4.3 C
İstanbul
25 Kasım Pazartesi, 2024
spot_img

Saray Rejimi, kriz ve “iç savaş hukuku” – Deniz Adalı

Bizce Mart 2023’te bir anlaşmaya varılmış olabilir. Ekonomi bir uluslararası konsorsiyuma devredilmiştir. Bunda kuşku yok. İyi ama yeni işleyiş nedir? Altını olan kuralı koyar hesabı, konsorsiyumun yeni kuralları olması şarttır. Bunlar nelerdir?

Çok sık duyuyoruz, “Türkiye Cumhuriyeti, sosyal, laik ve demokratik bir hukuk devletidir” diye. Yalnız biz bunu, daha çok ama daha çok, “muhalif” kimliği olduğunu söyleyenlerden duyuyoruz. Mesela CHP’den, mesela hukukçulardan, mesela “siyaset bilimci” gibi nereden ve nasıl elde edildiği belli olmayan unvanlara sahip TV konuklarından, mesela liberal soldan, mesela Kemalist soldan. Hele bu son ikisinden o kadar çok duyuyoruz ki bu “laik, demokratik, sosyal hukuk devletiyiz” sözlerini, “inanasımız geliyor.” Sanki bunlar, liberal sol ve Kemalist sol, gözlerini kapayarak “biz sosyal, laik ve demokratik bir hukuk devletiyiz” sözünü ne kadar çok tekrar ederlerse, bir gün gözlerini açtıklarında, bunun gerçek olacağına inanır gibiler. 40 kere söylersen gerçek olur boş inanı gibi. Bunlara bakınca, acaba bunlarla biz ayrı ülkelerde, ayrı gezegende mi yaşıyoruz diye şaşmamak elde değil. Bir çeşit “Alice Harikalar Diyarında” gibiler.

Alice Harikalar Diyarında deyince, hatırlamamak elde değil. Adı “Baykuş İmparatorluğu” diye hatırlıyorum. Maalesef elimde yok ve ulaşmam mümkün değil. Bu bir kitaptır ve ABD devletinin, köle yetiştirme programını deşifre eden mahkeme kayıtlarına dayanmaktadır. Mine G. Kırıkkanat da galiba kitaba bir tanıtım yazısı yazmış olmalıdır. İnanılması oldukça zor bilgilerle doludur ve mide bulandırıcıdır. Alice Harikalar Diyarında hikâyelerine de gönderme yapar. İnsana, devlet konusunda boş inanlar beslemenin ne demek olduğunu anlatabilir. Orada, ABD’nin, devletin, ne kadar demokratik, ne kadar hukuk devleti olduğunu görebilme şansını elde edersiniz. Ve böylece, Batı değerleri, Amerikan rüyası, NATO’cu kafa ne demek biraz olsun anlama şansınız olur.

İşte bizim, “uzman” ilan edilmişlerimiz, liberal ve Kemalist solcularımız, kutsal devletin “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğunu tekrarlarken inanç tazelemekte, bunu tekrarladıkça bu konudaki inançlarını beslemektedirler. Bir çeşit dua gibidir, mistiktir ve “Anadolu irfanı”nda kendini kandırmak için bir yalana inanacaksan, bunun Batı medeniyetinden geliyor olması bir çeşit avantajdır.

Kaç kere tekrarlanınca bir şey gerçek olur, bilen var mı? Ama bizim liberal ve Kemalist solcularımız, bu tekrarı sonsuza kadar devam ettirebilecek kadar gözlerini sıkıca Batı medeniyeti bandajı ile kapatmışlardır. Emin olun, o NATO bandajının altında bile, gözlerini sımsıkı yummaya devam etmektedirler. Olur da gözleri açık olur ve bandajdan sızan azıcık bir ışık demeti gerçeği görmelerine neden olabilir, diye korkmaktadırlar.

Ama ne olursa olsun, bu rahatsızlıktan da kurtulamıyorlar. Bu nedenle, umutlarını, Erdoğan’ı getirip görevlendirenlerin, bir gün gelip de kendilerini anlayacakları ve kendilerini görevlendirecekleri güne bağlamışlardır.

Bu elbette sadece onlarda böylece duran bir hâl değil, bunu topluma da empoze ediyorlar. Böylece, işçi ve emekçileri, kadınları ve gençleri direniş çizgisinden, devlete karşı mücadeleden alıkoymaya çalışıyorlar. Devlet ile ilgili o kadar boş inan, o kadar yalan imajlar pompalıyorlar ki, aslında Saray Rejimi bunların sayesinde ömrünü uzatıyor. Kaldı ki önemli bir bölümünün NATO’cu olması, zaten bu konuda görevlendirilmelerine de olanak sağlamaktadır. Yani bir bölümü zaten görevlidir, memurdur.

Kasım ayının başında, bir yandan Cumhuriyet’in 100. yılı kutlanır gibi yapılırken, bir yandan da devleti korumak için çizilen pembe tekerleme dillere düştü yine: “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” vurgusu.

Ama o da ne, Can Atalay’ın milletvekili olduğu hâlde, içeride tutulması nedeni ile başvurduğu Anayasa Mahkemesi (AYM), “hak ihlali” olduğuna karar verdi. TİP de Hatay’dan Ankara’ya yürüyüşünü tamamlamıştı ki, bu “müjde”li haber, “işte gördünüz mü, biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz” dualarına haklılık kazandırmıştı. Ama Can Atalay bırakılmadı. Sonunda biz, hep birlikte, “yüksek yargı” içinde tartışmalı kararlara şahit olduk. Ve AYM’yi eleştiren Erdoğan, sonuçta “ben hakemim” dedi. Aslında Kasımpaşa’da futbol oynarken, en çok hakemlere kızardı çünkü hep faullü oynardı. Ama kader işte, kime çok kızmış ise, sonuçta ona benzemekte marifet göstermektedir. Başbakana kızardı başbakan oldu, cumhurbaşkanına kızardı cumhurbaşkanı oldu, Atatürk’e kızardı, Abdülhamid olmayı sevdi. İsrail’e kızar gibi yapardı, İsrail’in faşist yönetimlerini çok sevdi. Amerikan başkanlarına kızdı ve gitti “başkan” oldu. Her şeyin başı olmayı çok sevdi ama yine de en çok parayı, parayı, bir de parayı sevdi.

Konumuza dönelim.

Şimdi, AYM kararına uymayan bir yüksek mahkeme nedeniyle bir tartışma başladı. Buna göre, “uzmanlar”, siyaset bilimciler, hep birlikte, acaba Erdoğan ne planlıyor, diye tartışıyorlar. Liberal ve Kemalist solcularımız ise, daha yüksek sesle, “biz demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletiyiz” diyorlar. Tüm burjuva muhalefet, “anayasamız böyle diyor” diye görüş beyan ediyorlar. Ama kimse “kral çıplak” demeye yönelmiyor.

Demek ki anayasada “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” yazıyorsa, bu durumda öylesin demektir. Anayasada olur da bir gün “tek adam diktatörlüğü”, “İslamo faşizm”, “patrimonyal sultanlık” yazarsa, o gün, hangisini yazmışlarsa onu söylersiniz, olur biter. Anayasada böyle yazıyorsa mesele yok.

İyi öyle ise, oradan başlayalım.

1

TC devleti, en başından beri, kendini laik olarak sunmuştur. Laiklik, aslında devletin din ile mesafe koymasıdır. Yani devlet kendine bir din seçmez. Devlet kimsenin dinine karışmaz, kendisi de dine göre hareket etmez. Mesela devletin Diyanet İşleri Başkanlığı olmaz. Zaten adı da biraz tuhaftır: “Diyanet işleri” ne demektir? “İşleri” ne anlama gelir? 120 bin kişilik bir kadrosu vardır ve bugün bu sayı muhtemelen yükselmiştir. Caminin imamı devlet memurudur ama kilisenin papazı devlet memuru değildir. Devlet memuru imam, mesela bir köyde ne iş yapar ve yaptığı iş çalışma gününün ne kadarını tutar? Yani “işleri” ne anlama gelmektedir? Beş kere ezan, beş vakit namaz ne kadar zaman alır? Ve 120 bini aşkın kadro ne iş yapar? Acaba “devleti küçültmek” adı altında özelleştirmeler yapan tekeller, mesela “laik demokratik ve sosyal bir hukuk devletinin” yılmaz savunucusu TÜSİAD, neden devleti küçültme programına Diyanet İşleri Başkanlığını eklemez? Diyanet İşleri Başkanlığının kadrosunu azaltmaktan niye söz etmezler? Yanlış anlaşılmasın, biz Diyanet İşlerine tümden karşıyız.

Diyanet İşleri Başkanlığının varlığı, devletin zaten laik olmadığının en açık kanıtıdır. TC devleti, hep dini kullanmıştır ve ona şekil vermiştir. Bu bazan çok yoğun ve açık, bazan ise daha az yoğunlukta olmuştur ama hep varolmuştur. Bu, TC devletinin kuruluşundan beri vardır. Çok meraklısı varsa Osmanlı’da zaten hilafet vardı. Yani hiçbir zaman bu ülkede, bu cumhuriyet laik olmamıştır.

Peki, demokratik bir devlet mi vardı? Mesela 12 Eylül demokratik devletin varlığının işareti ve refleksi midir? Mesela 1990’larda devlet demokratik miydi? Mesela Demirel’in AP’nin başına geçiş süreci mi demokratiktir? Mesela saymakla bitmez katliamların varlığı mı demokratikliğin göstergesidir? 1 Mayıs 1977’nin katillerinin mecliste olması mıdır demokratiklik? Mesela 12 Mart demokrasi mi demektir? Çorum, Maraş katliamları mıdır demokratik olmak? Hangisini sayalım, NATO’nun ve Batı medeniyetinin içinde olmadığı tek bir katliam var mıdır? Tüm bunlar mıdır demokratiklik? Bir tek faili meçhul olarak adlandırılan olayın, bir tanesinin faili bulunmuş mudur? Devlet katildir ve katliamlar yapmaktadır. Bunu sürekli yapmaktadır. Ve bunu NATO ile birlikte daha kapsamlı yapmaktadır. Ama siz, ne yapıyorsunuz bilemeyiz ama, bu devlette demokratik bir yön görebiliyorsunuz. Size bu devlet bu nedenle ödüller veriyor. Biz, size bir gün bir madalya takacağız: “Hep yalana inandı, hep yalanı tekrarladı, suçludur” yazan bir madalya.

Sosyal devlet mi dediniz? Sahi mi? Mesela devlet işçileri daha zengin mi yaptı? Mesela köylüler daha iyi bir durumda mı? Acaba hangi tarih kesitinde sosyal bir devlet oldu TC devleti? Sosyal devlet dediğiniz sadakalar vermek midir? Sosyal devlet dediğiniz işsizlik, açlık, yokluk ve yoksulluk değilse nedir? Sosyal devlet dediğiniz devlet eli ile sermayedar yaratma planları, halkın vergilerinin tekellere aktarılması değilse nedir? Sosyal devlet dediğiniz, mesela ücretsiz sağlık, ücretsiz eğitim, ücretsiz ulaşım, ücretsiz konut mudur, bunları mı yaptı TC devleti? Sosyal devlet dediğiniz, mesela ülkenin madenlerini, kaynaklarını, doğasını vb. zenginlere peşkeş çekmek midir? Bu ülkede bugün, yani Kasım 2023 itibari ile, 2 milyon atıl duran konut var. Mesela sosyal devlet dediğiniz, bu atıl konutları yoksullara dağıtan bir devlet midir, öyle ise hadi, görelim.

Geriye hukuk devleti kalır.

Evet, TC devleti bazı dönemler, sürekli yaşadığı iç savaş dönemleri hariç, sürekli yaşadığı olağanüstü dönemler hariç, bazı dönemler, bir “yasa” devleti olmuş gibi yapmıştır. Mesela bazı dönemler, sanki yasalar herkesi bağlar gibi olmuştur. Her zaman, “herkes” denildi mi, tekeller, zenginler, para babaları, NATO’cu sivil veya resmî güçler kapsam dışıdır. Onlar, yasaların her zaman üstündedir. Her zaman katliamlar yapabilirler, her zaman cinayet işleyebilirler vb. Ama bu kapsam dışı güçler hariç, yasaların herkese nispeten uygulandığı dönemler olmuştur. Ama bu asla gerçek anlamı ile bir demokratik hukuk devleti demek değildir ve hiç olmamıştır.

TC devleti, tarihi boyunca, sürekli olağanüstü dönemler altında iş görmüştür. Zira TC devleti, komünizme karşı, SSCB’ye karşı Batı’nın bir ileri karakolu, bir sömürge devlet, bir ABD ve NATO uzantısı olagelmiştir. Bu yeni değildir. Sömürge bir ülke olmanın anlamı kavranmadan, TC devleti konusunda her zaman ham hayaller kurulmaya devam eder. 100. yılını kutladığımız Cumhuriyet, Taksim’deki anıtın anlamını bile açıklamaktan aciz bir burjuva diktatörlüktür.

2

Demek ki “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti”, anayasada yazsa da, hiçbir zaman var olmamıştır. Bunu bilmek yetmez, aynı zamanda bilmeliyiz ki TC devleti, SSCB ve komünizme karşı kurulmuş, halkların imhası ve inkârına dayalı, sömürge bir devlettir ve efendileri NATO ve özellikle ABD’dir. Bunu bilmiyorsak, TC devletini anlama şansımız yok demektir. Komünizme karşı Batı’nın ileri karakolu ve sömürge ülke olma hâli unutulmamalıdır. Komünizme karşı ileri karakol olmak, aynı zamanda Ekim Devrimi’nin halklar nezdinde yarattığı özgürleşme hamlelerine karşı, katliam politikalarını ve inkâr politikalarını devreye sokmak demektir. Bu açıdan, “imtiyazsız ve sınıfsız bir toplumuz” sözü, gerçekte işçi sınıfının ve halkların varlığının inkârına dayanır, yani olumlu değil olumsuz bir vurgudur.

Ve sömürge olma hâli anlaşılmadı mı Batı medeniyeti ve NATO demokrasisi de anlaşılamaz demektir. Bu durumda ne ekonomik olarak tekellerin doğuşu ve gelişimi anlaşılabilir, ne devletin bir dönem daha fazla ekonomik hayatın içinde olması hâli yerine oturtulabilir, ne tuhaf laiklik anlayışı, ne de neoliberal politikaların bu denli etkili olması ve ne de İslamcı bir yeni Türkiye ayarı anlaşılabilir. Sömürge olma hâli anlaşılırsa, bunları anlamak çok daha olanaklı olur.

3

Demek ki dua hâlinde, huşu içinde, kendinden geçmiş hâlde sabah akşam, her olaydan sonra kalkıp “biz demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletiyiz” demek, pek de işe yarar bir durum değildir. Belki bu tekerlemeyi sürekli söyleyenleri, gerçekleri görmekten, gerçekleri kabul etmekten “kurtarır.”

AYM’nin Can Atalay kararı ve buna karşılık başka bir “yüksek” mahkemenin bu kararı tanımaması ve bu konuda bir suç duyurusunda bulunması, “demokratik bir ülke olmaktan mı çıkıyoruz” sorularını yaratıyorsa, geçmiş olsun, siz çok geç kalkmışsınız, hava karardı, akşam oldu ama siz yeni uyanıyorsunuz diye bunu sabah vakti sanıyorsunuz. Biliniyor, Alzheimer hastaları, zaman algısını kaybederler. Mesela uyandıklarında, gece saat 3 olsa da, onlar sabah olmuş sanırlar. Toplumsal Alzheimer hâli, bu kesimleri çoktan sarmış, uzmanı, liberal solu, Kemalist solu, zaman algısını yitirmiş hâldedir. Hastalık hâlidir.

Ülkede acaba, “haksız” ve “hukuksuz” biçimde, ne kadar insan hapistedir? Acaba haksız ve hukuksuzluğa maruz kalan kişi sayısı her gün kaç kişidir? Mesela kadın cinayetini sayabiliyoruz, günde en az 4 diyoruz. mesela işyeri cinayetlerini sayabiliyoruz, günde en az 6 diyoruz. Mesela her gün kaçırılan çocuk sayısını biliyor gibiyiz, en az her gün 10 çocuk diyoruz. Peki, acaba hukuksuzluğa, haksızlığa, devletin saldırısına uğrayan kişi sayısı ne kadardır? Bilmiyoruz.

Bizim “uzman” TV konuşmacılarımız, Kemalist solumuz, liberal solumuz, kendisine gelmediği sürece saldırıyı kayıt altına almıyor. Mesela işçi ölebilir, devrimci bir öğrenci tutuklanabilir, bir kadın yerlerde sürüklenerek gözaltına alınabilir, karakolda cinsel saldırıya uğrayabilir, hele hele bir Kürt öldürülse ne olur ki? Ama bunların hepsi olağan vakalardır, önemsizdir.

Biz buna, olağanüstü rejimin, devletin olağanüstü örgütlenmesinin, olağanüstü hâlin “normal” ve “olağan” hâle gelmesi diyoruz. Eğer sen alışırsan, o da olağanlaşıyor.

Saray Rejimi, tekelci polis devleti dediğimiz, çağımız tekeller dünyasının, çağımız kapitalizminin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki olağan devletinin, ülkemizde olağanüstü örgütlenmesidir (Bu konuda üç kaynak önerebiliriz: İlki “Tekelci Polis Devleti”, ikincisi “Saray Rejimi” isimli çalışmadır. Ve üçüncüsü, “Aslolan Devrimin Gündemidir VIII”dir. Bu üç kitap da Kaldıraç Yayınevi’nden çıkmıştır. Son ikisi, Kaldıraç dergisinde yayınlanmış yazılardan, bu yazılarda hiçbir değişiklik yapılmadan, derlenmiştir. Okuyucu, böylece Saray Rejimi konusunda daha derli toplu bir kaynağa ulaşmış olacaktır).

Saray Rejimi’nin oluşumu, üç kuvvet nedeni ile ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki, Kürt devrimidir. TC devleti, 40 yıldır Kürt devrimini bastıramamaktadır. İkincisi, başta beş Batılı emperyalist güç olmak üzere emperyalist güçlerin dünyayı yeniden paylaşımı savaşımıdır. Bu durum, dün NATO içinde var olmayan çelişkileri ortaya çıkardı ve TC devleti hangi emperyalist gücün elinde kalacak tartışması ortaya çıktı. Ukrayna savaşı bu NATO güçlerini, ABD ve AB’yi birbirine yaklaştırsa da, bu paylaşım savaşımı devam etmektedir. Bunun ülkemizdeki yansımaları biliniyor. Bir tek AK Parti yoktur, birden fazladır; ABD-İsrail’in bir AK Parti’si vardır, İngiltere’nin bir AK Parti’si vardır, Almanya’nın bir AK Parti’si vardır vb. Üçüncüsü, Gezi ile birlikte ortaya çıkan direniştir.

Bu üç etken, tekelci polis devletini, 2015 sonrasında, adım adım, bir olağanüstü devlet örgütlenmesine götürmüştür. Saray Rejimi böyle ortaya çıkmış, devletin olağanüstü örgütlenmesidir. Ve bu üç etken de varlığını sürdürmektedir.

Bu durumda, seçim döneminde, yani mesela 6-7 ay önce, TC devleti, Saray Rejimi, iki alternatif varmış gibi ortaya çıktı. Birincisi, güçlendirilmiş parlamenter sistem idi. Bunu savunanlar, bizim gözümüzde o zaman da Saray Rejimi’nin birer uzantısı idi, bugün de öyledir. İkincisi ise Saray Rejimi’nin güçlendirilmesi idi. Esas olan da bu idi. Bu ikili alternatif, CHP tarafından, “uzman”lar tarafından, Kemalist solcular tarafından, liberal solcular tarafından, “köprüden önce son çıkış” olarak tarif edildi. Buna göre, biz hâlâ “sosyal, laik, demokratik bir hukuk devletiyiz” ama Saray buna son vermek istiyor ve köprüden önce son çıkış seçimlerdir. Seçimler ile Erdoğan gidecek idi. Erdoğan’ın gidişi, her şeyin önünde bir görevdir. Hatta Saray Rejimi Erdoğan’sız olsa dahi, bu da kabul idi.

Şimdi, tüm bunları söyleyenler, Can Atalay gibi kararlardan sonra, “aaa, demokrasi elden gidiyor” diye hayıflanmaktadırlar. Oysa zaten son çıkışı geçtik ya.

Demirtaş için işleyen sürece bakın.

Ya da mesela Osman Kavala için işleyen sürece bakın.

Ya da binlerce HDP üyesi için işleyen sürece bakın.

Öğrenciler için işleyen sürece bakın.

Bunlar da ikna edici örnekler olmalıydı. Yani bu örneklerin her birine bakıp, “aaa, demokrasi elden gidiyor” diyebilirdiniz. Galiba siz, her yeni gün ortaya çıkan duruma bakıp, “aa demokrasi elden gidiyor” demeyi sürdürme konusunda çok istikrarlısınız. Bunun bir sonu yok. Alice harikalar diyarında!

Sizin için son çıkış, sürekli bir sonraki ana taşınmaktadır. Bu yolla, Saray Rejimi, ne denli anti-demokratik olursa olsun, siz hâlâ onun henüz zıvanadan çıkmadığını söyleyeceksiniz. Onun için, sürekli olarak, bu böyle giderse İslamo faşizm gelir, bu böyle giderse tek adam rejimi gelir, diye tekrar etmektesiniz. Ne onların yaptıkları bitiyor, ne sizin son çıkış yeriniz geçiliyor.

4

Şimdilerde bazı “uzman” ve “yorumcular”, daha farklı sorular da soruyorlar. Ee, neylersin, hep aynı soruyu sormakla durmak, herkesin zekâsının düzeyine uygun değil. Bunlar birkaç yeni soru da soruyorlar.

Soru şudur: Acaba anayasa ortadan kalkar mı?

İşte size “oturaklı” bir soru. Gerçekten de bu soruyu sormak için, gözlerinin NATO gözbağı ile kapkara bağlı olması yetmez, bir de o bağlı gözün, kendini sımsıkı yumması da gerekir. Bu kara gözbağının altında gözünü sımsıkı yumma durumu, tüm vücudu zorluyor ve işte böylesi sorular ortaya çıkıyor.

Ne güzeldir, hep uyku hâlinde, hoş hoş uyuyarak gezinmek! Allah, düşmanımızın başına versin.

Anayasa ortadan kalkar mı?

Mesela Demirtaş örneğinde kalkmadı mı?

Demirtaş bir rehine ise, acaba “hukuk devleti”nde bu anayasaya uygun mudur?

Mesela Erdoğan daha kaç kere daha seçilmek için aday olabilme hakkına sahiptir? Acaba 2028 Mayıs ayından önce, Erdoğan yeniden aday olursa ne diyeceksiniz? Mesela Mart 2028’de, anayasaya göre, yeniden aday olabilir mi? Muhalefet bu adaylığı kabul eder mi? Eğer bu sorular aşırı ise, o hâlde, Mayıs 2023’te aday olması yasalara uygun mu?

Mesela YSK, anayasaya uygun mu hareket etmektedir?

Anayasa kaçıncı kere çiğnenirse acaba delinmiş olur?

Acaba Erdoğan, ben bu anayasayı tanımıyorum, dediğinde anayasa kalkmış olur mu?

Sahi, gerçekten, ortada bir anayasa mı var?

Mesela epilepsi hastalığı her türlü yüksek düzeyde görevli olma durumuna engel midir?

Mesela tek bir gün var mıdır ki Saray Rejimi yasaları ayakları altına almamış olsun? Bu durumda anayasa var mıdır?

Bir ülkede anayasanın var olup olmadığını nasıl anlarsınız?

Mesela Hitler Almanyası’nda anayasa yok muydu?

5

Biz buna, “iç savaş hukuku” diyoruz.

Yani ortada elbette bir hukuk var. Bu hukuk, guguk şeklinde hareket ediyor gibi görünebilir ve sakıncası da yok, doğru bir görüntüdür. Ama aslında bu “iç savaş hukuku”dur.

“İç savaş hukuku”, her durumda, yasaların kişilere göre uygulanması da demektir. Mesela sen işçi isen, bir de direnişe katılmış bir işçi isen, senin için yasalar farklıdır. Bu elbette patronlar için de öyledir. Diyelim ki yeni bir yasa yapıldı ve bu yeni yasaya göre, eski evlerin yıkılıp yeniden yapılması ile ilgili yeni bir durum ortaya çıkmaktadır. Buna göre, mesela devlet bir kişinin tapusuna el koyabilir. Koysun ne olur? Bir şey olmaz. Ama bu yasaya göre, zengin bir para babasının tapusuna el konmaz. TÜSİAD üyelerinin tapuları yasalar üstüdür. Ama onların yararına, yeni rant alanları için halktan birilerinin tapularına el konulabilir.

Biliniyor, biz devrimciler, sosyalistler iktidara geldiğimizde, mesela tüm bankalara el koyacağız, yani kamulaştırmalar yapacağız. İyi ama TC devletinin bu girişimi ile bizim yapacağımızın alakası yoktur. TC devleti, tüm kapitalist devletler gibi, özelleştirirken de, “kamulaştırırken” de, her zaman, zengine para aktarırlar, tekellerin yağmasına olanaklar sağlarlar.

İşte size yasaların ne demek olduğuna dair bir örnek.

Şimdi, devlet olağanüstü örgütlenmiş ise, zaten olağanüstü yasalar devreye girer ve bu yasalar, andan ana, kişiden kişiye, durumdan duruma farklı uygulanırlar. Olağan dönemlerde bu, bu denli açık değildir.

Demek oluyor ki zaten cumhurbaşkanlığının, Saray’ın çıkardığı her yasa, aslında anayasanın zaten rafa kaldırılmış hâlidir. Zaten Saray Rejimi bu demektir. Sadece anayasanın rafa kaldırılması değil elbette. Mesela TBMM, aslında hiçbir işlevi olmayan bir kurumdur. Siyasi partiler, en azından siyasi parti değildir, ne olduklarını “bilmesek” de.

O hâlde, yeni bir durum olarak, “anayasa büsbütün ortadan kaldırılır mı” demek, boşuna bir hezeyandır. Zaten kaldırılmıştır.

“İç savaş hukuku” doğru kavranmalıdır.

6

Peki ne oluyor?

Saray Rejimi’nde, çapı dar da olsa, bir restorasyon yapılıyor. Yani o “parlamenter demokrasi” hayali görenler, hani onu güçlendireceklerdi ve bize “güçlendirilmiş bir parlamenter sistem” hediye ederek, son çıkıştan çıkmamızı sağlayacaklardı ya, işte onların “güçlendirilmiş” dedikleri şey oluyor. Bir farkla, Saray Rejimi, güçlendiriliyor.

Biraz açımızı genişletelim. Ekonomik krizi işin içine alalım. Zira bütünü görmek gerekir. Yoksa zaten anlamı olmayan meclisin iradesini, anlamı olmayan yargı meselesini, anlamı olmayan anayasa meselesini boşa tartışmış oluruz.

Bizce Mart 2023’te bir anlaşmaya varılmış olabilir. Ekonomi bir uluslararası konsorsiyuma devredilmiştir. Bunda kuşku yok.

İyi ama yeni işleyiş nedir? Altını olan kuralı koyar hesabı, konsorsiyumun yeni kuralları olması şarttır. Bunlar nelerdir?

Öyle anlaşılıyor, Konsorsiyum, borçların ödenmesi sürecini kontrolü altına almıştır. Yani mesela her ay 20 milyar dolarlık bir borç varsa, bu borcu, para TC devletine gelmeden “ödemekte”dirler ve bu durumda yeni faiz oranı %25 olarak uygulanmaktadır. Buna bir diyelim. İki, borçların ödenmesi için bazı vergi vb. gelirleri kendi denetimlerine almışlardır. KDV’nin 2 puan artışı, ilave taşıtlar vergisi (bu arada bu da anayasaya aykırıdır, aynı vergi iki kere alınamaz) vb. gibi, doğrudan bu konsorsiyumun eline geçmektedir. Üçüncüsü, bazı maden ve değerli varlıkların denetimi onlardadır. Dördüncüsü, Şimşek ve MB’deki başkan doğrudan bu konsorsiyumun memurlarıdır. Beşincisi, bazı alanlarda kara para operasyonları yapılmasını istemişlerdir. Bu nedenle Yerlikaya, sözüm ona bazı “mafya ve çete”lerle mücadele etmektedir. Aslında büyükleri korumaktadırlar. Ağar vb. işin kontrolünü almışlardır. Bu “çetelere operasyon” görüntüsü, Batı sermayesi de dâhil, uluslararası sermayenin isteğidir ve hamlelerini rahatlatmak içindir. Altıncısı, TC devleti, savaş kabinesi eli ile, doğrudan ABD’nin ve NATO’nun planlarına bağlı kılınmıştır (Filistinlilerin son saldırısı, İsrail-ABD planlarını erken patlatmıştır. Ve bu durum, Türkiye’deki İran’a karşı savaş hazırlıklarını zora sokmuşa benzemektedir).

Bunları gözlemlemek mümkündür.

Başkası da olabilir. Yani bu Mart 2023 anlaşmasında başka noktalar da vardır, olabilir.

Şimdi, bu tablo içinde, anayasa mahkemesinin Can Atalay kararı ve buna karşı ortaya çıkan yargı kararı anlamlı değil midir?

Olağanüstü bir devlet örgütlenmesinde, “yasalara” uygun da olsa AYM’nin kararına tepki gelmesi niye şaşırtıcı olsun?

Acaba AK Parti, Erdoğan ne yapmak istiyor?

Bu soru yanlıştır.

Doğru soru sormadan doğru yanıtlar almak mümkün değildir. Hep yanlış soruyu sorarak doğru tek bir adım bile atılamaz.

Seçim öncesinde vurgu şuydu: Erdoğan gitsin de ne olursa olsun.

Biz de buna karşılık diyorduk ki, aslında ortada bir Saray Rejimi var. Erdoğan ile, Erdoğan’sız bu Saray Rejimi’ni güçlendirmek istiyorlar. Şimdi, bazıları, Kılıçdaroğlu’nu Saray’ın adamı ilan ettiğimiz için bize hak veriyorlar. İyi ama konu hâlâ Saray Rejimi’dir.

Erdoğan ne yapmak istiyor sorusu yanlıştır.

Erdoğan, mesela “emeklilerin aylığı niye düşük” diye soruyor. Sahi kime soruyor? Acaba kendisi, sanıldığı kadar “etkili” değil de görüntüsü ile mi işler sürdürülüyor? Erdoğan, ne zaman bir konu anlatılacaksa, o zaman konuşuyor. En çok da kendisini dinleyenler “muhalif” olanlardır.

Öyle ise, doğru soru şudur: Ne yapılmak isteniyor, ne yapılıyor, ne oluyor?

AYM kararı en yüksek mahkeme kararı iken, nasıl işletilmiyor? Ya da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını niye kimse takmıyor?

İşte olağanüstü rejim tam da bunu ifade ediyor.

Diyelim ki birisi, şeklen işleyen bir kurumda, devletin, Saray Rejimi’nin ve onun bağlı olduğu NATO’nun planları dışında bir şey yaparsa (yanlışlıkla) o durumda, bu acilen düzeltiliyor. Diyelim ki Can Atalay’ı serbest bıraktın, sonra bunun başka etkileri de olacaktır. Bu nedenle, rehine politikası sürdürülmektedir. Tıpkı savaş hâli gibi, TC devleti, karşı cepheden uygun kişileri rehin almaktadır. Demirtaş da böyledir. Savaş hukuku tam da budur.

Olağanüstü devlet örgütlenmesi altında, olağanüstü metotlar devreye girer. TC devleti, bir yandan Saray Rejimi’ni, olağanüstü devlet örgütlenmesini daha da güçlendirmek istiyor, diğer yandan ise açıkça bir savaş sürecine daha şiddetle dalmak istiyor. Bu isteğin NATO isteği olduğunu da unutmayalım. Sömürge bir ülkenin devleti olmak, hep akılda tutulmalıdır.

Devletin içinde elbette bazı çatışmalar olacaktır. Bu hem her birinin bağlı olduğu emperyalist odaklar arasındaki farklılıkla ilgilidir hem ekonomik krizle ilgilidir, hem rant-yağma ve savaş ekonomisi ile ilgilidir hem de olağanüstü hâllerin de kendine has dinamikleri ile ilgilidir.

AYM kararının, başka bir yargı kurumunca geçersiz ilan edilmesi, Cumhurbaşkanı’nın önce AYM aleyhinde devreye girmesi, basının bu konuyu fotoğraflarla yansıtması, ardından Erdoğan’ın “biz hakemiz” demesi, aslında bu olağanüstü rejim ile ilgilidir. İlgili uzmanlar, aslında “Erdoğan ne diyecek” diye beklemekle de hata yapıyorlar. Çünkü bunun hiçbir önemi yoktur.

Savaş kabinesi, dışarıda ve içeride savaş demektir.

Savaş kabinesi, içeride işçi ve emekçilerin, direniş gösterecek olanların, kadınların ve gençlerin bastırılması demektir. Savaş kabinesi, Kürt hareketine karşı daha da şiddetli bir savaş demektir. Zira böylesi bir savaş olmadan, dışarıda savaşı yürütmeleri mümkün değildir. Suriye’de işgalci bir güç olarak bulunan TC devleti, ABD-İsrail hattına uygun olarak İran’a karşı savaş planlarına katılmaktadır. Bu oldukça zorlu bir süreç demektir. Filistin’den gelen saldırı, tüm süreci etkilemiştir.

Şimdi bu savaş planları açık ortada iken, acaba Erdoğan ne yapmak istiyor, AYM’yi kapatmak mı istiyor, diye sormak, gerçekten süreci anlamamaktır. AYM zaten istenildiği gibi etkisiz kılınabilir durumdadır. Anayasa istenildiği zaman rafa kaldırılmaktadır. Acaba bu yolla Erdoğan, muhalefeti mi şekillendirmek istiyor? Soru saçmadır. Daha seçim sürecini yeni geride bıraktık. Anayasaya uygun bir seçim mi vardı? Muhalefetin tutumunu bilmiyor muyuz? Sanki muhalefet, gerçekten toplumsal muhalefetin bir parçası gibi düşünerek hareket etmek, kendini kandırmak demektir.

Saray Rejimi’nin esas yapmak istediği şey, Saray Rejimi’ni daha da güçlendirmek ve işçi emekçilerin, kadınların ve gençlerin direnişini kırmak, Kürtlere karşı daha etkili katliam planları devreye sokmak, NATO ve ABD tetikçisi olarak kendini biçimlendirmektir.

Yani, anayasayı unutun, AYM’yi unutun. Çünkü bunları çoktan geçtik. Saray Rejimi bunları zaten yapıyor. Öyle, Saray Rejimi için, mutlaka bir kanun çıkartıp, oraya TC devleti, hukuk devleti değildir, diye yazmalarını beklemiyorsanız, neye şaşırıyorsunuz? Yarın Erdoğan kalkıp “artık anayasayı rafa kaldırdık” dese, bunlar acaba anayasayı rafa mı kaldırmak istiyor, diyecekler. Kaldı ki bunu çok zaman önce zaten söylediler.

Saray Rejimi bir adım atıyor. Onun adımlarını en çok “muhalif” gözükenler tartışıyor. Ama asla karşı durmadan. Ardından bir tartışma başlıyor, ne oluyor, diye.

İşte olan tam da budur.

İşçi ve emekçileri, sisteme karşı savaşanları, Kürt halkını, işçi sınıfını, kadınları ve gençleri, bu garip tartışmalar içinde boğmak istiyorlar.

Saray bir adım atıyor, bizim uzmanlarımız, Kemalist solcularımız, sol liberallerimiz, hep birlikte, bu olmaz, bu anayasaya aykırı diye bir tartışma yürütüyorlar. Oysa bu arada, kervan yürüyor. Saray Rejimi ilerlerken, “muhalif” uzmanlar, Kemalist sol, liberal sol, bu ilerleyişe karşı cepheden gelecek direnişi önlemek için, tuhaf tartışmalar yapıyorlar.

Şöyle soralım: Saray Rejimi’nin ne yaptığı açıktır. Peki Saray Rejimi’nin adımları karşısında, sürekli olarak, “biz laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletiyiz” tekerlemesini söyleyenler, sahi bunlar, sahi sizler ne yapmak istiyorsunuz?

Soru budur. Siz ne yapıyorsunuz? Siz, gerçekten, olup biteni hafifletmek için, her türlü laf cambazlığını devreye sokmaktan başka ne yapıyorsunuz?

Sisteme karşı mücadele mi ediyorsunuz? Çok komik mücadele tarzınız var. Piste yakışmıyorsunuz. Saray’ın pistine yakışıyorsunuz.

Bu sisteme karşı mücadele, elbette, her tür araç ve yolla yürütülecektir. Ve elbette bu mücadelenin muhatabı direniş güçleridir, kadınlarıdır, öğrencileridir, deprem bölgesinde ölüme terk edilenlerdir, işçi ve emekçilerdir.

Birleşik emek cephesi, bu mücadelenin örgütsel ifadesi, ortak devrimci aklın ifadesi olacaktır. Bu nedenle, birleşik emek cephesini örgütlemek, günün devrimci politikaları ile birleşmektedir. Her direniş yayılmalı, her direniş geliştirilmeli, her direniş daha da ileri bir örgütlenme için temel olmalıdır.

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN KASIM SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol