Bir arkadaşımın sözüdür, “insanlar doğar, büyür ve evlenir”. Tabii cümlenin sonuna “çocuk yapar”ı eklemek lazım. Bir de sahip olmak ya da sahip olduklarını kaybetmemek için ömür boyu mekanik bir şekilde, sonsuz bir rutinle çalıştığımızı da unutmamalı. Arkadaşım şimdi tam da hep tekrarladığı gibi yaşıyor, ne kadar mutludur bilemem, herhalde herkes kadar.
2019 yapımı Vivarium filmi, içinde boğulduğumuz, usandırırcasına tekrar eden anlamsız hayatlarımıza odaklanmakta. Kendisine mekân olarak birbirinin aynı Amerikan banliyö evlerini seçmiş. Her ne kadar banliyö yaşamı bizlere çok tanıdık bir yaşam tarzı olmasa da hatırlattıkları ile kendi yaşam tarzlarımız üzerine ürkütücü bir şekilde düşünmemizi sağlıyor.
Biraz daha detaylı filmin konusuna değineyim, ama önce filmin ismini açıklayayım.
Vivaryum, hayvanların doğal davranışlarını gözlemlemek ve araştırmak amacıyla doğal hayat şartlarının yeniden oluşturulduğu kontrollü alan demek. İsterseniz evdeki akvaryumunuzu da bir vivaryum olarak düşünebilirsiniz.
Buradaki hayvan ise insan türü: Genç çift Gemma ve Tom bir emlakçıya girerler, hiç düşünmedikleri halde emlakçının ısrarı ile Yonder (İngilizce “orada” demek) isimli yeni inşa edilen banliyö evlerini görmeye giderler. Bütün evler birbirinin tekrarıdır, ilk bakışta evlerin, gökyüzündeki bulutların yapaylığı, emlakçıdaki örnek maketlerle buradaki evlerin 1/1 ölçekteki aynılığı dikkat çeker. Ardından emlakçı birden ortadan kaybolur ve genç çift bu sonsuz evler labirentine hapsolurlar. Hiç ses ve koku yoktur, yiyecekler tatsızdır ve üstelik ortaya “büyütürseniz serbest kalırsınız” notu ile bir bebek çıkar. Daha fazla anlatmayayım ama filmden küçük bir detay. Evin salonunun duvarında evin birebir aynı resmi, yatak odasında, yatak odasının birebir aynı resmi aslıdır.
Bugünkü emlak piyasasını düşünün maket ya da plan üzerinden evler satılıyor. Size allayıp pullayıp ilerde nasıl bir yaşamınız olacağı vaat ediliyor. Ya da bitmiş bir inşaatın örnek diyerek döşenmiş dairesini gezip beğeniyorsunuz. Aslında vaadin içinde, nasıl yaşamanız gerektiğinin diktesi gizli. Daha yaşamadan söyleniyor nasıl yaşamanız gerektiği. Zaten tuzak burada; borca gireceksiniz, kredi alacaksınız sonra yıllarca, mecbursunuz yine size söylendiği gibi çalışmaya, bir maket kadar kırılgan hayatınız, hiç şansınız yok başka türlüsünü hayal etmeye.
“Ben şanslı gruptanım, kendi hayatımı kendim yönetiyorum” diyebilirsiniz. Ama herkesin seyrettiği ya da haberdar olduğu “Bir Başkadır” dizisini hatırlayın. Lüks bir konutta yaşayan ve kadınlarla ancak mekanik ilişkiler kurabilen Sinan karakterinin evi aslında emlakçının örnek dairesi idi. Her şey düzenli, hiç kullanılmamış gibi yeni duruyor ve temiz, her nesnenin yeri tanımlanmış, içinde daha fazlasına, başka bir yaşama imkan yok. Nasıl da Sinan’ın kadınlarla kurduğu tuhaf ilişkiler ile yaşadığı ev birebir örtüşüyor?
Daha az şanslı gruptan olanlara sunulan TOKİ evleri de çok farklı değil. Coğrafya, yer, mekân, zaman fark etmeksizin tekrar eden sayısız vivaryumlar. Anlamsız bir hayatın tezahürlerinden başka bir şey değiller. İçini mobilya endüstrisinin üretim bantlarından çıkan eşyalarla tepeleme dolduruyor, sonrada bu nesneler dünyasının içine sıkışıp kalıyoruz.
Bir de en alttaki şanssız bir grup var; en büyük hayalleri bir gün içinde kalıcı bir yaşam sürecekleri bir ev sahibi olmak. Ama asgari ücret ya a daha azının içine sıkışıp kalmışsınız. Vaat hiç yok, zaten hiç de olmamış. Vivarium’daki Tom karakterinin her gün daha derine inerek açtığı çukur, kendi mezarı ve zamana yayılmış bir intihar idi. Bu aralar haberlerde sıkça karşımıza çıkıyor, doğrudan en kısa yolu seçenler, maket hayatlar insanı öldürüyor, kelimenin bire bir anlamı ile.
Daha önce de yazmıştım, “mekân ne ise toplum o olur.” O zaman şimdi bir adım daha ileri gideyim. Maketlerde kullanılan, mekânların içine yerleştirilen insan figürleri gibiyiz. Donmuş kalmış, hepsi birbirinin aynı, plastikten yapılma insanlar.
Pandemi ile dünya bu sarsıcı gerçeği bizlere bir kere daha gösterdi. Evlere kapandık, iş evi işgal etti, dünyalarımız daha da küçüldü ve kendi vivaryumlarımızın sınırlarını gördük. Büyük sermayenin böylesine bir afet durumunda işçilerin aileleri ile yaşayacakları üretim üsleri fikri de ayrı bir bela. Hepimiz hapsolduk ve hayatın her anı, bıktırırcasına sonsuz bir tekrardan fazlası değil.
Sözün kısası Vivarium karanlık, yer yer sinir bozucu bir film, mutlu son yok, sadece vaadin yalan olduğunu gösteriyor ve sizi orada bırakıyor. Ama eğer seyretmediyseniz lütfen seyredin, kesinlikle tavsiye ederim.
Son olarak, bir mimar olarak şunu söyleyeyim: Maket yapmak tasarım sürecinin önemli araçlarından biridir, neyin nasıl olacağını üç boyutlu görebilmek için. Bir temsildir, hayatın yerine ikame edenin temsili. Ama şimdi bunun yerini çokça, bilgisayar programlarında ile üretilen çok gerçekçi üç boyutlu görseller aldı. Üç boyutlu dediğime bakmayın, hepsi de ekranın parlak yüzeyine sıkışmış iki boyutlu cafcaflı görsellerden fazlası değiller. Tıpkı Vivarium’daki evin salonunda ve yatak odasındaki resimler gibi.