Kürt hareketinin “AKP ve MHP Faşizmi” dediği Saray Rejimi, MHP eli ile bir hamle yaptı. Bahçeli, birdenbire, parlamentodaki sandalyesinden kalktı ve kendine pek yakışmayan bir tarzda DEM Parti sıralarında, yetkililerin ellerini sıktı. Türkiye’nin “beka”sı sorunu gündemindeydi ve uzun süredir öyledir. Bu “beka” sorununun çözümü için, Kürt katliamlarını savunduğunu çok gördük. Oysa bu parlamentoda el uzatma sahnesi, alışık olunmayan bir hamledir.
Demek, emir büyük yerdendir. Yer bilinmez değildir; NATO’dur. NATO, elbette, en başta ABD emperyalizmi, genel olarak da Batı emperyalizmi demektir. Onların savaş makinasıdır.
Bahçeli, bu adımını geliştirdi.
Saray bu arada, kayyum saldırılarına devam etti. Seçimle seçilen belediye başkanları, alışılmış olduğu üzere görevlerinden alındılar ve belediyeler kayyuma devredildi. Kayyum Saray demektir. Ama Bahçeli, emir öyle, açıklamalarına başladı ve Öcalan’ın, “umut hakkı”ndan yararlanması karşılığında TBMM’de DEM meclis grubunda konuşmasını ve PKK’nin dağıtılması çağrısı yapmasını önerdi. Bunu, açıkça önerdi. Kapalı kapılar ardında konuşmadı.
Demek ki Bahçeli’nin bu konuşmaları, aslında arkadan sürdüğü anlaşılan görüşmelerin bir gereğidir ve belli ki Öcalan’a güven vermek amacını gütmektedir. MHP gibi bir faşist parti, Kürt düşmanlığını bir çeşit içsel varlık hâline getirmiş bir parti, bu açıklamaları yaparsa, Saray Rejimi’nin bu konuda belki samimi olduğu anlaşılabilirdi. Öyle ya, daha önceden masayı deviren Erdoğan idi. Dolmabahçe hatırlardadır. O masanın devrilmesi süreci, yeni bir saldırı süreci olmuştur ve devamında, Saray Rejimi organize edilmiştir. Demek ki, Kürtlere dönük yeni hamle, artık Erdoğan eli ile değil, doğrudan Bahçeli eli ile yapılırsa, belki bir inandırıcılığa sahip olabilir.
Bizim Saray Rejimi dediğimiz bu TC devletinin, tekelci polis devletinin olağanüstü örgütlenmesi, gerçekte tüm burjuva partileri kapsamaktadır. Ama sanki MHP ve AK Parti bu iktidarda birliktedir de diğerleri muhaliftir gibi bir tablo, bir görüntü söz konusudur. Bu nedenle birçok kişi bu Saray Rejimi’ne, “AKP-MHP faşizmi” adını takıyor. İşte bu “faşizm” kelimesinin dayanaklarından MHP, bir “açılım” yapmaktadır.
Sanki MHP, bir gün bunu aklına getirmiş ve büyük bir değişim süreci içine girmiştir diye düşünmek hatalı olur. MHP, eski MHP’dir ve bir siyasal parti olmadığı, bir çete olduğu açıktır. AK Parti nasıl bir siyasal parti değil ise, MHP de bir siyasal parti değildir. Her biri tek tek gereksiz hâle gelmiştir, gelmektedir. Parlamento da bir parlamento değildir. Egemen için daha çok görüntüsü önemli görünmektedir. Parlamento varmış gibi yapılmaktadır.
Ama MHP’nin, bu konuda, “barış” gibi sözcüklerle konuşması, elbette, MHP’nin ırkçı politikaları nedeni ile, daha ciddi bir durumdur. Erdoğan, zaten her konuda bir şey söyler ve ertesi gün de tam tersini söyler.
Olsa olsa MHP’nin bu çıkışı, (a) Suriye’de gelişmelerin yönünün önceden bilindiği ya da tahmin edildiği anlamında bir hazırlıktır ve (b) içeride de uzun hazırlıkların bir gereği olarak Öcalan’a güven verme girişimidir.
Suriye sahasında Esad’ın düşmesini, mesela MHP’nin ya da Saray’ın önceden bilip bilmediğinden söz etmiyoruz. Zaten orada oynamak istedikleri rol belli idi. Ama bizim “Suriye’de gelişmelerin yönünün önceden bilinmesi”nden kastettiğimiz, Kürt hareketinin, PYD kolunun orada bir ilerleme kaydettiği, kaydedeceği anlamındadır. Bunu bilmek zor değil, görünendir, açıktır. Bu durumda, Suriye’de ABD ile yakınlık kurmuş olan Kürtlerin, Barzani çizgisindekilerle birlikte, Türkiye ile bir yakınlık kurması arayışı ortaya çıkmış demektir.
Öyle ise bu konudaki görüşmeler, daha uzun bir süreden beri sürüyor diyebiliriz. Ya da bu büyük olasılıktır.
Şimdi, işin hem içeride hem de dışarıda bir yönü olduğunu biliyoruz.
Suriye’de Kürtlerin bir kazanımı olduğu açıktır. Bu kazanım, temkinli söylenmelidir. Çünkü, Suriye’nin yeni yönetimi HTŞ’den oluşmaktadır. HTŞ, doğrudan ABD, İngiltere ve İsrail bağlantılıdır. Ve bu bağlantıları nedeni ile, aslında Suriye’de savaşın bittiğinin söylenmesi mümkün değildir. Zira ABD, İngiltere ve İsrail için Suriye zaferi (gerçekte bu üçü için ve sadece bu üçü için bir zaferdir) bölge politikaları açısından bir adımdır ve bu açıdan savaşın yeni bir evresine işaret etmektedir. Elbette Kürtlerin kazanımlarını olumlu karşılarız. Onların her kazanımı, bizim de kazanımımızdır diye bakarız. Ama bu konuda temkinli olmak gerektiği açıktır. HTŞ, Esad’dan daha olumlu bir muhatap değildir.
Zaten HTŞ’nin Şam’ı alması ve iktidar olarak Batı tarafından hemen tanınmasının ardından, Kürtlerin Münbiç ve Kobanȇ’den çıkışı yönünde baskılar gelmeye başlamıştır. ABD açısından Kürtlerin kendi denetiminde petrol sahasının korunması ve İran’a karşı saldırı için işbirliği yaparak devreye girmesi önemlidir. Yoksa Münbiç ve Kobanȇ, ABD açısından bir önem taşımaz.
Kaldı ki aynı ABD, TC ile Kürtlerin kendinden yana hareket edecek unsurlarını, İran’a karşı savaşa sürme hevesindedir ve bu bilinmektedir.
Üstüne üstlük, Suriye sahasında Kürtler, iyi olduğu için değil ama Esad’dan daha kötü bir alternatif ile konuşmak zorundadır. HTŞ, aynı zamanda çetedir, ABD uzantısı İslamcıdır ve dün PYD’nin öncülüğünde katliamlarına karşı direnilen, büyük bedeller ödenerek direnilen güç olan IŞİD’in içinden gelmektedir. Örneğin HTŞ ile konuşurken, laik bir vurgu bile olanaklı değildir.
Bir etken daha var. Dün, sahada Rusya ve İran var iken, Kürtlerin isteklerine ABD daha olumlu yaklaşırdı. Çünkü, nihayetinde sahada rakip güçler var ve Kürtleri kaybetme ihtimali olabilirdi. Oysa bugün böyle bir durum, büyük ölçüde yok.
Tüm bunlara rağmen Kürtlerin kazanımlarını görmezden gelmek diye bir derdimiz elbette yok. Onların, egemenlerin olası hamlelerini sayarken, aslında Kürtlerin bunları görmediğini iddia etmiyoruz. Kürtlerin her kazanımını, bizim kazanımımız olarak görürüz.
Ama üç gelişmeyi biliyoruz. Birincisi, ABD’nin PYD’den, Münbiç’i TC denetimli ÖSO’ya devretmesini istediğidir. Bunu, Mazlum Kobani açıklamıştır. Ve sonunda Münbiç’ten PYD çekilmiştir.
İkincisi, Kobanȇ’deki TC saldırılarına karşı, ABD denetiminde bir silah bırakma önerisi de dile getirilmiştir. Bunlar, ister taktik olsun ister olmasın, kazanımların garantisinin olmadığı, bu konuda temkinli konuşmak gerektiği anlamında işaretlerdir. Bu temkinlilik Kürt devrimcilerinde de vardır.
Üçüncü olarak ise, Mazlum Kobani ile Barzani arasında yapıldığı söylenen görüşmedir. Elbette iki Kürt hareketi görüşür ve bunu kimseye sormak zorunda değildirler. Ama biz biliyoruz ki Barzani, şüpheye yer bırakmayacak şekilde ABD uzantısıdır. Ve Kürt hareketinin gerici ve geri kanadının simge ismidir.
Tüm bunlar, ABD’nin, İran’a karşı, İsrail, TC ve Kürt hareketi kullanılarak bir saldırı planladığının bilindiği koşullarda oldukça önemlidir.
Oysa aynı zamanda TC devleti, Kürtlere karşı ağır saldırılar devreye sokmaktadır. Ve doğrusu bu tehdit, ABD tarafından da “anlayışla” karşılanmaktadır. TC, Suriye’de Kürtlerin yaşadığı bölgelere bombalar yağdırmaktadır ve ABD, Türkiye’nin güvenlik endişelerini haklı buluyoruz, demektedir. Rusya sahada iken, böylesi açıklamalar yapmazlardı.
Demek ki Suriye sahasında, ya dediğimi yaparsın ya da TC devleti eli ile katliamla yüzleşirsin, yaklaşımı egemendir.
Kanımızca, içeride de aynı oyun oynanmaktadır.
Yanlış anlaşılmasın, Kürt hareketinin bu görüşmelere girmesini eleştirmiyoruz. Elbette bu onların bileceği bir şeydir. Ve birçok solcu, ulusolcu gibi, Kürt hareketinin sürekli AK Parti ile gizli anlaşmalar yaptığı gibi kaygılara da sahip değiliz.
Bu konuda Kürt hareketinin yeterli birikimi vardır ve buna güveniyoruz.
Ama MHP eli ile Saray Rejimi’nin ortaya koyduğu adı konulmayan politika, gerçekte, Kürt hareketinin gardını indirmek, savunmasını kırmak, direnişini zayıflatmak için devreye sokulan bir savaş hilesidir, savaş oyunudur. Adına “barış” oyunu bu nedenle denilebilir. Hem sevgili Sırrı Süreyya, “barışın kaybedeni olmaz” derken barıştan söz ediyor, hem de MHP lideri barıştan söz ediyor. Bu nedenle, adına barış arayışı demek daha uygun gibidir. Egemen için ise bu bir savaş hilesidir.
Bu barış arayışında TC devleti, Saray Rejimi, aynı zamanda saldırılarını artırmaktadır. Bir yandan, Öcalan’ın ikinci görüşmede “PKK lağvedilmiştir” denmesi istenmektedir, diğer yandan ise “ya silahlarınızı gömersiniz ya da biz sizi gömeriz” denmektedir. Bu aslında çelişkili gibi görünse de, çelişkili bir dil değildir. Değildir, çünkü, tam da TC devletinin karakterine uygundur. Saray Rejimi, tüm bu tartışmalar arasında, mesela kayyum politikalarını devreye sokmuştur ve dozunu artırmaktadır.
Saray Rejimi’nin, TC devletinin, her zaman elini uzattığında, mutlaka bir katliam politikasını da devreye soktuğunu biliyoruz.
ABD-İsrail, Hizbullah liderlerine karşı nasıl saldırılar ve suikastlar ortaya koydu ise, Kürt hareketine karşı da böylesi uygulamalar devreye sokulmak isteneceğini düşünmek abartılı olmaz. Bu nedenle, PKK sıkıştırıldıkça, liderlerinin daha kontrolsüz hareket etme olanağına yatırım yapmak istediklerini düşünmek, herhâlde abes olmayacaktır. “Ya silahlarınızla teslim olursunuz ya da sizi silahlarınızla gömeriz” sözü, bir yandan bu özel operasyonları, diğer yandan da hava ve karadan bombardımanları içermektedir. TC devleti, bu katliam politikalarında deneyimlidir, bir birikime sahiptir.
Öyle anlaşılıyor, TC devleti, ABD’nin planlarına tam uyum içinde bir tetikçi olarak devrededir. Bu nedenle, Kürt hareketine karşı ikili bir tutum içindedir. Bu açıktır. Ya Barzani çizgisi gibi bir çizgide, eninde sonunda Barzani çizgisinde TC ile işbirliği yapılacak ve bölgede ABD adına rol alınacak ya da Kürt hareketi boğulmakla tehdit edilecek. Yaptıkları da budur. Öyle ise bugün egemenler, Kürt hareketi içinde var olan iki eğilimin birini, uzlaşmacı eğilimi, yeniden öne çıkartmak istiyorlar. Bu Barzani ismi üzerinden gerçekleştirilemez. Kürt hareketi kesin bir ayrışma yaşasın istenmektedir. Bunun için Barzani çizgisi, başka isimlerle hayat bulsun istenmektedir. Yani, önce ideolojik olarak devrimci hat devrilsin diye bir yatırım yapmak yerine, pratik içinde Barzani çizgisi, farklı versiyonlarla büyüsün istenmektedir. Tüm bunları ise Suriye sahasında ABD ile Kürtler arasında kurulmuş ilişkilerden yapmak istiyorlar. Ve bu açıdan PKK’yi bir açmaza sokmak istedikleri anlaşılıyor.
Filistin halkına karşı girişilmiş olan soykırım politikası biliniyor. Elbette Kürtler Filistinlilere göre çok daha örgütlüdür ve örgütlülükleri İslamî bir temel gibi dinî bir referans noktasına dayanmıyor. Bu büyük bir avantajdır. Değeri bilinmek zorundadır. Ama Kürtlere, şu ya da bu parçada, Suriye’de, Türkiye’de vb. dayatılan bu katliam politikasıdır. HTŞ’nin Suriye’de “egemen” konuma getirilmek istenmesi, tam da bu açıdan bir hamledir.
Mazlum Kobani’nin Barzani’yi, daha olumlu bir çizgiye çekmesi çok zordur. IŞİD saldırıları sırasında Barzani’nin tutumu tamamen biliniyor. Ama Barzani etkisi, her parçada, farklı özellikler gösterse de, farklı tonlar gösterse de, vardır. Nasıl ki devrimci çizgi her parçada var ise.
Türkiye sahasına döndüğümüzde, TC devletinin barış oyunu, gerçekte, yeni katliamlar ve yeni saldırılar için bir hazırlık olarak görünmektedir.
TC devletinin girdiği yol bellidir: İran’a karşı, başını ABD, İngiltere ve İsrail’in çektiği kapsamlı bir savaşın bir parçası olmak. Yanlış anlaşılmasın, bizim İran’daki rejime sempati duymamız mümkün değildir. Ama böylesi bir savaşın amacı bellidir. Nasıl ki Irak’a karşı ABD’nin işgal politikasına karşı durmak Saddam’dan yana olmak demek değil ise, İran’a karşı savaşa karşı çıkmak da böyledir. Bu paylaşım savaşımıdır. Yeni ABD yönetiminin Kanada, Panama, Meksika körfezi, Grönland politikaları ne ise, onun daha kapsamlı hâlidir İran savaşı. Tüm bölgenin kana bulanması da demektir.
Burada bir soru ortaya çıkmaktadır. Peki ne yapmalı? Elbette, bu soru, bölgemizdeki tüm devrimci grupların ortak sorusudur, sorunudur. Hiçbir devrimci, kendi ülkesindeki egemenleri desteklemeyi bize bir haklı politika olarak sunamaz. Bu politika biliniyor. Birinci Dünya Savaşı’nda Kautskylerin tutumu hatırlardadır.
Öyle ise, yol açıktır. Tüm bölgede, işçi sınıfının devrimci hattı etrafında, devrimci bir direnişin örülmesi gereklidir. Bu elbette devrim ve sosyalizm mücadelesidir. İran’daki devrimcilerin de, Türkiye’deki devrimcilerin de, Mısır’daki devrimcilerin de temel yaklaşımı bu olmalıdır, budur. Bölgemizde, herhangi dinî, mezhepsel, ulusal kimliğe dayalı bir yaklaşım ile, emperyalizme karşı tutarlı tarzda mücadele etmek mümkün değildir. Elbette bunu yapanlar, bu konuda samimi olanlar vardır. Ama Hamas örneğinde de görüldüğü gibi, bu tarz bir mücadele sonuç vermekte kısırdır. Kapitalizme kökünden karşı çıkmadan, kapitalist ilişkilere kökünden itiraz etmeden, emperyalizme karşı kararlı ve tutarlı bir mücadele yürütmek de mümkün değildir. Emperyalizm bölgemizde, hem fiilî olarak vardır hem de bölgedeki devletleri aracılığı ile vardır. Bunların tümüne karşı kararlı bir savaşım, ancak işçi sınıfının devrimci çizgisi ile sürdürülebilir.
Bize düşen, Kürtlerin çeşitli hamle ve manevralarını eleştirmekle sınırlı bir tutum değildir. Onlar ne yapacağını bizden iyi bilmektedir. Yılların birikimi ve deneyimi vardır. Örgütsel yapıları vardır. Bizim yapmamız gereken şey, devrimci işçi hareketinin çizgisinde, kitlesel direnişi örgütlemektir. Bunu başarmak, bölgedeki her direnişe bir katkıdır. Nasıl ki, bölgedeki her devrimci direniş bizim mücadelemizin önünü açıyorsa, açacaksa, aynı şekilde bizim de mücadelemiz geliştikçe, benzer etkilere sahip olacaktır. Demek ki biz daha çok kendi eksiklerimize odaklanmak zorundayız. Bölgede gelişmiş bir işçi sınıfına, nesnel anlamda sahip olan ülkelerden birinde yaşıyoruz. Mısır ve İran ile birlikte, Türkiye’de işçi sınıfı, gelişmiş bir işçi sınıfıdır. Bu bir potansiyeldir. Her üçünde de, devrimci örgütlenmenin işçi sınıfı ile birleşmesinde ciddi eksiklikler vardır. Bizim de görevimiz, bu sorunu çözmektir.