Bütçe görüşmelerinde Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in, “sizin tarikat-cemaat dediğinize biz STK diyoruz” demesiyle, laiklik tartışma gündemine gelir gibi oldu… Diyanet İşleri Başkanlığı 3 Mart 1924’te Şeriyye ve Evkaf Vekaletinin yerini aldı. 1924 Anayasasının 2. maddesinde: “Türkiye Devletinin dini, dîni İslam’dır” deniyordu. 1928 yılında yapılan değişiklikle “Devletin dini İslam’dır” maddesi anayasadan çıkarıldı… İlerleyen dönemin anayasalarında da (1961, 1982) laiklik maddesi yer almaya devam etti…
Bir ilkenin, bir şeyin anayasada ve yasalarda yer alması, onun gerçek dünyada reel bir karşılığı olduğu anlamına gelmez… Nitekim, 1982 cunta anayasanın ikinci maddesinde: Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” deniyor… Geride kalan dönemde bunların her birinin gerçek yaşamda ne kadar karşılığı vardı?.. Eğer tevatür edildiği gibi “hukuk devleti” olsaydı devlet onca zamandır bu kadar katliam yapabilir miydi? Eğer “demokratik” olsaydı Türkiye bugünkü sefil hâllerde olur muydu? En temel insan hakları ayaklar altına alınır mıydı? Düşünce suçu diye bir şey olur muydu? “Soysal olsaydı” insanlar açlık, yoksulluk ve işsizlikle, çaresizlikle cebelleşir miydi?
Laikliğin bir tanımı var: “Devlet hiçbir dinî işlev görmeyecek, din de siyaset alanının dışında kalacak, politika alanına burnunu sokmayacak”… Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devasa bir kurum devletin göbeğinde yerini almışken, hâlâ laiklikten söz edilebilir mi?.. Aslında söz konusu olan da “başkanlık” değil, “bakanlık”… Din Bakanlığı… Örgüt yapısı bakanlıklarınkinden farklı değil… 1924 Anayasasından “devletin dini İslam’dır” maddesinin çıkarılmasının reel bir karşılığı yoktu… Benim ilk nüfus cüzdanımda “Dini İslam, mezhebi Hanefi” yazılıydı… Laik bir rejimin insanların diniyle-imanıyla, inancıyla ne ilgisi olabilir? Türkiye’de geçerli olan “Türk-İslam sentezi” denilendir… Din her zaman politikaya karışmaya devam etti… Tabii politika da dine… En büyük tarikat/cemaat Diyanet İşleri Başkanlığıdır…
Laiklik sadece devletin, siyasi otoritenin tüm dinler ve inançlar karşısında “eşit mesafede durması” değil, ne surette olursa olsun dine bulaşmamak, “karışmamak”, müdahale etmemeyi varsayar…
O hâlde sadede gelebiliriz… Türkiye’de laikliğin neden hiçbir zaman gerçek bir varlığı olmadı? Türkiye’nin egemenleri, mülk sahibi sınıflar, sadece uyduruk resmî ideolojiye dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı… Dini yardıma çağırmak zorundaydılar ve çağırdılar… Dinin devlet aygıtına daha çok nüfuz etmesinin bir nedeni de ABD faktörüydü… ABD-NATO cephesinin dini, toplumsal uyanışın, demokrasinin ve sosyalizmin önünü kesmenin aracına dönüştürmek gibi bir planı vardı… Türkiye 1945 sonrasında ama asıl 1952’de emperyalist bir askerî saldırı paktı olan NATO’ya üye olmasıyla din devlet aygıtına daha çok sokuldu… Süreç 1980 NATO’cu darbe sonrasında daha da hızlandı… 2002’de politik İslamcı AKP’nin iktidara taşınmasıyla da zirve yaptı… AKP iktidarı bidayette şimdilerde FETÖ denilenle bir ittifaktı… 2010’dan sonra aralarında sürtüşme başladı, 2016’da da FETÖ’cü darbe girişimi denilenle de son buldu ama AKP darbe girişimini bir fırsata çevirerek devlet aygıtını baştan sona dizayn etmeyi başardı… Elbette FETÖ’den boşalan yer de başka tarikat ve cemaatler tarafından doldurulmak kaydıyla… Şimdilerde Türkiye’deki rejim İslam soslu faşizm manzarası arz ediyor… Siz anayasada yazılana bakmayın…
Geride kalan dönemde Türkiye’de din, burjuva partilerinin seçimi kazanma araçlarından biriydi… Ama asıl amaç sosyal uyanışın, demokratikleşmenin, sosyalist mücadelenin önünü kesmekti… Din onun için araçlaştırıldı… Tarikatların ve Cemaatlerin devlete sızdığı bir vakıa ama hep sızan sorun ediliyor da sızdıranın dahli hiçbir zaman ilgi ve kaygı konusu yapılmıyor…
Diyanet İşleri Başkanlığının 2024 yılı bütçesinden aldığı pay 79 milyar 557 milyon 847 bin TL… 6 Bakanlığınkinden fazla… Geçen yıla göre %151 artış var… İstediğinde daha çok kaynağı kullanmanın önü açık olmak kaydıyla… 211 bin 164 personeli var… Devlet aygıtı içinde bir din ordusu…
“Laik demokratik” dedikleri Türkiye’de 87 bin 806 cami var… Nüfusu yaklaşık aynı olan İran İslam Cumhuriyetinde 48 bin cami var… Ve cami inşaatları hız kesmeden devam ediyor… Okul sayısı da 70 bin 393… Bu rakamlar size bir şey ifade ediyor mu?
Öyle laik bir ülke ki, bir mezhebin finansmanı için 85 milyondan vergi alınıyor… Ve sadece Sünnî Müslümanlara “hizmet veriyor”… Bu ülkede herkes Sünnî Müslüman mı? Farklı inançlar yok mu, dini farklı yorumlayanlar, Aleviler, ateistler, bir dinî inancı olmayanlar yok mu?
Devlet aygıtının tüm gözeneklerine “sızdırılan” cemaat-tarikat denilenlere gelince, bu yapılanmalar, dini servete el koymanın aracına dönüştürüyorlar… Tarikat ve cemaat liderleri müritlerini köleleştiriyor… Düşünme yeteneklerini dumura uğratıyor… Yurttaş olmalarının önünü kapatıyor… Söylemleri başka olsa da asıl yapılan dini özel çıkarlar için araçlaştırmak, din kisvesi altında zenginleşmek… Tarikattan-cemaatten çok, büyük kapitalist holdinglere dönüşüyorlar… Büyük servetlere sahipler… En önemli kozları Batılı düşünce ve yaşam tarzlarına yönelik itirazları ama Batı karşıtlıkları da bir ikiyüzlülükten ibaret… Elbette Batı düşüncesi ve yaşam tarzı da eleştiriyi hak ediyor ama onu bir zenginleşme aracına dönüştürmemek kaydıyla! Retorik öyle olsa da Batı’nın ürettiği ne varsa kullanmakta acele ediyorlar ve asla bir sakınca görmüyorlar… Velhasıl ikiyüzlülük istisna değil, kural…
O hâlde laikliği tartışmaya var mısınız?