12 Eylül, bizim devrimci hareketimizin tarihinde önemli bir yenilgidir. Bu yenilgi, “değerli”dir. Eğer yenilgilerden ders çıkartabiliyorsak, aslında her yenilgi zafere yaklaştırır, zafere yaklaştırdığı oranda değerlidir. 12 Eylül yenilgisini, zaferin kaldıracı yapacağız.
12 Eylül yenilgisi, işçi sınıfını örgütsüz bıraktı. Sendikaları, devlet kontrolüne alacak tarzda, “sendika mafyası” denetiminde örgütledi. Sendikalar, işçi sendikası olmaktan çıktı. Ve işçiler sendikalardan uzaklaştılar. Bu hâlâ aşılmış değildir. Ama sadece bu kadar değil. 12 Eylül, devrimci örgütlerin yenilgisi ile sonuçlandı ve “yenen vezir olurmuş, yenilen rezil” hesabı, solun hızla “küçümsenmesi”, “aşağılanması” kampanyalarını beraberinde getirdi. Eğer yenilgi, savaş meydanlarındaki direniş sonrasında gerçekleşse idi, bu kadar çözülmeye, devrimci saflarda, işçi sınıfı saflarında bu denli erozyona yol açmazdı, döneklik bu kadar “makbul” hâle gelmezdi. Oysa 12 Eylül sürecinde hapishanelerde destansı direnişler yaratılmıştır, binlerce insan işkencecilere boyun eğmemiştir. Direnilmiştir ama iktidarı alma perspektifi önde tutulamamıştır.
Yenilginin bu tarz yaşanması, direnişin meydanlarda, sokaklarda, barikatlarda olmamış olması, beraberinde soldan, devrimden yüz çevirmenin çeşitli biçimlerini de getirdi. Dönekler, devrimci harekete sövmeyi “aydın” olma hâli olarak gören Ahmet Altan ve Murat Belge gibiler bir yana, devrimci mücadele konusunda samimi olanlarda da açık olarak devrimden uzak durma eğilimi, örgütten kaçış eğilimi olarak ortaya çıktı. Şöyle ifade edilebilir mi: “Evet, devrim gerekli ama, örgüt, işte o olmaz.”
Bu eğilim, bugün de yenilmesi gereken bir eğilimdir, hâlâ etkilidir ve çok farklı tonlarda, kişilerin iradelerini aşarak kendini göstermektedir.
Bir yandan örgütü küçümseyen, örgütlü mücadeleyi bir tür “esir” olma hâli gören tutumlar varken, diğer uçta aynı kaçış eğilimi, kendini “mükemmel örgüt”, “hatasız örgüt” arama, beklentisi olarak ortaya koyuyor.
Bu konu üzerine tartışmak istiyoruz.
* * *
Bir konudaki bilgimizin doğru olup olmadığının kanıtı nedir diye sorulur. Çok geneldir. Ama önemli bir tartışmadır. Hepimizin aşına olduğu bir bilgiden, dünyanın düz mü yoksa elips şeklinde yuvarlak mı olduğu tartışmasından, bilgilerimizin doğruluğu üzerine konuşabiliriz.
Dün, bundan 500 yıl önce, dünyanın düz olduğu “bilinirdi”. Bu bilgi, aslında günlük bilinç dediğimiz şey ile edinilmiştir. Ufuğa doğru bakarız ve sanki dağlar, yükseltiler, çukurlar bir yana, dünyanın düz bir tepsi olduğunu düşünürüz. Ama bu “günlük bilgi” zamanla, bilim tarafından yanlışlanmıştır. Bilim adamları, güneşin gün içindeki yerine ve ışıklarının düşmesi ile oluşan gölgelerin durumuna bakarak, binlerce yıl önce, dünyanın düz olmadığını düşünmeye başlamışlardır. Ama köleci toplum gelişip serpildikçe, din, devletler tarafından daha etkin bir yönetme aracı hâline geldi. Böylece dünyevî bir güç olan siyasal iktidar, kralların, tanrının yeryüzündeki temsilcisi olduğu fikrini, yönetme aracı olarak kendine oldukça uygun buldu. Bu yolla, aslında egemenler, azınlık oldukları hâlde yönetmekte, baskı dışında ilave araçlara (ya da daha etkin ilave araçlara) ulaşmış oldular. Dünya ve güneş sistemi üzerine bilgi de, bu çerçevede “donuklaştı”.
Krallara hizmette kusur etmeyen düşünürler, köleci sistemin, zayıflıklarını bildikleri hâlde bunun nasıl ebediyen sürebileceği üzerine düşünmeye başladılar. Platon, böyle düşündü.
Bu, egemen düşüncedir.
Bir toplumda var olan toplumsal ortalama bilinç, egemenlerin bilincinin, ideolojisinin bir yansımasıdır.
Ama yine de bilim diye bir şey var. Hareket durmaz, durmuyor.
İnsanoğlu, üreme (kendi soyunun devamı) ve üretme (kendi yaşamını sürdürmek için maddi malları üretme) gibi temel iki faaliyet alanında toplumsallaşır. İnsan toplumu, ne ölçüde kan bağına, biyolojik bağa dayalı örgütlenmiş ise, o denli ekonomik açıdan gelişmemiş demektir. Ekonomik faaliyet artıkça, toplumun üretime, üretim ilişkilerine vb. dayalı örgütlenmesi de gelişir.
Devlet ortaya çıktığında, sınıflar oluşmuş demektir. Sınıfların varlığının itirafıdır devlet. Ve devlet, tüm toplumu egemen sınıf çıkarlarına göre yönetme, örgütleme hamlesidir, egemenlerin egemenliklerini sürdürmek için diğer toplumsal sınıfları bastırma aracıdır.
Devlet bir kere ortaya çıktı mı, tüm kültürel, siyasal, ideolojik, bilimsel faaliyetlere de müdahil olmaya başlar. Bu, köleci devlette daha ilkel mekanizmalarla ve aynı anlama gelmek üzere daha az etkin tarzda gerçekleşirken, toplumlar geliştikçe, devlet büyüdükçe, daha etkin ve güçlü mekanizmalarla gerçekleşen bir müdahaledir.
Bilinçten söz ettiğimizde, günlük bilinci bir düzey olarak, bilimsel ve sanatsal bilinçten ayırırız. Bilimsel ve sanatsal alanda bilincin ortaya çıkışı, aslında bilgiyi “güncel gözlemlerden” bir ölçüde koparır. Teori, işte bu kopuşun da ifadesidir. Bir sanat dalı olarak müzik önce, üretime bağlı, toplumsal yaşamın pratiğine bağlı seslerden oluşurken, sonra, onlardan kopar ve daha ileri bir birikimle, yeniden ortaya çıkar. Etik ve estetik, bu sanatsal alanda oluşan bilginin, yeniden üretilmesi, topluma sunulması aşamasında, bilimsel bir alan olarak ortaya çıkar. Etik, günlük dildeki “ahlâk”tan farklı bir anlam alır, “estetik”, günlük dildeki güzellik anlamından farklı bir anlam alır.
Ama bu, sınıflar arasındaki mücadeleden, onun bir aracı olarak egemen sınıfın baskı aygıtı olan devletten ayrı olmaz. Sadece devletten değil, sınıflar arasındaki savaşımdan da ayrı olarak var olmaz. Sınıf savaşımı, sınıflı toplumların ana dinamiği olarak, yaşamın her alanını etkiler.
Bu nedenledir, “karanlık çağ” da denilen Ortaçağ’da bilim ve sanat, kilise ile mücadele etmişlerdir. Ve o mücadele olmamış olsa idi, ne bilim ne de sanat, kendi rüştünü ispat etmiş olmazdı.
Copernicus (Kopernik) ve ardından Galileo, dünyanın döndüğünü, düz olmadığını anlattıklarında, aslında en başından bu bilginin krala ve kiliseye “isyan” demek olduğunu anlamışlardı. Belki farklı bilinç düzeylerinde. Copernicus, yazdıklarını gizlemek durumunda kalmıştı. Galileo, engizisyon mahkemesinde, “dünyanın döndüğü” fikrini reddetmek, inkâr etmek zorunda kalmıştı. Ama yine dediği gibi, dünya dönmeye devam etmişti.
Birçok filozof, aslında bir konudaki bilginin doğru mu yanlış mı olduğunu bilemeyeceğimizi, hatta şeylerin bilgisinin bilinemez olduğunu savunmuşlardır.
Oysa bilim bize tersini söylüyor. Diyalektik ve tarihsel materyalizmin kurucuları, bir bilgi teorisi geliştirdiler. Buna göre, bizim dışımızdaki gerçek bilinebilir. Bizim dışımızdaki gerçek konusundaki bilgimiz, bir yandan görelidir ve yarın yanlışlanacak şeyler içerir, ama bir yandan da doğruluğunu bileceğimiz anlamında “mutlak”tır. İnsan suyu hep içti. Hep yaşamında oldu. Ama suyun H2O olduğunu, gelişimin bir aşamasında öğrendi.
Bilgi teorisi bize, bir konudaki bilgimizin doğruluğunun kanıtının, pratik olduğunu söyler. Yani, bilgiyi yeniden hayata uygulamak, onun doğruluğu konusunda bir ölçüdür.
Diyelim buhar gücü konusundaki bilgimiz, eğer buhar makinaları yapmayı başarmış isek, o ölçüde doğrudur. Elbette buhar gücü konusunda yarın bu bilgiye eklenecekler olacaktır. Bu eklenecekler, bir toplumsal ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkar.
Demek ki, şunu söylemekte haklıyız: Bilginin doğruluğunun ölçütü pratiktir, toplumsal pratiktir. Ve bilgiden daha ileri bilinç söz konusu ise, bilincin göstergesi de eylemdir.
İnsan deprem konusunda bir bilince sahip ise, evlerini buna göre yapmakta “özgür” olabilir. Yaşamını bir ev alabilmek uğruna harcamış bir emekçi, parasının yettiği evi alırken, aslında bu özgürlükle bir bağa sahip değildir.
Başka örneklere gerek yok kanısındayım.
Demek ki deprem konusundaki bilinç ile biz, doğrudan toplumsal yaşama da gelmiş olduk. Kapitalist, depreme dayanıklı olmayan evleri, maksimum kâr amacı ile üretim yaptığı için üretir. Konut sorunu var olduğu sürece bir toplumda, deprem bölgesinde, ölümle kumar oynamak demek olan bu evleri satın alan çıkacaktır.
Doğru bilginin ölçütü pratiktir. Diyelim ki, sarı ile maviyi karıştırarak yeşil renk elde etmeyi, pratiğe uygularsak kanıtlamış oluruz. Bunu herkesin tek tek kanıtlaması da gerekmez. Ama ressam dediğimiz kişi renk ve desen üzerine çalışır ve aslında onun için bu renk bilgisi daha derindir. Ve bu bilgisinin derinliği de onun eserlerinde yansımasını bulur.
İzninizle şöyle bağlayalım: Bir insan kapitalizmi yıkmak gerektiği konusunda bir bilince sahip ise, bu bilincine uygun bir eyleme sahip olur. Böylesi bir eylemi yoksa, onun bu konudaki bilgisi, çakaralmaz bir eski tüfek misali, iş görmez.
* * *
Sınıflı toplumlar, bilinen insan tarihinin çok büyük bir bölümünü kapsıyor. Sınıflı toplumların öncesi, sınıflı toplumlar tarihi kadar bilinmiyor, daha “cansız”dır. Bu sınıflı toplumların tarihi de sınıf savaşlarının tarihidir.
Egemenler ile yönetilenler, her sosyo-ekonomik biçimde farklı adlar (köle sahipleri, senyörler, beyler, ağalar, burjuvalar) alsalar da, sınıflı toplumlarda vardır ve savaş hâlindedirler. Spartaküs isyanı, hem egemenleri hem de köleleri, sonrasında sömürülen herkesi etkilemiştir.
Sınıf savaşımında, egemenlerin, tarih içinde en etkili örgütleri, devlettir. Devlet, egemenlerin örgütüdür. Mesela kapitalizmde partileri de vardır burjuvazinin. Ama devlet, temel örgütleridir ve en gelişmiş örgütleri devlettir.
Onların sınıf savaşımından öğrendikleri, devletin hafızası olur. Bu sınıf savaşımlarına göre devlet gelişir, şekil alır. Üstelik bu hem egemenlerin egemen olduğu topraklardaki sınıf savaşımını hem de gezegenin her alanındaki sınıf savaşımını kapsar. Yani, Spartaküs isyanından sadece Roma öğrenmez, başka devletler de öğrenirler. Aynı derinlikte olmasa da.
Oysa biz işçilerin, tıpkı bizden önce sömürülenlerin olduğu gibi, böylesi bir örgütü yoktur. Peki olmalı mıdır? Eğer sömürüye, insanın insana kulluğuna son vermek istiyorsak olmalıdır. Hem bilim bunu söylüyor, hem de mücadele tarihi bunu söylüyor. Öyle ise, devlete karşı, devrimci örgüt gereklidir.
Börklüce Mustafa, Osmanlı beylerinin ordusunu iki kere yenmeyi başarmıştır. Ama Börklüce Mustafa, Şeyh Bedreddin, Osmanlı egemenliğini yıkıp, yerle bir etmeyi hedeflemeliydi. Oysa onlar, daha çok, insanca yaşamak istiyorlardı, ne devletin gölgesi olsun ne kendisi, ondan uzak olmak istiyorlardı. Bu durum, onların örgütlenmelerine de yansıyordu. Geliştirdikleri örgütlenme, devleti yıkacak ve yeni bir dünya kuracak derinlikte değildi. Düşleri tamdı, inançları da, bilincin göstergesi olarak eyleme de geçtiler, ama bilincin en gelişmiş göstergesi olarak örgüt yeterli olmadı.
Eğer kapitalizmi yıkmak istiyorsak, eğer insanın insana kulluğunu yok etmek istiyorsak, eğer sömürünün her türünü, aşağılanmayı ve ayrımcılığın her türünü yok etmek istiyorsak, bize devrimci bir örgüt gerekir. Sıradan bir örgüt değil, devrimci bir örgüt.
Peki bu bugün, bilinmiyor mu?
Kanımca biliniyor. Ama bilinç hâline gelmiş değildir. Biz de bunu bilen ama bilinç hâline getirmemiş olanlarla tartışıyoruz.
Bir de elbette örgüt ve örgütlü mücadele, açıktan devlete karşı örgütlenmek demek ise, bundan kaçınanlar vardır. Kimilerine göre örgütlü mücadele, egemen sınıfı, onun devletini yıkmayı hedeflememeli, daha çok onu düzeltmeyi hedeflemelidir. Biz devrimciler böyle düşünmeyiz.
Bize göre, bilincin ölçütü pratiktir ve en gelişmiş pratik, örgüttür. Yani, devrimci örgüt, bizzat en gelişmiş eylemdir.
Devrimci tarihimizde ortaya çıkan yenilgiler, örgütlü mücadeleden kaçış eğilimlerini beslemiştir. Birçokları, “mükemmel örgüt” aramaktadır.
İyi ama, biz, kapitalizmde yaşıyoruz. Bizim içinde yaşadığımız toplumun ortalama bilinci, günlük olarak ortaya çıkan bilinç, egemen sınıfın bilincidir. Bu bilinç, mesela bizim toplumumuzda katliamcılığı, yağmacılığı destekleyen, dinci, milliyetçi, erkek egemen bir bilinçtir. Mesela bu bilinç, meta egemenliği altında yaşamanın öğelerini taşır. Ve tüm bunlar, devrim saflarına katılan, katılmaya aday olan herkesin “genlerine” kadar işlemiştir. Eğer örgütü canlı bir mekanizma olarak düşünürsek, örgütlü mücadelenin kendisinin bu “genlere” kadar işlemiş kapitalist sistemin etkilerinden arınmanın yolu olarak örgütü ve örgütlü mücadeleyi düşünebiliriz.
İşte devrimcilerin örgütü, bu ortalama bilinci aşmak anlamına gelir. Kişi, kendini çevreleyen toplumsal bilinci aşabilir. Eğer bu “aşma” durumu, bir seferlik değil de, süreklilik kazansın istiyorsak, örgüt ve örgütlü mücadele dışında bir yol yoktur.
Diyelim ki, kapitalizmin ne olduğunu biliyorsunuz, ama ona karşı mücadeleye girişmiyor, bu yolda örgütlü bir mücadele içine girmiyorsanız, aslında sizin eyleminiz, bilincinizde bir bulanıklık olduğunu gösteriyor demektir.
12 Eylül yenilgisinde biz devrimciler, örgütlü bir direniş gösteremedik. Demek ki, bilincimizde bir sorun vardı. İşkencehanelerde, hapishanelerde gösterilen direniş, eğer sokakta, sokak çatışmaları şeklinde ortaya konmuş olsa idi, kimse “Sudaki İz” gibi romanlarla bize ve devrime karşı saldıramazdı. Yenilmiş isek elbette devrime saldırırlardı, ama bu kadar ucuz, bu kadar düzeysiz şekilde değil. Dünya devrimci hareketi tarihinde çok yenilgi var. Bakılabilir. Her birinden sonra, devrime karşı devletin saflarına geçenler vardır. Ama “Sudaki İz” daha özel bir durumun göstergesidir.
12 Eylül yenilgisinde ayırt edici olan nokta, barikatta direnmemek ise, bunun açık ifadesi, örgütlü olarak direnmemektir.
* * *
Devrimci örgüt, elbette kapitalizm koşullarında ortaya çıkar. O örgütü kuranlar da, içine katılanlar da, kapitalizmden çıkmış hâli ile insanlardır. Yani, mesela meta fetişizmi onlarda yansımasını bulur, mesela sürekli yönetilmiş olan bir sınıfın sorunları, olduğu gibi örgütün içine taşınır, mesela burjuva ideolojisinin değişik biçimlerde izleri (mesela bir başka halka karşı önyargılar, mesela erkek egemen tutumlar vb.) örgütün içine taşınır. Bunları taşıyanlar, kötü insanlar olduklarından değil, bunlardan arınmanın örgütlü mücadeleye bağlı olmasından bu böyledir.
Devrimci örgütlere bugün saldıranlar, devrim saflarındaki bu izleri kullanırlar. Mesela “giydiği ayakkabıya bak” derler. Sanki, devrim saflarına katılan kişi, meta fetişizminin egemen olduğu bir toplumdan gelmiyor gibi. Evet devrimci bunu aşmalıdır.
Binlerce yıllık yönetilme hâli, işçi ve emekçilerin genlerine işler. Hayatı ürettikleri hâlde, yönetme konusunda eksiktirler. Sistem bunu iki yönlü de kullanır; bir yandan bu yönetme konusundaki bilgi eksiklerini onları tuzaklara çekmek için kullanırlar, diğer yandan ise, ezilen sınıftan bir kadın veya erkek çıkıp bir otoriteyi kullanmaya başladığında, bunu egemen sınıfın alışkanlıklarına, tarzına benzer tarzda kullanırlar. Bir okulun sorumlusu olan öğrenci, kendinde abartılı yetenekler keşfeder, mücadelenin bir ürünü olduğu gerçeğini unutur ve hikmeti kendinde aramaya başlar. Bir tarz egemen sınıfı taklit eder, o etkileri parçalayamaz, edindiği alışkanlıklarla hesaplaşmamış demektir.
Mücadeleye girişen ve bu yolla özgürleşen kişi, kadın veya erkek, bu özgürleşmeyi mücadelenin gereklerine uygun tarzda ele almaz ve mesela özgürlüğü, cinsellikte, aileden kopmanın en sıradan biçimlerinde aramaya başlar.
Kapitalist sistemin içinde yaşayıp, burjuva ideolojisinin etkilerinden arınmak, ancak ve ancak, sürekliliği olan bir örgütlü mücadele ile olur. Kaldı ki, bu mücadele insanı değiştirirken, mutlak olarak “olumlu” yönleri ile geliştirmez. Savaşın etkileri, insanı birçok açıdan eğitirken, birçok açıdan da duyarsız hâle getirir.
Bu nedenle, biz deriz ki, devrim mücadelesinin büyük bölümü, örgütün, devrimci örgütün içinde sürer.
Eğer örgüt (tüm yazı boyunca örgüt, hareket ve parti ayrımı yapmaksızın kullanılmaktadır) bunları bilmez ve gerekli mücadeleyi yürütmezse, yozlaşma eğilimi başlar. Yozlaşma, örgütün, kendi amacına uygun mücadele etmeme hâlidir.
Tüm bunlar, örgütsel ilkelerde yansımasını bulur. Bu nedenle deriz ki, bir örgütü anlamak için, onun siyasal eylemine bakarız, onun olaylar karşısında tutumuna bakarız, onun kendini geliştirme yollarına bakarız.
Lenin, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi içinde üyelik tartışmaları sırasında, üyenin, bilfiil örgütün bir organında, komitesinde çalışmasını savundu. Karşısındakiler, aidat vermesinin yeterli olduğunu söylüyordu. Örgütün bir organında bilfiil çalışmak, aslında militan bir örgüt yapısını tarif eder. Bu bilfiil çalışma olmadan, kâğıt üzerindeki ilkelerde anlaşmak çok kolaydır.
Örnek olsun, “eleştiri ve eylemde birlik” ilkesini ele alalım. Çok önemlidir ve devrimci yaşamın önemli bir değeridir. Devrimciyiz, ama kapitalist dünyada yaşıyoruz. Kapitalist dünya vahşidir. Bize övgü ile anlatılan rekabet, insanı vahşi hâle getirir. Bu vahşi sistemde eleştiri başka bir anlam ifade eder. Eleştiri, siz yapıyorsanız bir hak olarak ele alınabilir, ama size karşı ise, bu sefer onu bir saldırı olarak ele alırsınız. Pek çok devrimci, bunun yanlış olduğunu örgütlü mücadelede öğrenir. “Öğrenir” ama içselleştirmesi zaman alır. Bize göre eleştiri, hem bir haktır hem de bir görev. Bizim dünyamızda, hak ve görev, iki ayrı şey değildir. O, burjuva hukukuna, egemenlerin hukukuna göre öyledir. Bize göre ikisi birlikte ele alınır. Bu durumda, günlük hayatında eleştiriyi hep bir saldırı, bazan aşağılanmak olarak görmüş olan kişi, işçi, öğrenci, kadın, erkek, örgütün içinde bu “eski bildikleri” ile mücadele etmek zorundadır. Bir heykel ustasının elinde yontulmak zorundadır. Kimdir heykel ustası derseniz, herkestir, yani hiç kimse, yani örgüttür. Eleştiri, siyasal-örgütsel bazlıdır ve işin eleştirisi üzerine yükselir. Böyle olunca, açık ve net bir dille yapılması temel olur. Önce eleştirildiği için “üzülen” kişi, örgüt pratiği içinde bunun pek de kendisini itmek için yapılmadığını, kapitalist toplumdaki yaşamında karşılaşmış olduğundan apayrı bir şey olduğunu anlamaya başlar. Böylece, eleştiriye karşı “kendini kapatma” gereği ortadan kalkar. Bu bambaşka bir hukuk demektir. Öğrenir ki, eleştirmemek, hatalar karşısında susmak, aslında bir anlamda suçtur. Örgütlü mücadeleyi temel almak demek, aslında eleştiriyi bir görev olarak da ele almak demektir. Bu durumda, yoldaşlar arasında “sır” kabul edilmez. Günlük arkadaşlık ilişkileri, daha ileri bir düzeyde, savaş arkadaşlığı içinde, yoldaşlık olarak yeniden üretilir. Devrim, egemen sınıfın alaşağı edilmesi ise, yeni toplumun sınıfsız topluma ulaşma ufku ile kurulması ise, eleştiri bunun için bir silahtır. Demek ki, eleştiriye yaklaşım bizim için etik bir konudur.
Demek oluyor ki, örgütlü mücadeleden söz ederken, işçilerin anlaması gereken şey, bir sohbet grubu tarzında bir örgüt değil, bir savaş örgütüdür.
Bu böyle ele alınır, teoride bu konu açıktır. Lenin’i veya diğer devrimci önderleri okuyan herkes bunları bilir. İyi ama buna rağmen, bu hayata geçmezse, örgütsel yozlaşma denilen şey oluşmaya başlar.
Bir konu üzerinde tartışılır, herkes fikrini ortaya koyar. Ama bir karar alındı mı, bu karara uymak esastır. Birçok kişi, 12 Eylül sonrasında kendi örgütlerini eleştirirken, “yanlış karar alındı” demektedir. İyi ama, karar alınan yerde sen de varsan, orada müdahale etmelisin. Alınan karar yanlış ise, bunda senin de payın vardır. Kaldı ki, sınıf savaşımında her adımın, her kararın doğru olmasını istemek ayrı bir şeydir, bunu gerçekleştirmek ayrı bir şey. Yanlış yapmayacağım diyorsanız, eylem yapamazsınız. Taşın, eylemsiz bir nesnenin hatası olmaz. Örgütlü mücadele, yanlışlardan öğrenmenin de yoludur. Önce o yanlışı yapanlardan olursanız, o durumda, öğrenmeniz sizin için daha rahat olur. Hiç mücadele etmeyenlerin, hiç hatası olmaz. Biz devrimciler, “hatasız yürümenin” garantisinin olsa olsa örgütlü mücadelede, kolektif iradede olduğunu düşünürüz.
12 Eylül yenilgisinin ardından, birçok kişi, karşı saflara geçmedi ama örgütlü mücadeleden uzak durdu. Ki bizim esas ilgi alanımızda olanlar, dönekler, devrime sövenler değil, tüm temizliğine rağmen devrimden uzak duranlardır. En çok kullandıkları cümle, “benim delinmemiş bir tek kulağımın arkası kaldı.” Yanlış bilmiyorsam, bu cümle, ticari dünyaya aittir ve orada kalması daha yeğdir. Ama ille de kullanılacaksa, bir tek kulağınızın arkası kaldı ise, boş verin orası da kalmasın demeyi görev biliriz.
“Devrimci olmaya evet ama örgütlü mücadeleye hayır”, aslında 12 Eylül ile oluşmuş bir bilinç kaymasıdır. Örgütlü mücadele olmadan kapitalizm yıkılmaz ise, “devrimci olmak” ne anlama gelir? Hiç kuşkunuz olmasın, bu insanlara, yaşadıklarına büyük saygımız vardır. Bu nedenle bu yanlışları eleştiriyoruz.
Bize göre bugün de bildiklerimizi teraziye koymamız gerekir. Bu nasıl bir bilmektir? Örgütsüz devrim olmaz, ben de örgütlü mücadeleye girmem, emir komuta zincirine girmem. Peki ne yapacağız? Öneriniz nedir? 12 Eylül yenilgisinin sonucudur bu. Bugün Gezi ile birlikte 12 Eylül yenilgisi ile toplumsal çapta hesaplaşma başlamıştır. Ama bu kez de söylem değişmeye başlamıştır: Yeterince güçlü örgütler yok. İyi ama sen katılmazsan, nasıl yeterince güçlü olabiliriz? İşte biz, bu mantığın arka planındaki örgütlü mücadeleye uzak durma eğilimini eleştiriyoruz.
Kapitalizmi yıkma isteği eğer samimi ise, bunun yolunun, ister biz yapalım, ister başka dostlarımız, örgütlü mücadeleden geçtiğini kabul etmek gerekir.
Örgütlü mücadeleye katılmak, aslında tüm sorunlarını çözmüş örgütler bulmak demek değildir. Mesela liderlik meselesi var. Bize göre, kolektif önderlik bir çözümdür. İyi ama kolektif önderlik, herkesin benim kadar geri durması anlamına gelir mi? Biz, devrimciler, hiyerarşiye, bürokratik mantıkla bakmayı reddederiz. Teoride bu güzel bir şeydir. Bize göre, işlerin bir hiyerarşisi olur. Önce bir iş yapılır anlamında. Mesela saymaya başlarsak, önce birden başlarız. Ama bu 1 rakamının en önemli rakam olduğu anlamına gelmez. İşleri sıraya koymak, işlerin ve işleyişin üzerine yoğunlaşmak esas olmalıdır. Bir barikatın önünde biri barikata karşı en önde yürür. Bu her zaman en önemlinin o insan olduğu anlamına gelmez. Bu, herkesin militanca direndiği bir direnişte herkes olabilir. Bir yerde konuşan kişi, orada o konuştuğu için konuşmayandan daha önemli değildir. Kişiler birikimleri, mücadelede ortaya koydukları emek açısından birbirinden ayrılabilirler. Yeteneği de sayabiliriz, ama yüzde 95 emek, yüzde 5 yetenek ilkesine uygun olarak. Yine de bu örgüt içindeki kişilerin düzeyine bağlıdır. Diyelim ki bir legal partide, bir merkez komitesinin olması, onların birikimi ve emeği ile ilgili olmalıdır. İyi ama tüm bunlar, böyle söylendiği gibi rahat ve pürüzsüz işlemezler. Yaşamı boyunca emir almış bir işçi, birdenbire fabrikada direnişin lideri hâline gelince, önce şaşkınlık yaşar. Bazıları bu durumu, kapitalist sistemin verdiği alışkanlıklarla sağa sola emirler vermek için kullanır. İşte örgütsel yozlaşma, yani amaca uygun olmayan tarzda davranışlar böyle gelişebilir.
Örgütlü mücadele tüm bunlar olacağı için gereklidir. Kapitalist sistemden edinilmiş alışkanlıklar, egemen ideolojinin içte yer etmiş unsurları ancak örgütlü mücadele ile temizlenebileceği için, bu nedenle örgütlü mücadele gereklidir.
Bir işçi, mücadele içinde liderliği öğrendikçe, kendisini dinleyenlere bakıp, kendini filozof sanırsa hata eder. Aslında onun söyledikleri, işçilerin gerçekte yaşadıklarıdır. Bir işçi çocuğu, üniversitede öne çıkar ve lider hâline gelince karşı cinsten kendisine oluşan ilgiyi yanlış değerlendirirse, yozlaşmanın kapısını açmış olur. Aslında onun temsil ettiği mücadeleye gösterilen ilgi, bazı insanlarda güce tapınma eğilimleri ile birleşebilmekte ve başka biçimler alabilmektedir. Tüm bunlar, mücadele içinde yerine oturur ve bu açıdan eleştiri çok önemli bir silahtır.
Önemli bir konudur. 12 Eylül sonrasında “Sudaki İz” gibi romanlarda yansımasını bulan cinsel ilişkiler, örgütlü mücadeleye saldırı amaçlı kullanılmıştır. Örgütler, sanki cinsel ilişkiler için organize edilmiş alanlar olarak tarif edilmiştir. Sanki devrimci kadın ve erkekler, başka bir şey düşünmezmiş gibi tarif edilmiştir. Bu yolla, sola biçim verilmeye çalışılmıştır. Kuşku yok ki, devrimci hareket kitleselleştikçe, böylesi sorunlar da ortaya çıkmıştır, çıkar. Ama örgütlü mücadele hiçbir zaman, hiçbir örgütte böyle olmamıştır.
Kapitalist sistemin, meta üretiminin insanı bozan etkileri, burjuva ideolojisinin derinlere işlemiş alışkanlıkları, her devrimcide bir miktar vardır. İnsanlar bu hâlleri ile mücadeleye girerler. Mücadeleye girmeden önce, bir “arınma havuzu” yoktur. Kaldı ki bu arınma, burjuva ideolojisinin tüm etkilerine karşı mücadeleyi gerektirdiği için uzun da bir iştir. Bu nedenle örgütlü mücadele, devrimin olmazsa olmazıdır.
Devrimci mücadele sırasında, devrimci örgüt, kendi saflarında sosyalizmi, komünizmi kuracak insanın embriyonlarını da yaratır. Ortaklık, kolektif bilinç, eleştiriye açıklık, genel olarak açıklık, ayrımcılığın tüm izlerini söküp atmak, erkek egemen ideolojiye karşı savaş vb. ancak bu mücadele içinde yol alınabilecek konulardır.
Erkek egemen ideolojiye karşı savaş, oldukça önemli konulardan biridir. Bu hem dilde vardır hem de davranışlarda. Devlet açık olarak böylesi süreçleri kullanmak için pusuda beklemektedir. Kendileri bu konuda oldukça kabarık bir suç bohçasına sahip oldukları hâlde, Ensar Vakfı gibi örneklerin sahipleri oldukları hâlde, başkalarını suçlamak için fırsat kollamaktadırlar. Böylesi fırsatlar da elbette çıkar.
Devrimci saflarda, bu konuda tutum oldukça nettir.
12 Eylül sonrasında devrimci hareketi bir yandan “cinsel işler örgütleri” olarak lanse edenler, böyle saldıranlar olmuştur, bir yandan da “bacı kültürü ile” cinsel yaşamın yasaklanmış olması ile suçlayanlar olmuştur.
Ama bu suçlamalar bir yana bırakılırsa, elbette birçok olumsuz olay da yaşanmaktadır.
Diyelim ki bir kadın veya erkek işçi, binlerce yıllık tarihin ürünü olan ve kapitalizm tarafından beslenen “ahlâk” anlayışını nasıl aşacak? Devrimci mücadele olmadan, bu değişim gerçekleşmez.
Devrimci örgütlerin sanırım tümünde, bu konuda bir netlik vardır. Bir ahlâkî sorun, bir aşağılama, bir cinsel saldırı vb. ortaya çıktığında, bu durum, örgütlerin, hareketlerin kendi içlerinde ele alınır, soruşturulur. Bu konuda kararlar alınır. Bu kararlar, herkesi memnun etmeyebilir. Ama inanın, TC mahkemeleri ile kıyas götürmeyecek kadar ciddi ve sağlıklı bir işleyiştir bu. Mesela bizim hareketimizde açıklık temeldir. Sorunun tarafları açık olmak zorundadır. Açıklık yoksa, zaten ilerlemek mümkün değildir. Bizim için önemli olan, erkek egemen ideolojinin uzantılarına karşı mücadeledir. Kadın veya erkek, kapitalist sistemin ortalama günlük bilincinde erkek egemen ideolojinin etkilerini taşırlar. Namusu kadının bacakları arasında arayan, kadını cinsel bir obje olarak gören, erkeği evin reisi olarak gören, kapitalist sistemdir, burjuva ideolojisidir. Bunun bizim saflarımızda yansımaları olmaması düşünülemez. Bu sorunlar, “kişisel” tutumlarla çözülemez. Devrim ve devrimci mücadele esas alınarak çözülebilir.
12 Eylül yenilgisinin örgütten kaçış eğilimi şeklinde ortaya çıkan bir yansıması da, “hatasız, eksiksiz örgüt” arama işidir.
Hatasız örgüt olmaz. Bu işin mantığına aykırıdır. Siz bir sistemi yıkmak için bir savaşa gireceksiniz ve bu uzun savaşı, “hatasız” yürümeyi hayal edeceksiniz. Bu mümkün değildir.
Örgütün, hareketin niteliği, saflarında yer alanların düzeyine, samimiyetine, savaşkanlığına bağlıdır. Bu ne kadar gelişmiş ise, hatalar o kadar azalabilir. Bizce önemli olan hata yapmamak değil, yapılmış hataları sürekli yapmamaktır. Bir devrimcinin ciddiyeti, hatalar karşısındaki tutumundan anlaşılır.
“Eksiksiz örgüt” ise, idealize etme hâlidir. Hem bilgimizin sürekli gelişmek zorunda olduğunu kabul edeceksiniz hem de eksiksiz bir örgütten söz edeceksiniz. Bu olmaz. “Eksiksiz, güçlü” bir örgüt beklemek, bilerek ya da bilmeyerek kendini örgütsüzlüğe mahkûm etmek olur.
Bize göre devrimci, öğretirken öğrenir, öğrenirken öğretir. Devrimci, kendini her zaman bir öğrenci olarak bulmalıdır. Öğrenci olmak, aktif bir tutum alındığında, eylemli olunduğunda anlamlıdır. Sıradan bir işçiden öğrenemeyen, kendi yoldaşından da öğrenemez. Kendi bilinci ile hayata müdahale eden kişi, öğrenmeyi unutursa, küçümserse, kaçınılmaz olarak amacından sapar, yozlaşma sürecine girer. Maharet, iyi öğrenciler olabilmektedir.
Eminim, bu konuda daha çok tartışılacak şey vardır. Ama sanırım, örgüt kaçkınlığının birçok versiyonu olduğu konusunda hemfikir olabilmişizdir.
Örgüt özgürlüktür.
Kaynak: Özgür bir dünya için Kaldıraç / Eylül 2021 / Sayı 242
https://kaldirac.org/sinif-savasimi-orgutlu-mucadele-ve-orgutten-kacis/