Okulların tatil olduğu temmuz ayı belki de herkesin hayatındaki en kalıcı anılarını biriktirdiği zamandır. Yeni maceralara atılınır, arkadaşlarla kaynaşılır, yaşama dair düşünceler gelişir. Temmuz sıcağı ister istemez gençlikte anıları çağırır. 2015 Temmuz’u ise gençlik hareketi için bir anı olmaktan çok bir an, kritik bir devrimci moment oldu. Suruç’u yaşayan devrimci hareketimiz için ise 2015 Temmuz’u, adımlarından olduğu birleşik devrim fikrinin kesintisiz bir şekilde taşınmaya devam edildiği bir sürekliliğin başlangıcı oldu.
Suruç’un anısı onun halen devam eden bu fikrinde. Devrimci savaşımın yeni bir düzeye geçtiği, bunun örgütsel bilince çıkarıldığı, varoluş sebebine uygun bir hal ve tavrın gelişmesi için yola devam edenlerin kendine ve topluma yeniden ve yeniden baktığı bir gerçekçilik anı Suruç. Devrimci bir atılımın halklar için hangi bedelleri göğüslemeyi gerektirdiğini bizzat deneyimleyen bir kuşağa, kapitalizmin en çürümüş halinde devrimci kalmaktan başka bir varoluş hakkının kalmadığı bir hareketin içinde kalma çağrısı.
Suruç’a, uğruna yola düşülen arayış, yani sınırın öte tarafındaki kıvılcımı tutuşturma mücadelesinin kendisi yenilenerek sürüyor. Sürüyor çünkü yaşam akmaya devam ediyor. Geçen 9 yılda önce bir yük biriktirdi bir süre bu akış, sonra artık bir şeylerin değişmesinin beklendiği bir yorgunluk hissi sarmaya başladı. Rüzgar karşıdan daha sert esiyordu. Bu nedenle Suruç’la ilgili anılar, hafıza yeni anlamlar kazanıyor. Ancak daha geniş bir tarihsel aralıktan bakıldığında yerli yerine oturuyor, o inişli çıkışlı ruh halleri anlaşılabiliyor. Bir dönemin acısı diğer dönemin yaslanılarak güç alınacak konumuna gelebiliyor. Ama bunlar zihinde değil, gerçek hayatta oluyor. Kolektif irade, kolektif akıl el ele veriyor, kişi pratiğiyle zihninde direniş nehrinin yatağını buluyor.
Toplumun içten içe çürütüldüğü bir dönemde örgütlü kalmak vicdanlı ve etik yaşamanın temel koşullarından. Kobanê’nin yeniden inşasının ağır koşulları, yani Suruç’ta engellenemeyen şey, gençlik hareketine yaşamın bütünlüğünü, mücadele sahasının yaşamda tutunduğumuz değerlerden, ilişkilerden başladığını bir hat açarak gösterdi. Burada, bu kadar çok sömürü ve baskı varken yüzünü öte yana çevirmemenin, bir arada durabilme iradesi vardır. Rojava’da planlanan yerel seçimlerle halk, demokratik bir yaşamın en büyük ablukalar altında bile inşa edilebileceğini gösterirken de bu irade vardır, aynı topraklarda aynı maya tutmuştur.
Tarihsel koşulların her an bilincinde olma, anın ihtiyacını doğru tespit etme ve kendini buna göre örgütleme. Taşınan fikir budur. Toplumsal çelişkilerin kırılma noktalarına günübirlik değil, stratejik olarak odaklanma. Yaşam koşullarının ekonomik krizler ve ekolojik çöküşle zorlaştığı, her şeyin günübirlikleştiği, gelip geçicileştiği ve zihinsel tembelliğin pandemiye dönüştüğü son yıllarda bireysel ve kolektif adanmışlık ve dayanıklılık biçimlerini bulma ve üretmededir.
Coğrafyamızdaki bitmeyen katliamların karşısındaki bitmeyen direnişlerden anlaşılabilecek şey budur. Soykırıma karşı süren Filistin direnişini düşünelim. On yılların katliamcı sömürgeci saldırıları, direniş ruhunu kıramadı, duvarların çatlaklarından 7 Ekim’de bir kez daha sızdı. On binlerce kayba, yüzbinlerce yaralı ve yerinden edilmişe rağmen özgürlük mücadelesinden vazgeçirilemeyen bu tarihsellikti. Filistinli akademisyen Manal Shqair’in direniş biçimlerinden biri olarak örnek verdiği eko-sumud pratikleri bu direngenliğin toprakla kurulan bağda yaşadığını gösteriyor. İşgal altındaki topraklarda arazisi elinden alınan, suyu kesilen halkın yüzyılların bilgisiyle kurak mevsimlerde topraktaki nemi kullanarak gerçekleştirdiği tarım onun orayı terk etmeme inadının ancak coğrafyayla bütünleşerek sürdürülebileceğini hatırlatıyor. Dişini tırnağını toprağa geçirmek bir örgütlenme mottosuysa aklını ve yüreğini yeni umut kaynaklarıyla beslemek, ama dahası o umut kaynağını geçmişten, kendinden devşirmek de bir o kadar özeleştiri mottosudur. Suruç bu bakımdan hem geçmiş bir konjonktür hem de kendimizdendir, her 20 Temmuz’da sokağa çıkan o sumuddur.
Burada, direnişte kalmanın, tutunmanın yolları sonsuz ancak eylemin hangi çizgiyi örgütlediğini, hangi çizginin güçlendiğinde bizi özlemlerimize taşıyacağına dair kendi deneyimimizden gelen bilgimizi alacağımız yerlerden biri Suruç. İklim krizi yeni göç dalgalarını tetiklerken, yaz sıcağı Amed-Mardin’deki gibi orman yangınlarını ve devletin umursamazlığını gözler önüne sererken bir kez daha birleşik mücadele, tarihin bizi yönlendirdiği kanal oluyor. Halklar bu koşullarda giderek daha fazla birbirine güvenme, dayanışmayı büyütme çalışmalarında bir araya gelecekler. Bunun böyle gelişmekten başka yolu yok, devrimcilerin yeşereceği yaşam burada böyle gelişecek.
Kobanê’ye giden yol Paramaz’ın değindiği hakikat arayışında açılan bu bilinçli yoldu ve orada olanların, o hatta durmaya devam edenlerin birlikte taşıyamayacağı yük yoktur. En ön cepheden en sıradan günlük sohbete kadar buradayız, bir aradayız, suyun bizi götürdüğü yeri biliyoruz. Zamanın sıkıştırılmış şekilde yoğun geçtiği, nefesimizin yetmediğini düşündüğümüz anda başımızı kaldırıp bu bir arada akışa bakabiliriz. Suruç’ta kaybettiklerimizin yüzlerini her ay ki anmalarda hafızamıza kazıdık. Her birinin fabrikada, okulda, evde, işyerinde tek tek tanıdıkları, kendileri gibi sıradan insanlar üzerinde bıraktıkları izleri düşünün. Bu izleri bırakıyoruz hala, tanıdık geliyor insanlara. Suruç’tan 9 yıl sonra ellerimiz ve dudaklarımız titrerken bir kez daha direngen bir ses yankılanmayı sürdürüyor birleşik devrim mücadelesinin her anında. O bir yeniden inşa çağrısıydı, doğa bu sesi kendinden biliyor.