Siyaset, takvime işaretli günleri sever! Anmalar, yıldönümleri, kuruluşlar, kurtuluşlar… Size yeni bir bayram günü önermek istiyorum. Koyu renkli bir kalemle yazın, 1 Mayıs’ın, 8 Mart’ın yanına ve 15-16 Haziran’ın, Büyük Madenci Yürüyüşü’nün, TEKEL Direnişi’nin hemen altına.
“14 Eylül”
Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en önemli işçi eylemlerinden birinin, en büyük grevlerden birinin başladığı gün! İnsan hakları, ifade özgürlüğü ve demokrasi adına kara ama işçilerin direnişinin görkemiyle apaydınlık bir gün! Yok sayılan, unutturulmak istenen bir gün.
“14 Eylül 2018 İstanbul Havalimanı Grevi”
Öldürülen, sakat kalan, tutuklanan, işten atılan, işsizliğe mahkûm edilen inşaat işçilerini anmak ve tüm işçilerin haklarını savunmak için bir mücadele günü!
Pankartlara ve duvarlara yazalım. Kitabını yazalım, filmini çekelim. Arnavutköy’de bir caddeye ismini verelim.
14 Eylül 2018’de İstanbul Havalimanı inşaatında çalışan işçiler insan onurunu ayaklar altına alan çalışma koşullarına, iş cinayetlerine, ödenmeyen maaşlara, taşeron sistemine, kötü barınma ve beslenme koşullarına, isyan ettiler. 3 gün boyunca iş bıraktılar, şantiye içinde eylemler yaptılar.
Yapıcılar türkü söylüyor
Sabah 06:30’da yağmur altında servis bekleyen işçilerden biri ıslık çalmaya başladı. O ses 40 bin işçinin neredeyse yarısının katıldığı bir eyleme dönüştü. Talepler el yazısıyla kâğıda döküldü. Öfkeden bir mürekkeple imzalandı, sosyal medyadan yayıldı. Bu bir grev bildirisiydi artık.
Olayı haber alan sendikacıların, milletvekillerinin, avukatların, gazetecilerin hatta tıbbi müdahale için gelen doktorların içeriye girişi engellendi. İşçilerin taleplerine ilk cevap Jandarma’dan ve TOMA’lardan geldi.
Ertesi gün belki ertesi günden de yakın 15 Eylül sabaha karşı jandarma, tahtakurularıyla meşhur koğuşları bastı. İşçilere destek için İstanbul ve Ankara’da düzenlenen etkinlikler engellendi. 3000 kişi sorgulandı, 700 işçi gözaltına alındı. Tutuklananlar arasında Dev Yapı-İş ve İnşaat-İş yöneticileri de vardı.
Grev ve eylemler nedeniyle patron işçilerle masaya oturmak zorunda kaldı. Konteynerin içinde bir tarafta terli ve yorgun inşaat amelesi vardı. Öbür tarafta iki ilçenin kaymakamı, şirket yöneticileri ve jandarma komutanı…
Dönemin Ulaştırma Bakanı yaşananları Gezi’ye benzetti. Haksız değildi! “3. Havalimanı Türkiye’nin gurur projesidir, durdurmaya kimsenin gücü yetmeyecek.”
Zafer Anıtı’nı yani kontrol kulesini yapan işçilerden biriyse şöyle söyledi: “Çatıyı bizim ekip yaptı, reklamlardaki bayrağı ben astım. Maaşımı alamadım ve sendika üyesi olduğum için işten atıldım.”
Grevden birkaç ay önce, o zamanki adıyla Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı “hedef sıfır kaza” kampanyası havalimanı inşaatında düzenlenen bir törenle duyurmuştu. Bakanlar, belediye başkanları, sendikacılar hepsi oradaydı. En öndeydi, ayakta alkışlıyordu. İş kazalarından, eksikliklerden, ihlallerden hiç bahsedilmemişti.
Şirketin CEO’su daha sonra medya aracılığıyla işçilerden özür diledi. Sorunları açıkladı. O bunu yaparken makamında oturuyordu. Aynı sorunları anlatmaya çalışan sendikacılar ise cezaevinde yatıyordu.
Yapı türkü söyler gibi yapılmıyor
İSİG Meclisi raporlarına göre İstanbul Havalimanı inşaatında en az 65 işçi öldürüldü. “İnşaat ya Resul Allah” diyerek öldürdüler.
Hafriyat dönemini ve göçmen işçi ölümlerini izlemek mümkün olmadı. Ağır yaralananları ve sakat kalanları konuşamadık bile.
İstanbul Havalimanı’nda sadece işçiler ölmedi. Önce bilim ve hukuk öldü. Uzmanların itirazlarına rağmen keyfi raporlar, imar planları, kamulaştırma kararları hızla uygulandı. Sulak alanlar, canlı hayatı ve bütünüyle doğa tahrip edildi. Köprüler, otoyollar, viyadükler, siteler, kanallar uğruna, siyasi iktidarı pekiştirmek için, kar hırsıyla, aç gözlülükle işçileri öldürdüler.
Bu cinayetlere ve kanunsuzluklara karşı işçileri ve doğayı değil şirketleri korudular. Devlet şirket gibi çalıştı. Şirket devlet gibi davrandı. İstanbul Havalimanı sermayenin av sahasıydı.
Doğaya ve insanlara karşı suçlar işlediler. Ama sonunda suçlular değil suçu ihbar edenler, suça itiraz edenler cezalandırıldı.
İnşaatlardaki cehenneme güvendiler. İşçilerin açlıktan ölmemek için ölümüne çalıştığı şantiyelere, her 3 işçiden 1’inin kayıt dışı çalıştığı inşaat sektörüne güvendiler. Denetlenmeyen işyerlerine güvendiler.
Yükseliyor, yükseliyor yapı kan ter içinde
14 Eylül ilk değildi. Son da olmadı. İş cinayetlerine, şantiye içindeki trafik kazalarına, ödenmeyen ücretlere, uzun çalışma saatlerine, kötü beslenme ve barınma koşullarına karşı çok sayıda eylem yapılmıştı. Grev sona erdikten, öncü işçiler tutuklandıktan veya işten atıldıktan sonra da eylemler düzenlendi. Üstelik takip eden günlerde birçok grev ve büyük işçi eylemi oldu. Hepsi inşaat işçilerini selamladı.
İnşaat işçisi dövüldü, kelepçelendi, vatan haini ilan edildi. Ailesine hasret kaldı. Adli kontrol şartıyla işsizliğe mahkûm edildi. Kara listeye alındı. Ama direndi. Dünyanın en büyük inşaat projelerinden birini, patronun her türlü üstünlüğüne rağmen üç gün durdurdu. “Ben buradayım! Köle değilim!” dedi.
Üzerinden geçen 6 yıla rağmen İstanbul Havalimanı Grevi yol göstermeye devam ediyor. İşçilerin sadece ölünce değil direnince de gündeme geleceğini işaret ediyor.
Bugün 14 Eylül! Takvimlere not edin!
Not: Hafızasını tazelemek isteyenlere 3. Havalimanı İşçileriyle Dayanışma Platformu’nun hazırladığı “3. Havalimanı İşçileri Mistik Tülü Kaldırdı” kitabını ve John Steinbeck’in “Bitmeyen Kavga” romanını önermek isterim.