Kasım 2022’nin ortalarında, Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi’nde, Mis Sokak girişinde bir bomba patlatıldı. Bombalı saldırı, orada kimin olacağının önemsiz olduğu kurgusu ile gerçekleştirildi. Yani, şu veya bu kişiler hedeflenmiş değildi.
Patlama, Erdoğan’ın, G20 toplantısına katılmak üzere yola çıkacağı bir ana “denk geldi.” Şans işte. Erdoğan, uçağa binmeden, hemen “valimden aldığım bilgilere göre” diye açıklamalar yaptı. Yani, çok bozuk lisanlı, çok bozuk sicilli, çok iktidarın ayna gibi yansıtıcısı İçişleri “Bakanım”dan bilgi almadı. Soylu kaynaklı açıklamalar yerine, validen al haberi açıklamaları devreye sokuldu.
Ülkede herkes, isterse AK Partili olsun herkes, aslında bu saldırının, devletin özel operasyonlarından biri olduğu düşüncesini, beyninin arka tarafında tutuyordur. Açıklamalar ve konuşmalar bu ortamda yapılmaya başlandı.
Kendisi “suç örgütü” liderliği konusunda Sedat Peker’i on kat geride bırakan Soylu, Saray’ın başı, AK Parti’nin başı, cumhurun başı ve her şeyin başı olan Erdoğan’dan farklı açıklamalar yaptı. Soylu, saldırının ardından taziye yayınlayan ABD’yi, açıkça “taziyenizi kabul etmiyoruz” diyerek olayın arkasındaki güç olarak ilan ederken, Erdoğan, ABD taziyesine bizzat teşekkürlerini sunuyordu.
Sorudur; acaba her türkü devlet terörünün arkasında yer alan Soylu, bu olayda, devre dışı mı bırakıldı? Devlet, TC devleti, Saray Rejimi, bu bombalamayı devreye koyarken, Soylu’ya haber mi vermedi? Erdoğan, acaba, mesela Kalın ile Soylu’ya çalım mı attı? Dediğimiz gibi sadece sorudur.
Soylu’nun telâşının, Soylu’nun tutarsız açıklamalarının ardında ne var? Beni nasıl devre dışı bırakırsınız serzenişi olabilir mi? Acaba SADAT ne yapmaktadır?
Biliniyor, hâlâ hafızalarda tazedir, 7 Haziran-1 Kasım sürecinde, TC devleti, bizzat bir politik yol izleyerek, ülkenin her yanında “terör” eylemleri ortaya koymuştur. Ankara Garı katliamı sonrasında bugün “altılı masa”da yer alan o dönemin başbakanı Davutoğlu, “oylarımız artıyor” diye açıklama yapmıştı.
Bugün Özdağ’a sorarsanız, Davutoğlu’nun neleri söylemediğini biliyormuş. Biz bilmiyoruz. Ama yine de biz, Davutoğlu’nun oylarımız artıyor dediğini biliyoruz. Yani, bildiğimiz şeyler de var.
Özdağ ile Davutoğlu, birbirlerini açıklama yapmaya davet etmektedir. Devlet kadrosu olmakla övünen Özdağ, belki de Davutoğlu’nun neler bildiğini bize, kamuoyuna bizzat kendisi açıklar. Belki, bu yol, Davutoğlu’nun “korkaklığı”na bağlanan suskunluğunu da bozabilir.
Ama kanımızca, bu eylem, bu saldırı, bu katliam, 7 Haziran-1 Kasım sürecinden farklı ele alınmalıdır. İşte bu nedenle, konuyu biraz daha geniş bir çerçeveden ele almalıyız.
1
Eyleme ve sonrasındaki gelişmelere baktığımızda, açık çelişkileri, devletin telâşlı açıklamalarla bir şeyi gizlemek istediğini anlamamız zor değil.
Yakalanan kadın, Suriyeli diye lanse edilmiştir. Ama anlaşılan odur ki, kadın Suriyeli değildir. Kadının Suriye’den, önce Münbiç, sonra Kobané bağlantılı olarak ülkeye girdiği söylenmiştir. Ama anlaşılan o ki, kadın, bir yıldır zaten Türkiye’de yaşamaktadır.
Nasıl oluyorsa, kadın bombayı bıraktıktan, bomba patladıktan sonra, oldukça şüpheli, soğukkanlılıktan uzak tutumlar almıştır. İlgi çekici bir giyim içinde koşmaktadır vb. Ama daha da önemlisi, kadın, Taksim’de sorun olmadan taksi bulabilmiştir ki bu çok büyük bir şans demektir. Ve nedense, cep telefonunu yanında taşımıştır ki bu da çok tuhaftır. Öyle ya, artık herkes biliyor ki cep telefonları izlenebilmektedir.
Saldırı ile MHP’nin bir ilçe başkanının telefonları arasında bağlar bulunmuş ve o bölgenin valisi, bu durumun önemsiz olduğuna ilişkin bir açıklama yapmıştır. Normalde patlama İstanbul’da olmuş ve 8 savcı göreve çağrılmış, İçişleri Bakanı da her gün açıklamalar yapmaktadır. Nedense bu telefon bağlantısı konusunda başka bir ilin valisi, bunun önemsiz olduğunu bildiren bir açıklama yapmıştır.
Buraya kadarı, deneyimli her TC vatandaşı tarafından ele alındığında, işin arkasında Saray Rejimi’nin, devletin olduğunu kabul etmek için yeterlidir. Daha fazlası, açıklanan bilgilerde doğru ve yalanın ayıklanmasını sağlayacak bir detaylı çalışma gerektirir ki, olayın araştırılması, yasaklar nedeni ile çok da mümkün değildir.
Soylu, ardından tüm devlet, olayın failinin PKK olduğunu ilan etmiştir.
PKK, sivillere dönük saldırılar yapmayacaklarının bilindiğini, bu saldırının kendileri ile ilişkisinin olmadığını açıklamıştır.
Irak içlerine doğru PKK’ye karşı saldırılarını sürdüren TC ordusu, kimyasal silah kullanmaktadır. Ve bu durum, uzun süredir dünya tarafından bilinen, ama Batı’nın, ABD, Almanya, İngiltere ve NATO’nun arkasında yer aldıkları bir saldırı olduğu için gözlerini kapattıkları bir durum idi. Türkiye içinde ise, birkaç devrimci grup bir yana bırakılırsa, kimyasal silah kullanıldığı konusunda bir tartışma yürüten kimse yoktu. Neredeyse Türkiye kamuoyu, olaydan habersizdi. Son Mersin eylemi sonrasında, kimyasal silah kullanma meselesi kamuoyunun gündemine oturmaya başladı. Hatta bu yüzden Fincancı tutuklandı ve TTB’ye dönük saldırılar yeniden alevlendi.
TC devleti, olayın arkasında PKK var diyerek, Irak içlerine bir yeni saldırı başlatmak, aynı zamanda kimyasal silah kullanımını arka plana atmak için harekete geçti.
Öyle ise bu açıklamaların tümü, aslında savaşı daha da tırmandırma politikasının içindedir. Saldırının hedeflerinden biri de budur. Böylece TC ordusunun kimyasal silah kullanımı gündem dışına itilecek ve bir de PKK’ye karşı kimyasal silah kullanımı, “normal” hâle getirilecektir. Saldırının amaçlarından biri budur.
TC devleti, efendisi ABD ve NATO tarafından, Kerkük petrolleri hevesi ile, Irak içlerini sokulmakta, buradan İran’a karşı bir saldırı cephesi için hazırlıklar yapılmaktadır. İran’a saldırmanın, TC devleti açısından bir nevi intihar olduğu söylenebilir. Doğrudur da. Böylesi bir savaşın kazananı İran ya da Türkiye olmaz. Her ikisi de tahrip olur ama ABD bu sayede epeyce kazançlı bir yeni sürece adım atabilir. Onun için bu “zayıf” ihtimali akılda tutmak gereklidir. Zira, hem oldukça zor durumda olan Saray Rejimi’nin ve güç kaybetmekte olan ABD’nin neler yapabileceği belli değildir. Ukrayna’da, esir askerleri kurşuna dizen Batı-NATO, ABD ve İngiltere, zaten bu örnekle, savaş suçları konusunda sınır tanımayacaklarını ilan etmiş bulunuyorlar.
2
Bu saldırı, bir “dinamik araştırma” gibi görünmektedir.
Biliniyor, birçok araştırma şirketi, oy oranlarından tutun da birçok konuya ilişkin araştırmalar yapmaktadır. Bu araştırmalar, bazan telefonla, bazan yüz yüze anketlerle vb. yapılmaktadır. Dinamik araştırma ise, bu araştırmaların farklı bir türüdür. O anda bir eylem gerçekleştirip, bunun sonuçlarına bakmak mümkündür. Bu arada insanların ölüp ölmediği egemenin umurunda değildir.
Beyoğlu’nda patlama gerçekleşir gerçekleşmez, devlet, tüm hızı ile, karartma uygulamış, hem konuya ilişkin haber ve paylaşımları yasaklamış hem VPN üzerinden iletişime geçenleri saptamaya karar vermiş ve buna yönelmiş hem de tüm interneti devre dışı bırakmıştır.
Olayın vahameti nedeni ile insanlar, bu anlaşılmaz önlemleri “normal” karşılamaya başlamıştır.
İşte dinamik araştırmanın bir bölümü budur: Hangi hızla bir karartma uygulanabilmektedir? Karartma kararı alınınca ne olmaktadır ve bu nasıl kontrol altına alınabilir? Dinamik araştırmanın bir bölümü budur.
Dinamik araştırmanın ikinci bölümü, konuya ilişkin devlet açıklamalarına halkın nasıl yaklaştığı ile ilgilidir. Ortaya çıkmıştır ki, insanlar çoğunlukla devletten gelen açıklamalara güvenmemekte, ama açıktan bu olayı devlet yaptı demek konusunda da tereddüt göstermektedir. Herkes, içten içe olayın ne olduğunu sezmekte veya bilmektedir. Ama bu sezgilerini ve bilgilerini dışa vurmamaktadır.
Araştırmanın üçüncü boyutu, fail PKK denildiğinde, nasıl bir tutum alınacağı konusunda olabilir. Görülen o ki, insanlar, devletten gelen açıklamaları şüphe ile karşılamaktadır. Saray Rejimi’nin olduğu kadar, TC devletinin tescilli katliam geçmişi, bu konuda bir “hafıza” yaratmıştır. Bu hafıza kendini açık bir dille ortaya koymasa da, varlığını sürdürmektedir. Bu nedenle, Davutoğlu’nun 7 Haziran-1 Kasım süreci ile ilgili bilgileri açıklaması talebi, etkili bir talep hâline gelebilmektedir.
3
Elbette bu eylem, aynı zamanda korku salma isteğinin de ifadesidir. Saray Rejimi, TC devleti, kendi cephesinden neler yapabileceğini göstermek istemektedir. Bu saldırı, halkı, geniş kitleleri, işçileri, öğrencileri, kadınları vb. korkutmayı hedeflemektedir. CHP kuyruğuna takılmış bir işçi muhalefeti, elbette bu saldırılar karşısında korkuyu daha fazla hissedecektir. CHP, açıkça saldırının arkasındaki süreci açıklamak istemeyecektir. Bu durum, altılı masanın, her zaman “devlet çıkarları” adı altında Saray’ın hizmetinde olacağının da göstergesidir.
Korku salma politikası, sadece devlet şiddeti ile sağlanmıyor, bir de devletin bir kesiminin CHP gibi, kitleleri sanki onlar bir şey yapmış gibi, onları eve kapatmaya yönelmesi ile yürütülüyor.
Böylece, kitlelerin, bu çürümüş, bu kokuşmuş sisteme karşı mücadele azmi kırılmak isteniyor.
4
Saldırganın devlet olduğu açıktır. Aslında binbir yolla bunu da ifade etmektedirler. Yoksa beceriksizlik nedeni ile olaylar ortaya çıkmıyor. Bir kadın saldırgan hakkında ortaya konan bilgiler, tek başına bunlar bile, süreci açığa vurmaktadır.
Bu nedenle, 7 Haziran-1 Kasım süreci gibi bir yoldan, daha farklı bir yol izleyecekleri anlaşılmaktadır. Bu patlama, aslında bunun da araştırılmasıdır. Bu araştırmaların bir ucunda Bekir Ağırdır gibi “demokrasi” adına manipülasyon yapanlar varsa, diğer ucunda da bu tarz şiddet vardır. TC devletinin, Saray Rejimi’nin, uygulayageldiği baskı ve şiddetin “olağan” hâle gelmesi nedeni ile, daha farklı tarzda şiddet için hazırlıklar yapılmaktadır.
Saray Rejimi, devlet terörünü sürekli uygulamaktadır.
Bunu Kürt illerinde yapıyorlar ve bu konu, Batı’daki ile aynı öze sahip olsa da, ondan ayrı bir politika olarak sunulmaktadır. Kürtlere karşı kimyasal silah kullanımı, oradaki “olağan”laşmış devlet şiddetinin üzerine çıkma isteğidir. Buna benzer biçimde Batı’da, sürekli olarak her eylemi polis copu ile, yargı ile, yalanla vb. bastırma politikaları artık olağanlaşmıştır. Batı’da da devlet, daha dozu artırılmış, henüz olağanlaşmamış şiddete, teröre yönelmek istemektedir. Bu bombalama, bunun dinamik araştırmasıdır.
5
Şimdi, yeniden seçimlerin olup olmayacağı tartışması içten içe tartışılmaktadır.
Varsayalım ki, seçimler olacaksa, bunun nasıl bir süreç içinde yapılacağı, bu tip devlet saldırıları karşısında tutum bile alamayan burjuva muhalefetin seçimlerin güvenliğini sağlamak denilince ne anladığı üzerinde düşünülmesi gereklidir.
Saray Rejimi, devlet, tüm interneti ve sosyal medyayı kapatınca, bunun karşısında burjuva muhalefetin alacağı tutum ortaya çıkmıştır. Devletin kendi organları VPN kullanırken, burjuva muhalefetin sosyal medyanın karartılması konusunda üzüntülerini ifade etmesi, “büyük bir muhalif” atak olmalıdır!
Sadece devlet cephesinden gelen açıklamalar değil, muhalefetin açıklamaları da komiktir. Hep birlikte, “ilahi komedi” oynamaktadırlar.
Nasıl ki Erdoğan’ın yeniden aday olması konusunda ses çıkartamıyorlar, nasıl ki yasal yeterliliği olmadığı hâlde Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını, başbakanlığını gayrimeşru ilan edemiyorlarsa, aynı biçimde ortaya konan her türlü saldırganlık konusunda da uykuya dalmış numarası, patates çuvalı numarası yapıyorlar.
Devlete zeval gelmesin mantığı ile muhalefet bundan ileri gidemez. Kaldı ki, bizzat kendileri, hukukun, anayasanın askıya alındığını söylüyorlar. Buna rağmen, seslerini çıkartmadıkları gibi, kitleleri de evde kalmaya ikna etmek için her yolu deniyorlar.
İmamoğlu’nun davası gibi davalarla “sizi yasaklı ilan ederiz” tehdidini bile, açıktan karşılayamaz durumdadırlar. Sen mecliste dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay verirsen, sen Kürt illerinde seçilmiş belediye başkanlarının yerine kayyum atanmasına onay verirsen, sen Libya, Suriye, Irak vb. alanlara asker gönderilmesine onay verirsen, zaten gerisini de kabul etmek zorunda kalırsın. Muhalefet, halkın, işçilerin, emekçilerin, kadınların, öğrencilerin eylemleri ile Saray Rejimi’nin yıkılmasından, en az Saray Rejimi kadar korkmaktadır.
Bu koşullarda, seçimlerin yapılacağını, hangi güvence ile söylüyorlar? ABD ve İngiltere mi güvence vermektedir? Seçimlerin yapılmaması yasal olmaz diyorlar, iyi de ülkemizde hangi yasa uygulanmaktadır ki? Ülkemizde var olan hukuk, iç savaş hukukudur. Diyorlar ki, seçim yapılmazsa, “meşru” olmazlar. İyi de şimdi, nasıl meşru oluyorlar, diploması bile olmayan bir Cumhurbaşkanı mı meşrudur, oyların çalındığı seçimler mi meşrudur?
Bir sonraki seçimde, yine oylar çalınırsa, yine hile boyu geçerse, o zaman mı “meşru değilsiniz” diyecekler? O zaman bunu diyecek olanlar, dün seçimlerdeki hileleri nasıl görmezden gelip, rejimi meşru ilan etmektedirler?
Açıktan halkı hedef alan bir katliamı organize edenleri deşifre edemeyen bir burjuva muhalefet mi, seçimlerin güvenliğini sağlayacak?
Tüm bunlar, işçi ve emekçileri kandırmak, mücadele ve direniş hattından koparmak, onları eve kapatmak için yapılmaktadır.
Saray Rejimi, katliamlar ile, korkutma politikasını uygulamaktadır. Bunun için daha etkili yollar aramaktadırlar. Bu açıdan, birçok kişinin dile getirdiği suikastler vb. devreye sokulabilir. 7 Haziran-1 Kasım sürecinden farklı bir saldırı politikası arayışında oldukları anlaşılıyor.
Medya, büyük oranda ellerindedir. Bunu daha etkili kullanmak için, derin bir hazırlık içinde oldukları anlaşılmaktadır. Hem sosyal medyayı hem de tüm medyayı karartma için uygun hâle getirmek istedikleri açıktır.
Yalan ve karartma, aslında devlet terörünün bir diğer tamamlayıcısıdır. İkisi birlikte olmazsa, etkili sonuçlar elde etmeleri zordur. Bu nedenle, aynı anda karartma uygulanmaktadır. Her devlet terörü eylemini, karartma ile tamamlamaktadırlar.
Irak parlamentosu, TC devletinin, kendi sınırları içinde kimyasal silah kullanması nedeni ile bir komisyon kurmuş, olayları araştırmaya karar vermiştir. Ancak, ülkedeki burjuva muhalefet, böylesi bir adım atmaya bile yanaşmamaktadır.
Aynı süreç, Taksim bombalamasında işlemektedir. Hiçbir biçimde, açık çelişkilerin dahi üzerine gitmeyen bir burjuva muhalefet vardır ve bu burjuva muhalefet, Saray Rejimi için bulunmaz nimettir.
6
Bu nedenle, ülkemizdeki gerçek toplumsal muhalefetin, burjuva politikacıların kuyruğuna takılmasına son vermek gereklidir.
İşçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, çevreciler, her muhalif kesimin, Saray Rejimi’ne karşı, işçi sınıfının devrimci yolunu rehber alarak, direnişlerini geliştirmeleri gereklidir. Bugün, işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci politikaya olan uzaklığı, bu açıdan yeterli örgütlülüğe sahip olmaması, burjuva politikacıların peşine takılma siyasetini mecbur hâle getiriyor görüşü savunulamaz. Bu görüş, mücadeleden kaçma görüşüdür. Açıktır ki, işçi sınıfının devrimci harekete uzaklığı, devrimci hareketin işçi sınıfı içindeki yetersiz örgütlülüğü, kitlelerin yetersiz örgütlülüğü, bizi daha örgütlü bir direniş hattını örmekle görevlendirir. İş budur. Güçlerimiz yetersiz ise, güç toplamak ve örgütlenmek otomatik olarak öne çıkan bir görev olmalıdır. Diğeri teslim olmaktır.
Elbette, birçok aydın, birçok okuryazar, birçok liberal solcu, teslim olmayı seçebilir. Onlar nasıl kendi yollarını seçmekte özgür iseler, bizim de, işçilerin de, direnen herkesin de kendi yolunu seçme özgürlüğü vardır.
Biz biliyoruz ki Saray Rejimi, ancak ve ancak, halkın direnişi ile, işçi sınıfının devrimcileşmesi ile, devrimci bir direnişin gelişmesi ile yıkılabilir. Evet biliyoruz ve görüyoruz ki devrimci cephenin, işçi sınıfının güçleri, örgütlenmesi yetersizdir. Öyle ise, bu eksikliği tamamlamak, örgütlenmek, direnişi geliştirmek, iktidarı alacak bir perspektifi örgütlemek en gerçekçi, en olası yoldur.
İşçi sınıfının, emekçilerin, kadınların, çevrecilerin, gençlerin, başka bir kurtuluş yolu yoktur. Sosyalizm dışında, burjuva iktidarın alaşağı edilmesi dışında bir barış yolu, bunun dışında bir özgürlük ve kurtuluş yolu yoktur.
Biz, eksik ve yetersiz güçlerimizle böylesi bir savaşa atılmayı, burjuva politikacıların kuyruğuna takılmaktan bin kat daha gerçekçi, bin kat daha olanaklı bir yol olarak görüyoruz.
Taksim’deki patlama, devlet güçlerinin korkuyu daha fazla yayma ihtiyaçlarının ifadesidir. Bunun için başka yollar aradıklarının farkındayız. Devlet, düne kadar, bugüne kadar uyguladığı şiddet politikaları ile, olağanüstü hâli olağan hâle getirmiştir. Artık, bu saldırganlıkları, istedikleri sonuçları vermemektedir. Bu nedenle, daha ileri, daha açık, daha farklı bir şiddet politikasını devreye sokmak arzusundadırlar. Taksim bombalaması ve sonrasında uygulamaya konan karartma, ortaya saçılan yalanlar, yalan yamuk açıklamalar, bu arzunun ifadesidir. Buna karşı, kitlesel direniş yolu dışında, işçi sınıfının devrimci mücadele yolu dışında bir çıkış yolu yoktur.