zekâsı ile övünür, yoksa kuklaları ile övünmez. Onların ne olduğunu, en iyi kuklacı bilir.
Evet zaman zaman kuklacı, kuklalarının bu denli ilgi görmesinden de zevk duyar. Ama yine de bu zevk aslında kendi yaptığı iş ile ilgilidir.
Erdoğan, ne zaman sahnede coşar ve coşkulu nutuklar atarsa, arka sahnede, bir yorgunluk ile, nutuklarının tam tersini söyler. Bunu o kadar sık yapıyor ki, yorgunluğunu bile yaşayamıyor. Burada kuklacının işi biraz çetrefilleşiyor. Çünkü, canlı kukla, yeniden enerjik görünmek için, bazı şeylere ihtiyaç duyuyor. Öyle makyaj falandan söz etmiyoruz. Burada biraz daha “cana” dokunan bir şey lazım. Mesela biraz pay, dolar cinsinden ve biraz da korku, eldivensiz cinsinden hissetmesi gerekiyor. Kuklacı da bunu yapabiliyor.
Erdoğan, 20 yılı aşkın siyasal yaşamı boyunca, söylediği her şeyin, mutlaka bir de tersini söylemiştir. Bunu kendisi de biliyor olmalıdır. Mesela Ahmet Hakan’a sorarsanız, bu aslında liderlik göstergesidir. Ama normal bir insana sorarsanız, kahvehanede böyle her söylediğinin tersini söyleyen birisi için, “bu adamın sözüne güvenilmez” diye bir cümle duyabilirsiniz.
Erdoğan’a dönelim.
Ve etrafındaki danışmanlar, uzmanlar, onunla konuşurken söyledikleri her övücü sözün ardından, kapı arkasında kim bilir ne küfürler savurmaktadır. Çünkü bugün onu övücü cümle kurmak demek, dün söylediğinin de tersini övmek demek olur. Allahtan, Erdoğan için kendi söyledikleri ile ilgili bir “arşiv” bilgisi yok, hard-disk bunları kaydetmiyor.
Ama kabul etmek gerekir ki, Türkiye gibi bir sömürge ülkede, bu işi sürdürmek için, sadece danışmanlar, marifetli ve belkemiksiz uzmanlar bu işi sürdürmenin garantisi olamazlar. Bunun yanında, basın da gereklidir. Basın, en karanlık cinsinden.
Basın, görünüşte Saray’ın denetimi altındadır. Bu yanlış bir görüntü de değil. Ama gerçeğin tümü değil. Nasıl ki Saray’da başka iktidar odakları vardır, Saray Rejimi’nin her alanında, iktidar odakları vardır, basında da. Bunlar, aslında Erdoğan üzerinden konuşurlar. Ama bunu başarmaları için, bazı rakiplerini de bertaraf etmeleri gereklidir. Hepsi Erdoğan’ı kullanmaktadır ama hepsinin de Erdoğan’a ihtiyacı vardır. Çünkü kuklacı, Erdoğan üzerinden iş yapmaktadır.
Burjuva basın da öyledir. İçinde başka odaklar da gizlenmektedir. Bu odaklar, işler yürürken, elbette Saray Rejimi’nin gereklerini yerine getirirler. Bu açıdan hepsinin ortak görevi karanlık üretmektir. Ortaçağ karanlığı solda sıfır kalır. Bunların karanlığı, çok kalabalıktır. Karanlıktan ileri, kalabalık karanlık, bir çeşit sentetik karanlıktır.
İllüzyon bunun önemli yönüdür. İllüzyon, gerçeğin el çabukluğu ile karartılmasını sağlarken, aslında bunlar da büyük başarılara imza atmış olurlar. Bir gerçeği, bir anda, izleyenler için tepetaklak ederler. Seyreden, var olanı değil, basının görmesini istediği şeyi görür. Ve bu illüzyon, aynı zamanda, sahnede yer alanın, çok da başarılı olduğuna inandırılmasını da sağlamak zorundadır. Bir süre sonra izleyen, karanlığa alışır ve artık görmez olur. Hatta kendini görüyor sanır ve şu cümleyi, en okumuşlarından duyarsınız, “artık haberlere bakmıyorum.” Haberler yalan söylüyor ve bizim okur yazar dostumuz, haberlere bakmıyor, peki neye bakıyor? Mesela yemek programlarına mı, reality showlara mı bakıyor? Böylece görmeme hâline bir kılıf da bulunmuş oluyor, “artık bakmıyorum.” Al bir Xanax ve “b.k içindeyim ama kafama takmıyorum” de. Bu, kafaya takmama hâlini de bir çeşit protesto olarak sunanlar az değil.
Konumuza dönelim.
Örnek olsun, Erdoğan eğer İsrail’e karşı bir nutuk atacaksa, elbette bunun dozu önemli olur. Ama arka planda, işler olduğu gibi sürer. Görünüşe göre Erdoğan İsrail’e karşı konuşur ama gerçekte tersini yapar. Bu sadece Erdoğan’ın marifeti ile gizlenmez. Tersine, basın bu konuda önemli bir rol oynar.
İşte bu noktada “çakal” gazetecilik diye tanımlanabilecek bir şey devreye girer. “Çakal gazeteci”, efendisine para ile, dolar ile bağlıdır. Paranın sahibi, “çakal gazeteci”nin, dolar sesine duyarlılığını bilir ve bu sesi çıkarttığında, çakal gazeteci kulaklarını diker, burnunu konu ile doldurur ve onun yeni görevi devreye girer. “Çakal gazeteci”, elbette sonuçta dolara ulaşmak ister. Ama bunun için marifetini göstermesi gerekir. Hem illüzyona uygun iş yapacak, hem de Erdoğan’ın verdiği açıkları hızla örtecek. Bu arada, Erdoğan’dan da esas parasını değil ama bahşişini almayı başaracak. Ücret niyetine ödeme efendiden, kuklacıdan gelecek ama bahşiş elbette Erdoğan’dan gelecek.
Bu “çakal gazeteci” türüne iki güzel örnek var. Biri Ahmet Hakan’dır. Ama bugünkü konumuz o değil, Abdülkadir Selvi, yani ikincisidir. İlki, daha çok Emine Hanım’a bağlıdır. İkincisi, 12 Eylül döneminde Ergenekon için yaptığı işlerden dolayı, daha çok Erdoğan’a bağlıdır. Zira o, sahnedekilere yakın olmayı daha iyi başarmaktadır.
“Çakal gazeteci” denildi mi, öyle hafife alınır bir işten söz etmiyoruz. Onun işinin ne denli zor olduğunu, onun yerinde gözü olan diğer “çakal gazeteci”lere sormalısınız. Onu kıskançlıkla izlemektedirler ve onun başarıları nedeni ile, dobra dobra Erdoğan’dan eleştiriler almaktadırlar, “aldığınız paranın hakkını verin.”
Şans işte, bugünlerde, Narin olayının ne denli bir basın karartması operasyonuna döndüğünü izlerken, Abdülkadir Selvi’nin işinin ne denli zor olduğunu da görme olanağımız ortaya çıktı. Belki bu hengâmede sizin gözünüzden kaçmıştır diye, dikkatinizi çekmek istedim.
5 Eylül’de Saray’ın gözde gazetesi Hürriyet’te, Selvi, çakal bir gazeteci olarak bir yazı kaleme aldı*. Kimi ikna etmeye çalışıyor, siz karar verin.
Selvi, yazısına ara başlıklar koyuyor. Neden mi? Daha cazip oluyor belki. Ama emin olun, çakal gazetecilik zor bir iştir ve eğer ara başlıklar koymazsa, yazdıkları bir köşe tutmaz. Bu nedenle mecburdur da. İzleyelim:
BARIŞ ZAMANI BARIŞ
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en önemli özelliği ise mücadele edileceği zaman mücadele etmeyi biliyor, barışacağı zaman barışmakta tereddüt etmiyor. Doğru yerde, doğru zamanda doğru tavrı ortaya koyuyor. Bu da onun lider özelliklerinden biri.
Buraya kadarını okuyunca, hemen anlaşılıyor ki, Erdoğan, daha önceden söylediği, yaptığı bir şeyin, şimdi tersini yapmış ya da yapacak. Bu da Erdoğan’ın liderlik özelliği olarak övülecek. Demek Selvi, dolar hışırtısının sesini duymuştur. “Çakal gazeteci” iyi duyar mı bilmiyoruz ama doların hışırdatılma sesini iyi duyar diyebiliriz. Duymuştur ve şimdi, Erdoğan’ı ve belki yakın çevresini, onun liderliğine ikna etmek istemektedir. Yani ortada bir “dönme” tutumu yoktur. Bunu anlatmak istemektedir. Dün söylediğinin tersini söylemek, liderlik özelliği demek oluyor. Erdoğan, bunu kesin alkışlar.
Erdoğan, ilişkilerimizin sorunlu olduğu ülkelerle normalleşme konsepti geliştirdi. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır’la ilişkilerde olumlu sonuçlar aldık. Sırada Suriye var.
Buna kimse yanlış diyebilir mi?
İşte devamı böyle geliyor. Demek, Erdoğan, normalleşme konsepti geliştirmiş. Demek, Selvi, CHP liderinin bu konsepte uygun adım marş ettiğini de ima etmektedir. Çakal işte.
Şöyle demiyor: Dün Suudi Arabistan ile, BAE ile, Mısır ile kanlı bıçaklı idik, şimdi ne oldu? Hayır böyle demiyor. Bu alanda da iyi sonuçlar aldık, diyor. Yani efendisi, bağlı olduğu güç odağı, Erdoğan’ı övmesini istiyor. Ve o da kaleme sarılıyor. Şöyle demiyor: Bu ülkelerle ilişkilerimizi kim, nasıl ve ne zaman bozdu? Hayır, bu soru bile değil.
“Buna kimse yanlış diyebilir mi?” diye soruyor. Devlet içindeki güçlere ve Saray basınına sesleniyor. Saray basınına özenen CHP basını da içinde. Buna yanlış diyebilir misiniz, diye soruyor.
“Sırada Suriye var,” diyor. Yani, Suriye ile ilişkilerin normalleşmesini istiyorsanız, bunda ne var, adım adım, Erdoğan “normalleşiyor” demeye getiriyor.
Emin olun Selvi, daha önceden de Suudi Arabistan, BAE ve Mısır ile ilişkiler bozulurken, Erdoğan’ı alkışlamıştır ve bu konuda etkili ara başlıklarla bir yazı yazmıştır.
Bu kadar mı?
Elbette değil. Çakal gazeteci olmak öyle kolay mı?
Yeni bir başlık var:
ERDOĞAN’IN İLGİSİ
Erdoğan’ın Sisi’ye yönelik ilgisini doğrusu ben de merak ettim.
Demek, bu çakal gazeteci, kendisi de merak edebilen bir kişilikmiş. Merak etmiş. Acaba Erdoğan’ın Sisi’ye bu ilgisi niye? Merak bu. Oysa bunu biliyor olmalıdır ve emin olun, bunu bildiğini de başka bir yazıda dile getirmiştir. Peki, İsrail’e ilgisini merak etmiş mi? Hayır, onu henüz merak etmemiş. Onu da bir gün merak edecek tabii.
Şöyle devam ediyor:
7 Ekim’den sonra İsrail, Gazze’yi işgal ettiğinde Netanyahu’nun en büyük planı Filistinlileri Sina Çölü’ne sürmekti. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu plana karşı mücadele etmesi için Sisi’ye büyük destek verdi. Eğer Sisi ile barışmasa bu desteği sağlayabilir miydi? Gazze’nin Filistin yurdu olarak kalması adına bu doğru bir adım değil mi?
İşte size ilgisinin nedeni. Erdoğan’ın Sisi’ye ilgisi bundanmış. Mesela, Gazze’nin Filistin yurdu olarak kalması için, İsrail ile askerî ve ticari ilişkileri kesmesi bir yol olmaz mıydı? Ama çakal gazeteci, bunu geçiyor. Ona inanacak olursak, Erdoğan, Sisi’yi desteklemiş ve Gazze Filistin yurdu olarak kalmış. Binlerce ölü, yıkılmış binalar vb. ile Gazze hâlâ orada duruyor. Netanyahu, Filistinlileri Sina Çölü’ne sürmek yerine onları soykırıma uğrattı. Destek verdi ve sonuç bu ise, destek vermemiş olsa idi sonuç ne olacaktı ki?
Doğru adım, işte budur. Çakal gazeteci, bir anda soykırımı unuttu.
Ama elbette bu işin ödülü de var.
Buyurun:
TİCARİ İLİŞKİLERİMİZ
Ayrıca bizim Mısır’la çok güçlü ticari ilişkilerimiz var. Türk firmaları, Mısır’ın tekstil ihracatının üçte ikisini sağlıyor. Ticaret hacminin 10 milyar dolardan 15 milyar dolara çıkması hedefleniyor.
Gördünüz mü çakal gazetecilik neymiş?
Türkiye’den tekstil üreticileri fabrikalarını, 6 yılda söküp, Mısır’a taşıdılar. Çünkü Mısır’da ücret 80 dolar. Ve bu süreç, Sisi ile “ilgili” olmadığı, kavgalı olduğu dönemde başladı.
Demek başarı da bulunmuştur.
Demek, Mısır’daki iş adamları da Selvi’ye bir miktar dolar göndermiştir. Şimdi bu Mısır’daki firmalar, elbette Mısır ile ilişkilerin “normalleşmesini” isteyeceklerdir. Acaba bu Mısır’daki işadamları Özgür Özel’e de haber vermişler midir?
Mısır’la ilişkiler sadece bu kadar da değil. Çakal gazetecinin bir de vizyonu vardır elbette. Her ne kadar bu vizyon, Mısırlı işadamlarından besleniyorsa da, o da okumuş gazetecidir, değil mi?
AYNI MASADA
Daha da önemlisi. Bu işin şakası yok. Bölgemiz yeniden dizayn ediliyor. Çağlayangil’in dediği gibi “Ortadoğu’da yemek masasında değilseniz, menüdesinizdir.” Üçüncü Dünya Savaşı’nın ayak sesleri duyulurken, bölgemiz paylaşırken, Türkiye ile Mısır’ın yan yana ve aynı masada oturması lazım.
İşte bu da vizyonlu çakal gazeteci. Pastadan pay almak lazım, diyor. Bu durumda, Ortadoğu paylaşılırken, Türkiye’nin Mısır’la aynı masada yan yana olması gerekir. İşte buna vizyon derler. Bu son sözleri ile Erdoğan’dan aferin almayı ummuştur. Bahşişi kapmış olmalıdır.
Kabul edelim, işi zor bu çakal gazetecilerin.
Erdoğan her gün başka bir şey söylüyor. Onlar da bu başka başka şeyleri, her seferinde, büyük bir efor ile övüyorlar. Ne yüzleri kızarıyor, ne de kalemleri titriyor.
Çakal gazetecilik bulaşıcıdır. Doların hışırdama sesine duyarlı bu gazetecilik, ülkemizde çok ilgi çekici örnekler sunmaktadır. Bu, çürümenin bir biçimidir.
* Abdülkadir Selvi, “Erdoğan, Sisi ile neden yakınlaştı”, Hürriyet, 05.09.2024.