14 Mayıs 2023’te, iki seçim birlikte olacak. Biri cumhurbaşkanlığı seçimidir. İkincisi ise parlamento seçimi, yani milletvekilliği seçimidir.
Galiba, ülkemizde, gerçeklere gözünü yummak son derece yaygın bir hâl almıştır. Aslında “gözünü yummak”, elbette gerçeklere gözünü yummak anlamındadır. Gözünü kapatıyorsun ve senin dışında var olan gerçek, sanki yokmuş gibi, her şey “normal”miş gibi, ne hayal edersen o varmış gibi davranıyorsun. Mesela sen ilgilenmiyorsun diye, dünyanın iklim sorunu yokmuş hâline geliyor. Mesela kira ve konut sorunu, senin kapına gelip de evsiz kalana kadar seni şaşırtmıyor. Bu hâl, yaygınlaşmakla kalmıyor, aynı zamanda “aydın” olarak kendini isimlendirmekte rahat olanları da sarıp sarmalıyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimini ele alalım. Hani iki seçim birlikte oluyor ya, bunlardan ilkini ele alalım.
Birincisi, adına cumhurbaşkanlığı dense de, ortada öyle bir sistem yoktur. 2017’de, geçmişi Suriye savaşına; geçmişi kayyum politikalarına; geçmişi Gezi’ye; geçmişi 2015’te seçimleri AK Parti’nin kaybetmesine; geçmişi 2014’te Ukrayna’da darbe yapılmasına; geçmişi Suriye sahasında IŞİD çetelerinin katliamlar gerçekleştirmelerine kadar uzanan rejim değişikliği ortaya çıkmıştır. Saray Rejimi, böylece şekillenmiştir.
Demek ki, Saray Rejimi, uluslararası ve ulusal gelişmelerin içinde, onlara bağlı olarak TC devletinin olağanüstü örgütlenmesidir. Tam da bu nedenle “tek adam diktatörlüğü”, “sultanizm” vb. tam olarak gerçeği yansıtmaz. Evet bazı açılardan bu benzetmeler-adlandırmalar yapılabilir ama aslında esas meseleyi, neyi yıkmak gerektiğini gölgede bırakır.
Her zaman tanımlamalar, gerçeğin, şeyin sadece bir kısmını ifade edecek şekilde yapıldığında, eksik olurlar. Şeyin, gerçek karakterini ortaya koyacak tanımlamalar bu nedenle önemli bulunmalıdır. Hem olayları hem de süreçleri temel alan tanımlamalar, daha başarılı olurlar. Bu nedenle, Saray Rejimi ile, “tek adam diktatörlüğü” ya da “sultanizm” arasında epeyce farklılıklar var.
Saray Rejimi, gerçekte, ABD-AB hattında pişirildiği için, “Türk usulü başkanlık sistemi” gibi de pazarlandı. Kıvrak boyunlu, kıt zekâlı Burhan Kuzu’nun (var olan aklı da Bakırköy sahilindeki, üzerinde Kuzu yazan binalarda olduğundan onu da kullanamamıştır rahmetli) hukukî şaheseri değildir cumhurbaşkanlığı sistemi. Hayır, aslında efendilerin, sömürge bir ülkede, hiçbir yasayı önemsemez durumda olmalarının eseridir bu şaheser. Yoksa Erdoğan’ın “liyakatli” danışmanı Mehmet Uçum’un eseri değildir bu. Ya da bu eser, Saray’ın ekonomik, siyasal, hukukî danışmalarının eseri de değildir. Erdoğan’ın eseri, zerre kadar değildir.
Efendiler, ABD, o kadar saldırgan hâldedir ki, onun için, TC devletine “uygun” bir başkan bulmak için bir çaba harcamak bile zaman kaybı olmuştur.
Ülkenin, 2003’ten beri başbakanı ve cumhurbaşkanı olan Erdoğan, aslında seçilme yeterliliklerine yasal olarak sahip değildir ve bu nedenle, 20 yıldır ülkede alınan hiçbir karar, hiçbir uygulama “yasal” değildir.
Dahası, Cumhurbaşkanı, meşru değildir.
Ülkenin egemenleri, buna gözlerini yumunca, bu gerçeklik değişecek mi? Değişmez elbette. Muhalefet denilen, CHP ve onunla birlikte sağa yıkılmış sol, bu gerçeği dile getirmekte bile tereddütlüdür. Hiçbiri, cumhurbaşkanının, seçimlerin meşru olmadığını, 2015 seçimlerinin, 2017’nin ve 2018’in meşru olmadığını ortaya koymuyor. Oysa Saray, 2017’den bu yana, Erdoğan ilk cumhurbaşkanıdır, öncesi sayılmaz diyor ve bu hiçbir yerde yazılı bir kanuna dayanmıyor. Şimdi, Erdoğan gidiyor, diyorlar ve sevinç duyuyorlar. İyi ama adam zaten aday bile olamaz ki! Dahası var; ister misiniz, şimdi Erdoğan kalkıp, bunların hepsine, “devlet adamlarına”, “20 yıldır başbakan ve cumhurbaşkanıyım, altına imza attığım kararların hepsi geçersizdir ve kendimi ifşa edeceğim” desin. İşte o zaman seyreyle filmi. Kılıçdaroğlu, hemen böyle bir söz Erdoğan’dan gelse, şöyle der herhâlde: Aman yapma, kurbanın olayım, devletimiz rezil olur, NATO’ya da sığmaz bu.
Bu nedenle, 2023 seçimlerine girerken, cumhurbaşkanının seçilme koşulu değiştirilmiştir. Şimdi, egemenler, içinde CHP de, İYİ Parti de dâhil, hep birlikte “önce Erdoğan seçilsin, yasal olarak cumhurbaşkanı olsun, bu arada sara hastalığı da saklansın, böylece devletimizi kurtaralım” peşinde olmasınlar?
Öyle ya, gerçek, siz gözlerinizi yumsanız da varlığını korumaya devam eder.
Şimdi, cumhurbaşkanlığı seçimi denilince, neyi seçiyoruz?
Sorudur, küçümsemeyin lütfen.
Mesela yeni “tek kişi”yi mi seçiyoruz?
Mesela yeni “sultan”ı mı seçiyoruz?
İşte bu sorulara düzgünce cevap vermeye çalışan her solcu (devrimci demiyorum) ya da mürekkep yalamış birisi, neden Saray Rejimi tanımlamasının önemli olduğunu anlayacaktır.
Örneğin, hükümeti seçmiyoruz. Bu böyle bilinmelidir. Hükümet, aslında seçilen “başkanımsı” cumhurbaşkanıdır. Yani öyle “hükümet istifa” sloganı işe yaramaz. Çünkü hükümet yok. “Bakan istifa” da denilemez, ancak “bakan kendi affını iste” denilebilir. Öyle ise, eğer mutlaka “istifa” talep edilecekse, “Erdoğan istifa” denilmelidir.
Erdoğan, eski, yani mevcut bakanlarını milletvekili olmaları için aday olarak koydu. Elbette yorumları duyuyoruz, “onlara milletvekili dokunulmazlığı verecek.” Acaba? Belki de yeni bakanlarımız, var olanlar gibi, belki de çok daha önemsiz olacaklardır. Simgesel isimler olma ihtimalleri daha da yüksektir. HÜDA PAR, belki de bir bakanlığa taliptir. Ya tarikatlar?
Erdoğan, yeniden cumhurbaşkanı adayı bile olamazken, onun adaylığına onay veren muhalefet, istediği kadar YSK’yı suçlayabilir. Ama gerçekte o izni, gizli onayları ile muhalif olanlar vermiştir. Mesela İBB, neden Erdoğan’ın diplomasını açıklamaz; öyle ya onların kayıtlarında arşivlenmiş olmalıdır. Mesela Karamollaoğlu, neden kalkıp da Akıncı Gençlik eski başkanının ölümü olayını açıklamaz?
Diğer adaylar da var. Kılıçdaroğlu, İnce, Oğan. Bu dört adayın içinde İnce, daha önce Erdoğan’a karşı kazanmıştı. Kazandı ve bilinmez ne kadar akçeye, dolara, “adam kazandı” açıklaması yapmıştır. Hiç utanması yoktur. Şimdi, Erdoğan için adaydır. Muhtemelen, Kılıçdaroğlu’nun oylarından çalınan oyların büyük bölümü İnce’ye gidecektir. Yapılan anket çalışmalarında İnce’nin yüzde 10 gibi gösterilmesi, bunun hazırlığıdır.
Mesela CHP, neden İnce’nin ne kadar para aldığını açıklamaz? Kılıçdaroğlu, bu konulara neden girmez? Yoksa bu konuda “devlet” ona bilgi vermiyor mu? O hâlde Akşener açıklasın, ne de olsa daha çok bilgi sahibi olabilir.
Demek ki, Erdoğan’ın adaylığını, hepsi birlikte kabul etmiş, onaylamıştır.
Seçeceğimiz ise cumhurbaşkanı değildir, Saray Rejimi’nin yeni “gözdesi”dir.
İkinci oylarla, milletvekilliği seçilecek, parlamento oluşturulacaktır.
Gerçekte parlamento, Saray Rejimi ile birlikte bitmiştir, işlevsizdir. Kendi bütçesini bile yapamayan bir yapıdır ve doğrusu işlevi, Saray Rejimi’ni örtmektir.
Şimdi, milletvekilliği de dâhil bu parlamentarizm, solun üzerinde neden bu kadar etkilidir? Sanki parlamentoda milletvekili olanların milletvekilliği engellenemiyor mu? Dokunulmazlıklar meselesi ya da kayyum meselesi unutuldu mu?
Öyle ise, bu seçim, her iki düzeyde de göstermeliktir.
Parlamento bitirilmiş, siyasi partiler tabela partilerine ya da çete organizasyonlarına dönüşmüştür. Öyle anlaşılıyor, HÜDA PAR, Kürt illerinde, BBP ve MHP ise Batı’da, paramiliter görevler almak üzere, İslamcı çetelerle iç içe, MİT’le, emniyetle, ordu ile iç içe çalışacaktır.
Eğer seçim yapılacaksa, sadece ve sadece, sisteme yeni bir “meşruluk” kazandırabilmek için yapılacaktır.
Seçimlerin daha şimdiden ortaya çıkmış sonuçları vardır:
Birincisi; sol, büyük parçalar hâlinde sağa doğru kaymaktadır.
1973 ve 1977’de Ecevit’in arkasına takılmış olan sol, hiç değilse, Ecevit’in ağzından “sol” içerikli sözler dökülmesine neden oluyordu. Oysa şimdi, durum çok daha vahimdir. Sol, olduğu gibi, sisteme eklemlenmeye yelken açmıştır. Solun CHP’nin arkasına takılması, CHP’nin sola eğilim göstermesi şeklinde gerçekleşmemiştir. CHP, kendi içindeki sol eğilimli kadroları temizlerken, CHP dışındaki yasal sol partiler, olduğu gibi CHP’nin kuyruğuna takılmıştır. CHP’den duyduğumuz şey, “iyi” olmak, “birleştirmek”, “ayrıştırıcı olmamak”, “helâllik almak” vb.dir. Bunun ötesinde bir şey yoktur. Sol, bu “vaatlerin” arkasına kilitlenmiş, kendi varlığını bitirmeye yönelmiştir. CHP, tüm ekonomik ve siyasal, savaş ve iç savaş kararlarına uygun adımlar atmaktadır. Erdoğan’ın sinsi ve azarlayan yüzü yerine, Kılıçdaroğlu’nun “şefkatli” yüzü herkese iyi görünmektedir. Oysa politikaları açısından bir farklılık yoktur, temel meselelerde yoktur.
Tezleri şudur: Önce Erdoğan gitmelidir. İyi ama, Erdoğan bir simgedir, esas olan Saray Rejimi, yani devlettir. Ayrıca Erdoğan, bir açıdan bitmiştir.
İkincisi; tüm sistemin, AK Partileşmesi sürecidir. Seçim daha şimdiden, seçim olmadan bunu sağlamıştır. Yeni parlamentoda, AK Parti+CHP isimli AK Parti, İYİ Parti isimli AK Parti göreceğiz. Gerçekte, Saray Rejimi, parlamentoyu yok etmiştir. Buna bağlı olarak AK Parti de dâhil tüm partileri yok etmiştir. Ortada, sistemin tek bir partisi vardır, devlet partisidir bunlar.
Seçimlerin sonuçları, eğer seçimler olacaksa, büyük ölçüde bellidir. NATO, bu sonuçları bilmektedir. Kazanacak noktalardaki adaylar, olduğu gibi sağdır ve gericilikleri tescillidir. Bu durum CHP için de böyledir.
Sol ise, gerçek anlamda, toplumsal muhalefeti, yani sokaktaki muhalefeti, işçi sınıfını, kadınları, gençleri temsil edecek muhalefet olmayı reddetmektedir.
Bu politika, devletin, sistemi restore etme politikasıdır. Bu politika, Saray Rejimi’ni restore etme politikasıdır.
Hiçbir zaman kendi yasalarını tanımayan bir sistemin, bugün, “yasalara” uyacağı konusundaki “saflık”, gerçekliğe gözünü yummaktır. Yum gözlerini ey korkak, göreceksin, gözlerin kapalı kaldıkça, hiç acı duymayacaksın. Ama ne yazık, gözlerini açtığında, daha kötüsünü göreceksin.
CHP, sistemin ana partilerinden biridir ve pek çok konuda en sağ tezleri ortaya sürmektedir. Muhalif olduğu konular, bir ceviz kabuğunu doldurmayacak, eften püften konulardır. Ciddi her konuda, mesela savaş politikaları konusunda vb. tam olarak Saray’ı desteklemektedir. Milletvekili adaylarına bakınca bunu görmek çok zor olmasa gerek. Bu milletvekillerinin, varsa parlamentonun bir rolü, bu rol konusunda çok “NATO’cu” davranacaklarına ne şüphe.
Milletvekilleri adaylarına bakıldığında, büyük ölçüde seçimin yapılmış olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani, sandıktan çıkacak olanlar, zaten seçilmiştir. Demek ki, seçim demek, halkın seçmesi demek değildir, tersine, seçilmişleri halk seçmiş gibi yapabilmektir.
Mesele Saray Rejimi’nin bizzat kendisidir. Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisi üzerine oturmaktadır. Bu seçimler sonuçları ne olursa olsun, yağmanın, rantın ve savaş ekonomisinin bitişinin işaretlerini vermeyecektir. Bu olanaklı değildir. Tüm düzen partileri, hepsi tek partidir, savaş politikaları konusunda hemfikirdirler. Üstelik bu yeni de değildir.
Üstelik şimdi, eğer seçim olursa, Saray bir kere daha parlamento aracılığı ile meşruluk kazanacaktır.
Bazı “ileri gelen”lerin, seçim sonrasında, halkı bir kere daha suçlayacakları, “bu halktan bir şey olmaz” denileceğini duymuş gibi olduk. “Bu halk, ancak buna müstahaktır.” İşte size savunuları, söylemleri. Oysa seçimlerde halk bunları 2015’ten bu yana hiç seçmiyor. “Adam seçildi” deniyor, “atı alan Üsküdar’ı geçti” deniyor ve sonuçta suçlu olan halk oluyor. Ne müthiş bir “yağ gibi hep üstte kalmak”, ne müthiş bir kendini hep haklı çıkartmak!
Oysa esas problemin, sokaktaki, sahadaki gerçek toplumsal muhalefeti temel almamak olduğunu bugünden kaydetmek gerekir. Sol, işçi sınıfını, Gezi’den bu yana sürmekte olan direnişi esas almamaktadır. Onun yerine, parlamento üzerine aşırı önem yüklenmiş hesaplar yapılmakta, parlamentarizm göklere çıkarılmaktadır.
Seçimler olursa, varsayalım olursa ve seçimi “atı alan Üsküdar’ı geçti” vurgusu ile yeniden çalarlarsa, muhalefet bu ihtimale karşı, neden halkı YSK önlerinde toplanmaya, ilçe ve il YSK önlerini kuşatmaya çağırmıyor? Yoksa, derinlerden kendilerine, seçim ikinci tura kalacak mesajları mı gelmiştir? Kitlelere “evde kalın, sokağa çıkmayın” diye nasihatler verenler, şimdi de uykuya dalmalarını mı isteyecektir? YSK’ya güvenmiyoruz diyenler, Erdoğan’ın adaylığı onaylanınca YSK önüne mi yürüdüler? Şimdi, daha bugünden kitleleri YSK önlerine toplanmaya çağırmamalarının nedeni nedir?
Kapitalist dünyada bir bütün olarak parlamentarizm önemini kaybederken, bir kere daha “önemli imiş” gibi davranılması, affedilemez bir hatadır. Parlamentarizm ölmüş iken, kör ölür badem gözlü olur hesabı, sol, parlamentarizme sarılmaktadır. Oysa esas olan direniş hattıdır. Bu direniş hattına gözlerini kapamak, onun yok olması anlamına gelmez, gelmeyecektir.
Kılıçdaroğlu’nun arkasında birleşmek, aslında solu, devrimci cepheyi terk etmek demektir. Bunun anlamı budur. Bu “sağda birleşmek”tir.
Bu da, dünyada süren savaş politikalarına, yaşanan savaş süreçlerine son derece uygundur.
Parlamentoda, NATO’nun genişlemesi oylanırken, sol adına bir tek ses çıkmamış, bir tek söz söylenmemiş, o kürsü kullanılmamıştır. Bu hafife alınacak bir tutum değildir. Önemli olan NATO’nun genişlemesine karşı çıkıldığında bunun önlenebilir olup olmaması değildir. Bu tutumun alınmamış olması, gerçekte, ciddi hiçbir konuda Saray Rejimi’ne karşı durmamak demektir. Bu durum, CHP’nin kuyruğuna takılmanın, seçimlere tutku ile bağlanıp birçok şeyi unutmanın kanıtıdır. Bir emperyalist savaş örgütü olan, bu durumu tescilli olan NATO’nun genişlemesi konusunda karşı tutum açıklamamak, körlüktür.
Emperyalist güçler arasındaki savaş, Rusya ve Çin’e karşı, onları sömürge hâline getirme savaşına dönüşmüştür. Bu nispeten yenidir. Ama emperyalistler arasında dünyanın yeniden paylaşılması savaşımı, daha önceden de, ağırlıklı olarak bölgemizde sıcak biçimler almaktaydı. Bugün de savaş, esas olarak bölgemizde yoğunlaşmaktadır ve bu savaşın komutası ABD-NATO güçlerinin elindedir.
Savaş genişledikçe, savaş derinlik kazandıkça, ABD-AB ve NATO savaş politikalarına tam gaz yüklendikçe, bölgemizin ve ülkemizin bundan etkilenmemesi mümkün değildir.
Ve savaşın derinleşmesi, ABD’nin ya bendensin ya da karşı cepheden tutumu geliştikçe, cepheler de netleşmektedir.
Cepheler, hem uluslararası alanda hem de ülkemizde netleşmektedir.
Her adımda, arada imiş gibi görünen güçler, kendi saflarını seçmektedir. Emperyalist savaş politikalarına destek vermek, bu savaşta, kendi ülkendeki burjuvaziye silahını çevirmemek, bu netleşmenin dinamiklerinden biridir.
Ülkemizde sınıf savaşımı da keskinleşecektir, keskinleşmektedir. Direniş, inişli çıkışlı bir yol izlese de gelişmektedir ve genişleyecektir. Bu sınıf savaşımında, bu direniş sürecinde, açıkça işçi sınıfının cephesinde yer almamanın, solcu olmakla ilgisi yoktur.
Bu nedenle, solun hızla sağa doğru yatması, CHP kuyruğuna takılması, cephelerin netleşmesi sürecinin de bir parçasıdır.
Yeni tarzda bir milliyetçilik, bir şovenizm hortlatılmak istenecektir. Savaş politikaları bunun temelidir. Ve bu durumda, devrimci sosyalizm, açık ve net olarak kendi yolunu, direnişten, topyekûn direnişten, işçi sınıfının davasına bağlılıktan yana koyarak yol alabilir.
Sağda birleşme, işçi sınıfı ve emekçiler için, Birleşik Emek Cephesi’ni çok daha yakıcı hâle getirmektedir. Bu savsaklanamaz bir görevdir.
Sol hareket, bu seçimlerde, kendi bağımsız adayları ile hareket edebilme olanağını kaybederek, sisteme karşı radikal eleştirilerini kitlelere ulaştırma olanaklarını da reddetmiştir.
Ama bu görev, koşullar ne denli zor ve olanaklar ne denli zayıf olursa olsun, devrimci sosyalistlerin görevidir. Bundan geri durmamak gerekir.
Kitlelerin, işçilerin, kadınların, gençlerin direnişine, kitlesel eylemlerine ara vermemek gerekir.
Bunun için, önümüzdeki süreç çok kıymetli bir süreçtir.
1 Mayıs 2023’ün, (a) kitlesel bir 1 Mayıs olması, (b) işçi sınıfının gerçek taleplerinin yankılandığı, liberal ve devletçi söylemlerin değil, devrimci şiarların yankılandığı bir 1 Mayıs olması için gerekli her şey yapılmalıdır.
Ağır ekonomik kriz, ülkede süren iç savaş, çevremizi saran savaş politikalarına karşı; işçi sınıfı, kadınlar ve gençler, 1 Mayıs’ı tüm bu sürece karşı bir dalgakıran olarak örgütlemelidir. Tüm devrimcilerin görevi budur. Devrimci gruplar, ayrımsız ortak hareket edebilme yollarını bulmalıdır. Sağda birleşme değil, solda, devrimci cephede birleşme yolu buradan geçmektedir. Birleşik Emek Cephesi, bugün büyük öneme sahiptir.
Cephelerin netleşmesi sürecidir bu.
Devrimci sosyalistler, bu sağa kayış dalgasına karşı, işçi sınıfının devrimci yolunda yürümekte ısrarcı olacaktır, bunda kuşku yoktur.
Cepheler netleşiyor. Bunda bir sakınca da yoktur. Her zaman, mücadele çetinleştikçe, mücadele açık biçimler aldıkça cephelerin netleşmesi kaçınılmazdır. Bizim sorunumuz, bu cepheler netleşirken, işçi sınıfı ve kitleleri, devrimci saflarda tutabilmek, onları devrimin bayrağı altında, kendi gerçek yerlerinde örgütlü hâle getirmek ve savaşa bu cepheden girmelerini sağlamaktır.
Devrim, azınlıkta olanların eylemi olarak başlar. Devrim ve sosyalizm için yola çıkanlar, yalnız kalırız endişesi ile, yollarını çatallaştırmazlar. Ancak devrimci yürüyüşün kitleselleşmesi, işçi sınıfının bilincinde devrimci bir sıçramanın gerçekleşmesi, işçi sınıfının ve kitlelerin devrimcileşmesi, bu yolla sağlanabilir.
Bu, işçi sınıfının büyük davasıdır. Bu dava bugün, insan olmanın ölçüsü hâline gelmiştir. İnsan olabilmek, kapitalist sisteme, emperyalist boyunduruğa, sömürünün ve aşağılanmanın her biçimine karşı direnmekten geçmektedir.
Bu, zor ve engellerle dolu bir yoldur. Egemen bu yolu tıkamak için her türlü araçla saldıracaktır. Bunu dünya devrimci hareketinin tüm deneyimleri göstermektedir. Bir yol doğru ise, zorlukları aşmak bir bilinç ve irade meselesidir. Zor olduğu için yolundan sapanların zafere ulaştığı hiçbir zaman görülmemiştir.