5.7 C
İstanbul
26 Kasım Salı, 2024
spot_img

Saray Rejimi ve sınıf savaşımı üzerine saptamalar / Deniz Adalı

İçinden geçtiğimiz koşullar, çok farklı düşünceleri besleyen, umudu ve umutsuzluğu aynı anda artıran, gerçekliğin silikleştiği ama aynı anda gerçekliğin çıplak olarak ortaya çıkmaya başladığı, her tür düşünce ve görüş için oldukça zengin verilerin ortaya çıktığı koşullar gibidir.

Denir ki, “doğada her düşünceyi destekleyecek yeterince veri bulunabilir.” Gerçekten de öyledir. İsterseniz “dünya öküzün boynuzları üzerindedir” deyin, bunun için de yeterince veri bulunabilir. İsterseniz “bu ülkede devrim olmaz, bu halktan adam olmaz” deyin, bunun için de yeterince veri bulabilirsiniz.

“Doğada her düşünceyi destekleyecek yeterince veri bulunabilir,” evet bu mümkündür, bu nedenle “mesele bakış açısındadır.”

Bu aynı zamanda bilimsel bir gerçeği ifade eder, bilim verileri yan yana koyma ile sınırlı bir faaliyet değildir. Öyle olmuş olsa, gerçekliği, hareketin, dışımızdaki gerçeğin değişimini vb. anlamamız mümkün olmazdı. Elbette veriler önemli, ama bir de o verilere, kim, hangi açıdan bakıyor, bu da önemli.

Bugünkü siyasal mücadeleye bakarak, kimisi gelişmekte olan bir devrimi görür, bunun için veriler elde eder ve sunar, kimisi ise güçlenmekte olan Saray Rejimi görür ve bunun için veriler sunar. Kimisi, bugün sürmekte olan direnişlere bakar ve “bu direnişlerden bir sonuç çıkmaz” der, evinde oturmaya karar verir, kendini rahat ve korunaklı sandığı dünyasına kapatır, kimisi ise bu direnişlere destek olmak için hareket eder, örgütlenir ve bir damla da o katkıda bulunmak ister, rahatını bozar, risk alır ve insanlaşmaya doğru adım atar.

Bu her dönem böyledir. Her dönem, farklı görüşler için veri bulunabilir. Ama bizim vurgumuza göre, bu dönem bu konuda daha zengin veriler veriyor. Umut ve umutsuzluğun aynı anda beslenebileceği durumdan söz etmek, tam da budur.

İşte bu nedenle, içinden geçilen sürece ilişkin bazı saptamaları gerekli buluyoruz. Bu hem kendimiz için gereklidir hem de dostlarımız için.

1

Sınıf savaşımı daha fazla yüzeye çıkmaktadır. Bunu özellikle vurguluyoruz, çünkü gelişmektedir dersek yeterince net olmaz. Geçmiş 30 yılı aşkın süredir, dünya çapında sınıf savaşımını “görünmez” kılan gündemler nedeniyle, sanki sınıf savaşımı sürmüyor algısı yaygınlaşmıştı. Aslında Marksistler için sır değildir. Bazan sınıf savaşımı güncel yaşamın içinde çok da öne çıkmaz. Böylesi dönemler hep vardır. Ama köstebek, yer altında kazmaya devam eder. İşçi sınıfının ve kapitalistlerin arasındaki çatışma hep sürer. Bunu bilmek ile, içinden geçilen dönemlerde, bunu anlamak aynı şey değil.

Bizde ve tüm dünyada, kapitalizme karşı sınıf mücadelesinin geri düştüğü, daha doğru bir terimle “görünürlüğünün azaldığı” bir dönem, artık geride kalmıştır. Üstelik bu süreç yeni de değildir. 2008 krizi ile başlayan bir süreç olarak ele alınabilir. Ama bunun, örneğin Yunanistan’a yansıması farklıdır, zaman ve karakter olarak, Sudan’a yansıması farklıdır, Kolombiya’ya yansıması farklıdır, Kürdistan’a yansıması farklıdır, Fransa’ya yansıması farklıdır, Türkiye’ye yansıması farklıdır. Ama sürecin tümüne bakıldığında bu süreç, sınıf savaşımının yeniden su üstüne çıkmaya başladığının açık göstergesidir.

Biliniyor, canlı bir organizmadaki, mesela insan vücudundaki bir gelişimin, değişimin, kendini dışa vurma biçimleri, aynı olmaz. Bu, toplumsal mücadelede de böyledir. Sınıf savaşımının yüzeye çıkması, her toplumda aynı biçimleri almaz.

Dahası bu görünüş biçimleri, farklı eğilim ve süreçleri de ifade edebilirler. Öyle ya, nihayetinde bu sınıf savaşımıdır ve karşılıklı iki sınıfın çatışmasını ifade etmektedir. Her toplumda burjuva devlet, kısaca egemen, bu gelişen ve yüzeye çıkmaya başlayan sınıf savaşımına farklı tepkiler geliştirir. Aynı şekilde, işçi sınıfı ve onun geniş müttefikleri de bu süreçlere, her toplumdaki sınıf mücadelesi tarihi ve kendi öznel durumları çerçevesinde yaklaşırlar.

Yüzeye çıkmaya başlayan sınıf savaşımı, farklı güçleri, kendi konumları ve o toplumdaki mücadele tarihi çerçevesi içinde, farklı etkiler. Buna gelişen toplumsal devrim dersek, toplumsal devrimden herkes, aynı biçimde öğrenmez. Zira her öğrenme süreci, bir pratik müdahale, bir eylemsel tutum almak da demektir.

Devrim, yani büyük öğretmen, herkesi aynı biçimde eğitmiyor, kendisine daha fazla şey öğretene daha fazla şey öğretiyor.

Sınıf savaşımının yüzeye çıkması, daha fazla yüzeye çıkması ya da gelişmesi ve aynı anlama gelmek üzere sertleşmesi, bizim ülkemizde de yaşanmaktadır.

Bu gelişim, ülkemizde direnişlerde gözle görülür hâldedir. Elbette, görmek istemeyen gözden daha körü yoktur.

Eğer sınıf savaşımının gelişimini, “devrimin otomatik olması” olarak algılarsanız, böyle bir şey hiç olmayacağı için, gelişimi-değişimi kavramanız da mümkün olmaz. Birçok kişi, izninizle bunlara, bizim cepheye yakın “gözlemci dostlar” diyelim (demek oluyor ki, bunları okur yazar takımından -OYT- ayırıyoruz), gelişen bir eyleme baktıklarında, ilk değerlendirmeleri “bundan devrim olmaz” oluyor. Bizim “gözlemci dostlar”ımız, zafere hasretler, devrimin zaferini çok özlüyorlar. Ama bunun için eylemli olmadıkları için, eylemlerini sınırladıkları için, mesela sadece 1 Mayıs alanlarına gitmekle yetindikleri için, gelişimi kavramakta, özetle öğrenmekte de eksik kalıyorlar. Öğrenmek, eylemli bir süreçtir ve birçok hâlde öğrenmek, emek istediği kadar cesaret de ister. Bugün, bizim ülkemizde sınıf savaşımından, devrimden öğrenmek, cesaret istiyor. Cesaret, gerçeği kabul etmek anlamına da geliyor. İşin zorluğunu gören “gözlemci dostlar”ımız, saf tutmak yerine, gerçeğe gözlerini kapatmayı yeğliyorlar. Dahası, kendileri gerçeği böyle gördükleri için, bize de “hayalperest” diyorlar. Diyorlar ki, siz her şeyden bir olumluluk çıkartıyorsunuz, eylemleri, direnişleri abartıyorsunuz.

“Kâğıdımız çaput bizim,
kefenimiz bulut bizim
mesleğimiz umut bizim
kılanlara selâm olsun”

İşte bizim bu tutumumuzu, abartılı buluyorlar. Bu sözler, onlara şarkı sözü olarak güzel geliyor. Sınıf mücadelesinin gelişimi, onları henüz ikna etmiş değil. Henüz, kendilerini riske atacak bir tutum almak istemiyorlar. Henüz kendileri eylemli bir sürece dalmıyorlar. Bu elbette “etik” bir sorundur da. Eylemli adamın etik değerleri olur. Taşın etik değeri olmaz. Eylemli adam olmayınca, “gözlemci” olmakla yetiniyorlar. Ve sonunda her kaybedilen çatışmadan sonra, “ben demiştim, böyle devrim olmaz” diyorlar. Hem devrimi özlemek hem de bunun için saf tutmamak, aslında ahlâkî açıdan bir bozulma demektir.

2

Egemenler, gelişen sınıf savaşımını, birçok sol çevreden, gruptan, partiden daha net görüyor. Bu nedenle, Gezi sendromu ile yaşıyorlar.

Egemenlerde bir Gezi sendromu vardır. Tedavisi de yoktur. Onları bu sendromdan kurtaracak tek güç işçi sınıfı, tek eylem devrimdir. Devrimin zaferi, onların egemenliğini yerle bir edene kadar, bu sendrom, onlarda hep var olacaktır.

Kendiliğinden bir eylem olan Gezi Direnişi, egemenler içinde derin yaralar açmıştır. Egemenler korkmuştur. Saray Rejimi, tek başına bu Gezi Direnişi’ne, gelişen sınıf mücadelesine bir yanıt değilse de, aynı zamanda buna bir yanıttır.

Son Gezi Davası kararı, sadece bir tiyatro değildir. Aynı zamanda usul açısından bu tiyatro, bir karşı-devrim saldırısıdır. Burada ceza alanlar, egemenin hedefleri açısından bir anlam ifade eder. Egemen, Kavala ile, hem ABD adına birilerine mesaj veriyor hem de kendi adına, “iş dünyasına” mesaj veriyor. Ama esas mesaj, “tarafsız” durma eğilimini bir marifet olarak sunan OYT’yedir. OYT, sınıf savaşımının gelişimi içinde, egemenden yana, Saray Rejimi’nden yana tavır almakta eskisi kadar kararlı değildir. Saray Rejimi’nin ve düzenin çürümesi, onları da etkilemektedir. Bu etkiyi ortadan kaldırmak ve onları korku ile Saray Rejimi’nin destekçileri hâline getirmek istiyorlar. OYT’nin, işçi sınıfından, gelişen direnişlerden, gençlik ve kadın direnişlerinden yana tutum almasını, OYT içinde bir çözülmeyi önlemek istiyorlar.

Burjuva devlet, Saray Rejimi, riskli hamleler yapmaktadır. Gezi Davası kararı, o akşam, adalet sarayının işgaline dönüşmüş olsa idi, ki bunu esas olarak önleyen devlet adına CHP ve liberal soldur, süreç bambaşka bir sürece dönüşebilirdi.

Egemen, bir iç savaş hukuku uygulamaktadır.

Oysa, davada ceza alanlar, devleti tanımaktan, Saray Rejimi’ni kavramaktan uzaktırlar. Seçilmiş simgesel isimlerdir ve Mücella Abla hariç, birçoğunun Gezi Direnişi ile ilişkileri oldukça zayıftır.

Açıklamalar, “cumhuriyeti savunuyoruz” şeklindedir. Ki, bu Gezi Direnişi’ni de doğru anlamaktan uzak bir yaklaşımdır. Hiçbir yasanın anlam ifade etmediği, anayasanın rafta olduğu, parlamentonun işlevsiz olduğu, halkın kendi yasalarını yapma zorunluluğu ile karşı karşıya bulunduğu, doğanın akıl almaz yağmasının hâlen yaşandığı, devlet çarkının yeniden organize edildiği, savaş ekonomisinin devrede olduğu, ABD adına açık bir tetikçilik yapıldığı, her hak arama eylemine azgınca saldırıların ortaya konduğu bugün, “cumhuriyeti savunuyoruz”, halka, işçi ve emekçilere, kitlelere mesaj değildir, egemene mesajdır. İç savaş hukukunun egemen olduğu bir ortamda, egemene karşı, açık ve net cephe almak dışında bir mücadele yolu yoktur. Elbette, herkes, kendi gücü kadarını yapacak. Kimseye “gel en öne geç” demiyoruz. Onu biz yaparız. Ama herkesin, yanılgılara yol vermeden, net tutum alması önemlidir. Mademki Gezi Direnişi’ni yargılamak isteyenler sizleri simge isimler olarak seçmiştir, en azından Keşanlı Ali destanındaki kadar, “ününüze uygun davranmak” bir borçtur.

3

Saray Rejimi’ni doğru kavramak gerekir. Egemen sınıfın en gelişmiş siyasal örgütü devlettir. Devlet, her türlü başkaldırıyı, isyanı, egemen adına bastırmakla görevlidir. Bunu sadece baskı ve şiddetle yapmaz. Dünyanın hiçbir yerinde yapmaz. Aynı zamanda, korkuları, kör inançları, dini, milliyetçiliği, yalanı devreye sokar. Saray Rejimi için yaşamak, karanlığı egemen kılmakla mümkündür. Saray Rejimi, güneşi, gün ışığını, gerçekliği sevmez, sevemez. Devletin eski hâlini Saray Rejimi’nin karşısında savunmak, devrimcilerin işi değildir. Yağmaya, ranta ve savaş ekonomisine karşı savaşmak, dünü, öncesini, mesela Ecevit dönemini, mesela 61 Anayasası’nı savunmakla mümkün değildir. Zaten, bugüne oradan gelinmiştir. O günler de egemenin devletidir. O günlere razı olmak, aslında Saray Rejimi’ni olduğu kadar, devlet denilen şeyi de anlamamaktır.

Bu iş Kılıçdaroğlu’nun, Akşener’in işidir. Onlar zaten “devletin olağan” hâle dönmesini savunuyorlar. Bu devrimcilerin, bu solcuların, bu işçi ve emekçilerin işi değildir, dahası işçi sınıfının çıkarına da uygun değildir.

Saray Rejimi’ni oluşturan egemenlerdir. Erdoğan değildir. Emperyalist efendileri de içinde, tüm egemenlerdir.

Bugün, Saray Rejimi çözülmektedir. Bunun üç ana nedeni vardır: Kürt devriminin direnişi, Gezi Direnişi ile sınıf savaşımının yükselmeye başlaması ve emperyalist efendiler, NATO güçleri arasındaki paylaşım savaşımı. Saray Rejimi’nin oluşumunu gündeme getiren bu süreçler, hâlâ işlemektedir ve bugün Saray Rejimi çözülmektedir. Egemenler, bu olağanüstü devleti, Saray Rejimi’ni sürdürmek, güçlendirmek istiyorlar. Bu oluşumun içinde tüm burjuva partiler vardır. MHP’nin açık desteği kadar, CHP’nin desteği ortadadır. Burjuva muhalefet, Saray Rejimi’nin kaybolmakta olan toplumsal desteğini yedeklemek, kitlelerin devlete karşı mücadeleye geçmesini önlemek için devrededir. Parlamenter demokrasi vb. ile ortaya konulan program, tam da budur.

7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan durum, tüm burjuva partilerin, bu arada CHP’nin desteği ile, 1 Kasım seçimlerine taşınmıştır.

Bugün, Saray, benzer bir süreci devreye sokmuştur. Artan halk tepkisini bastırmak, engellemek, kontrol altında tutmak için CHP ve burjuva muhalefet eli ile yürütülen “seçime kadar bekle” kampanyası, sistemi ayakta tutmak amacına dönüktür.

Bugün, Saray Rejimi yeni saldırılar devreye sokacaktır.

Bu saldırılar, 7 Haziran-1 Kasım sürecinin aynısı olmayacaktır.

Gezi Davası kararları bunun açık göstergesidir. CHP, açık olarak bu kararlara aktif bir tutumla karşı çıksaydı, sadece sözle yetinmeseydi, Kaftancıoğlu kararları ortaya çıkmazdı. Arkası gelecektir. Kılıçdaroğlu’nun “Canan, Canan” diye sözde savunması, komiktir. CHP tabanını tutmaya dönüktür. Görevi de budur.

Neymiş, Bursa mitingini İstanbul’a almıştır. Bunun anlamı açıktır. Bir, CHP, Bursa’yı, daha az etkili olsun diye seçmiştir. Şimdi, Kaftancıoğlu kararı ortaya çıkınca, mitingi İstanbul’a almak, bu hesabın itirafıdır. İki, mitingleri, kitlelerin gazını almak için yapmakta olduklarının da açık göstergesidir. Zavallılıktır bu. Kılıçdaroğlu kızmış ve mitingi İstanbul’a almıştır. Bakın siz şu işe! Bursa mitingi artık gaz alamaz, İstanbul’da da miting lazımdır. Yoksa İstanbul mitingi, kitlelerin denetimden çıkmasına yol açabilirdi. Hesap açıktır. Mersin mitingi de böyleydi.

Saray Rejimi’ni göndermek için “seçim beklemek”, süreci, yaşananları örtme girişimidir. Yargıyı bir silah olarak kullandıkları açıktır. Bunu biliyorlar. Buna rağmen, “seçimlerin” yasalar içinde yapılacağı masalını anlatıyorlar. Böylece, devrimci işçi hareketinin önünü kesmeye çalışıyorlar, direnişlerin önünü kesmeye çalışıyorlar.

Kılıçdaroğlu, her saldırıdan sonra, Erdoğan’a sözler söylemeyi yeterli sayıyor ve bununla kitleleri tutmaya çalışıyor. Oysa o da biliyor, yarın Ankara’da Gezi Davası’nda benzer kararlar çıkacak ve bu kez daha etkili bir saldırı olarak devreye sokulacak, yarın başkalarını da yasaklı ilan edecekler. İmamoğlu sisteme bağlılığını ne kadar ilan ederse etsin, yarın onu da yasaklı ilan edecekler. Böylece, tüm kavga, sanki burjuva muhalefet ile Saray arasında oluyor izlenimini verecekler. Bu yolla sınıf savaşımını, gerçek mücadele alanını gölgede bırakmak istiyorlar. Tüm bu çabalar, işçi ve emekçilerin gelişen direnişini rotasından, devrimden, sisteme karşı savaştan çıkartmak içindir.

Oysa durum böyle değildir. Saray Rejimi, açık bir iç savaş yürütmektedir. Dışarıdaki savaş politikaları, içeride de bir iç savaş olarak gündemdedir. Bu konuda, emperyalist efendilerinden de onay almışlardır.

4

Sol hareket, sağa kaymaktadır.

Sol hareket, artan saldırılara karşı sisteme açıktan cephe almak, işçi ve emekçilerin mücadelesine devrimci anlamda öncülük etmek yerine, laiklik, cumhuriyet gibi şeylere sarılmaktadır. Hiçbir zaman halkla bir bağı olmamış olan cumhuriyet, hiçbir zaman var olmamış olan laiklik üzerinden bir muhalefet, devlete sığınmaya döner, sağa kayıştır.

TC devleti, her zaman halklara, işçi ve emekçilere düşman olmuştur. Katliamlar tarihine bakmak yeterlidir. Dini azgınca kullanan Saray Rejimi’nden önce, Sivas’ta aydınları yakan, aynı devlettir. Çorum ve Maraş katliamlarında ortaya konan pratik devletin pratiğidir. Bugün Kürt halkı başta olmak üzere, tüm halklara karşı açık bir savaş yürüten devlet, dün Ermeni, Pontus, Süryani katliamlarını gerçekleştiren devletin kendisidir. Bugün her hak arama eyleminin karşısına polisi, yargısı, askeri, medyası ile dikilen devlet, 1920’lerde de Takrir-i Sükûn Yasası’nı çıkartan devlettir, 1950’lerde komünist avına çıkan devlettir. Bugün Suriye’de işgalci olan devlet, dün Kore’ye asker gönderen, Kıbrıs’ta işgalci olan devletle aynı devlettir.

NATO mekanizmasını doğru anlamadan, TC devletini anlamak mümkün değildir. Bugün, dünyanın her yerinde Neonazileri besleyen NATO’dur ve bunun Türkiye’de paramiliter güçleri organize etmesi şaşırtıcı değildir. Dün kontrgerilla, Özel Harp Dairesi gibi organizasyonları yaratan NATO, bugün SADAT vb. güçleri yaratmaktadır. Bunu anlamak için Sedat Paker’in açıklamalar yapmasına gerek yoktur.

İşte bunları es geçerek, sanki ortada böylesi bir tarih yokmuş gibi, laiklik, demokrasi ve cumhuriyet vurgularına sarılmak, ülkemiz solunun işi değildir, olamaz.

Bu durum, solun sağa kayışıdır.

Sol hareket, bu yolla kendini inkâr etmektedir. Ne Suphi’nin, ne Çayan’ın, ne Deniz’in, ne Kaypakkaya’nın yolu bu değildir.

Sol, kendini CHP kuyruğuna kilitleme işini, Ecevit döneminde de yapmıştır.

Bugün, CHP kuyruğuna takılmak, bin kat daha olumsuz, bin kat daha savrulmak demektir. Bugün CHP, tam bir sağ partidir, düzenin partisidir ve dünün sağ partilerinden de farkı yoktur. Sağ, giderek Neonazi çizgisine yerleştikçe, CHP, daha da sağa, sol da CHP’nin içine kaymaktadır.

1 Mayıs 2022 bunun en somut kanıtıdır. Solun sağa kayışı, kitlelerde tam bir ruhsuzluk olarak ortaya çıkmaktadır. Bu, kitlelerin umudunun kırılmasının da yoludur.

Bu sürece, sendikalar da dâhildir. Sadece Türk-İş, sadece Hak-İş değil, KESK ve DİSK de bu sürecin içindedir. DİSK açık olarak CHP çizgisine yatmış durumdadır. Devrimci hareketi, 1 Mayıs organizasyonunun dışında bırakma tehditleri, bu sağa kayışın ne denli cesaret bulmaya başladığının da göstergesidir.

5

Saray Rejimi, yağma, rant ve savaş ekonomisine dayalıdır. Saray Rejimi, egemenler, bu ekonomik düzeni sürdürmek için kararlıdır.

Bu, doğanın yağmalanması demektir. Bu, insanın tüketilmesi demektir. Bu, büyük kirlenmedir. Bu, aklın kirlenmesidir.

Kriz, her geçen gün daha da derinleşecektir. Bunun faturasını işçiler, milyonlar ödemektedir. Kriz, yoksullaşma, açlık, işsizlik demektir.

Bunu yapabilmek için, bunu sürdürebilmek için daha şiddetle saldırmak zorundadırlar. Bu saldırılar, gerçekte, işçi ve emekçiler ne kadar örgütsüz ise o kadar ve o süre boyunca sonuç verecektir.

Bu geçici bir saldırı değildir.

Ne yağma-rant ve savaş ekonomisi geçicidir ne de bunun gerektirdiği şiddet ve baskı.

Burjuva muhalefetin ekonomik reçeteleri, Saray Rejimi’nin ekonomik reçetelerinden farklı değildir. Uluslararası sermayenin ve onların yerli ortakları tekellerin çıkarları bunu gerektirmektedir. Ekonomik sistem, bir bütün olarak, işçi ve emekçileri köleleştirmek dışında yol bulamamaktadır. Bu nedenle, işçi ve emekçilerin her direnişine azgınca saldırmaktadırlar. Buna rağmen, işçi ve emekçilerin direnişi durmamaktadır. En olmadık durumda, direniş kendine bir yol bulmaktadır, bulacaktır.

İşçi sınıfının satılmış sendikalar ile buna karşılık vermesi olanaklı değildir. İşçi sınıfı, her işyerinde örgütlenmek zorundadır. İşçi sınıfı sendikalarını geri almak için mücadele etmek zorundadır. İşçi sınıfı siyasal alanda örgütlenmek zorundadır. Bir bütün olarak işçi sınıfı devrimcileşmek zorundadır. Başka yolla, yaşamak mümkün değildir.

Saray Rejimi, açık olarak, her adımında, burjuvaziden, tekellerden, uluslararası sermayeden yana adımlar atmaktadır. Başkasını beklemek mümkün değildir. Devletin bu yönünü, onun egemenlerin devleti olduğu gerçeğini açık olarak hissetmek mümkündür. Buna gözünü kapayarak, direniş ve muhalefet yapılamaz.

6

Tüm bunlara rağmen, sınıf savaşımı daha görünür hâle gelmektedir ve bu süreç önlenemez. İşçi ve emekçilerin direnişleri daha da gelişecektir.

Mesele, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişinin CHP çizgisine, burjuva muhalefet çizgisine razı olmamasıdır.

Bunu önlemek devrimci görevdir. Bugün, devrimci hareketin asıl üzerinde durması gereken şey budur.

Bunun yolu açıktır.

İlk olarak, direnişleri geliştirmek, yaymak ve daha örgütlü hâle getirmek gerekir. Bunun olanakları vardır. Gelişmekte olan direnişler, farklı yollarla, daha çok yerel olmak üzere bir yol almaktadır. Bunu doğru anlamak gerekir. En küçük bir direnişi desteklemek, geliştirmek bir görevdir. Bilmek gerekir ki, işçiler kendi deneyimlerinden öğrenecektir.

İkincisi, bu elbette yeterli değildir. Her direniş, daha örgütlü hâl almalıdır. Bunun yolu, işçi sınıfı içinde, direnişçilerin içinde devrimci örgütlenmeyi geliştirmekten geçmektedir. Bunun sabırlı, çetin, zorlu bir süreç olacağı açıktır. Hiçbir ülkede devrim, kolay bir iş olarak ele alınamaz. Bunu bilince çıkartmak gerekir. Direnişlerin, direnişin içinde yer alanların bilincinde bir açıklık yaratacağı kesindir. Sabırla, sürekli, devrimci rotayı anlatmak, gelişmeler karşısında yılgınlığa düşmeden mücadele etmek gereklidir. Zaten örgütlü olmak bu değil midir?

Üçüncüsü, tüm direnişçiler, tüm devrimciler, işçiler, kadınlar ve gençler, Birleşik Emek Cephesi perspektifinde bir araya gelmelidir. Birleşik Emek Cephesi (BEC), hiçbir hareketin, hiçbir grubun kendi gelişim çizgisini inkâr etmez. BEC, daha uzun süreli bir mücadele perspektifini hayata geçirmek, gelişmeler karşısında “ortak eylem” çizgisini sürekli kılmak, mücadele arkadaşlığını geliştirmek için şarttır.

Biliyoruz ki, sınıf savaşımı daha da sertleşecektir. Bu açık olmalıdır. Her geçen gün mücadele daha da sertleşecektir. Egemen, kendi gelişmiş örgütü ile, devlet çarkı ile bu sınıf savaşımında tutum almaktadır. Direnişçilerin, daha sağlam, daha ileri tutumlar almalarının yollarından biri BEC’dir. BEC, aynı zamanda işçi ve emekçileri, ortak mücadele ile daha sağlam ve örgütlü kılmanın, direnişleri geliştirmenin yolu olacaktır.

7

İsyan güzelleştirir.

İsyancı, bugünün tekelci kapitalizminde, insan olmaya en yakın insandır.

Susmak, boyun eğmek, insan olmayı da reddetmektir. Bu aynı zamanda ölmektir, yok olmaktır.

Beklemek, susmak, eylemsiz kalmak, aslında sıranın sana gelmesini beklemektir. Yani susan, boyun eğen, sistem tarafından ödüllere boğulmayacaktır. Susan bir işçi, her işçi gibi yaşama olanaklarını kaybedecek, açlıkla karşı karşıya kalmaya devam edecek, fabrikalarda iş kazalarında ölecek vb.dir. Susan her kadın, ölüm korkusunu daha çok yaşayacak, aşağılanmayı daha fazla yaşayacaktır.

Seçime kadar beklemek, susmaktır.

Susan her insan, insanî özelliklerini kaybedecektir.

Çok eski bir hikâyedir, halk eğer devletten, üst tabakadan, egemenlerden bir kurtarıcı beklerse, her zaman kaybeder. Bunun sayısız örneği ülkemizde vardır. Bir Alevi, sisteme yaslanır ve oradan bir kurtarıcı beklerse, kendi inancına saygı duyulacak bir güne erişmeyecektir, tersine, bir kere daha aldatılacak, bir kere daha kötünün iyisine razı olacaktır. Her seferinde, razı olacağı kötü, öncekini aratır olacaktır.

Aşağılanan, sömürülen, hor görülen, ezilen hiç kimse, susarak, merhamet bekleyerek kurtulamaz, daha güzel günlere ulaşamaz.

Tersine, isyan eden güzelleşir.

İsyan, insanın en güzel hâlini bulduğu eylemdir.

İsyanın en güzeli, örgütlü isyandır. Çünkü süreklidir, çünkü bilinçle yapılmış olacaktır, çünkü isyan zamanını kendin seçmek demektir.

Susmak, uyumaya devam etmek demektir. Medyanın yalanlarını bir ninni gibi dinleyip uyumak, insan olmaktan çıkmak demektir.

Uyanmak, hem bu karanlığı görebilmektir hem de gelişen direnişi, sınıf savaşımının gelişimini görebilmek demektir.

Susmak, uyku hâline devam etmek ise, isyan uyanmak demektir.

Susmak, tüm olup biteni kabul etmek demek ise, isyan etmek tümünü birden reddetmek ve kaderini eline almak demektir.

Gelişmekte olan devrim, uyku hâlindekinin göreceği şey değildir. Gelişmekte olan devrim, uyanık olanın, uyanmış olanın göreceği bir şeydir. Uyuyanın, susanın, eylemsiz duranın umudu kurumuş ağaç gibidir. İsyancının umudu, yemyeşil, güneş altında güzelleşen orman gibidir, yaşam gibidir.

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN KASIM SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol