Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atandı. Bu elbette siz değerli okuyucunun, bu yazı elinize geçmeden, çoktan okuduğunuz bir haberdir. Muhtemeldir ki siz, bu konuda birçok yorum dinlemiş, duymuş ya da okumuşsunuzdur. Olay “soğumamış”tır ama gündem bir açıdan çoktan değişmiş olacaktır. Gündem, hem değişiyor hem de aslında “derinde” aynı gündem olarak devamlılığını koruyor.
İşte tüm bunları düşünerek, biz, meseleye daha geniş bir açıdan bakalım diyoruz.
Saray Rejimi, sanıldığı ya da sunulduğu ya da göründüğü ve öyle sunulduğu gibi “tek adam” rejimi değildir. Hiç öyle olmamıştır. Böyle düşünmek, aslında devlet denilen şeyi anlamamak da demektir. Devlet, sınıflara bölünmüş bir toplumda ortaya çıkan, sınıfların ortadan kalkması ile kalkacak olan, bir sınıfın, egemen sınıfın, diğer sınıf(lar)ı baskı altında tutması için örgütlenmiş silahlı aygıttır. Sanıldığı ya da sunulduğu gibi, iki sınıfın savaşımında arada duran bir “hakem” değildir. Bizde yaygın olarak algılandığı ve “Anadolu irfanı”nda yaygın olarak söylendiği gibi, “baba” rolündeki adil bir mekanizma değildir. Baba, birçok kültürde, zor da uygulayan aile reisidir. Annenin aksine baba, sevgisini “zor” ile karışık gösterir. Baba şefkatinde birkaç tokat vardır. Ama devlet, hiçbir zaman böyle değildir, olmamıştır, olmayacaktır. Zor tekelini elinde tutmak işidir. Bu nedenle de, devletin şiddeti terör olarak ele alınmaz ve devlete karşı koyan kim olursa olsun, 10 yaşındaki bir çocuk, tren kazasında oğlunu kaybeden bir anne, tecavüze uğramış bir kadın vb. kim olursa olsun, teröristtir.
Şikâyetimiz yok.
Ama bize, devleti başka bir şeymiş gibi sunma girişimlerine de karnımız tok.
Devlet, böylesi bir yapıdır ve egemen sınıfa hizmet eder. Egemen sınıf, devleti aracılığı ile, kendi çıkarlarını, “ulusal çıkar” olarak sunar, kendi egemenliğini, “ulusal egemenlik” olarak sunar ve böylece “milletin devleti” gibi bir olumlu imaj edinir.
Oysa devlet hiçbir yerde, hiçbir zaman böyle değildir. Bizde ise, TC devleti, daha ilk kuruluş anlarından başlayarak, bazı temeller üzerine kurulmuştur.
1- Kuruluş yıllarında, Birinci Dünya Savaşı’nda başlayan işgale karşı halkın anti-işgal direnişini ezerek, halka düşman olduğunu göstermiştir.
2- Ekim Devrimi’nin iki etkisini kırmak için, ona karşı hareket etmiştir.
(a) Ekim Devrimi halkların kardeşliği ve tüm halkların emperyalizmden kurtuluşu mücadelesini ateşlemiştir. Emperyalist Batı, daha ilk andan başlayarak, halkların emperyalizme karşı savaşının yayılmasını önlemek için, Anadolu’da, Osmanlı’dan geriye kalan topraklarda, halkları “düşman” ilan etmiştir. Bu nedenle katliamlar, rastgele olaylar değil, planlı olaylardır. Ve TC devletinin şekillenmesinde köklere sahiptir. “Bu devlete bir millet lazım” cümlesinde ifade edildiği gibi, burada bir millet imalatı da söz konusudur.
(b) Ekim Devrimi, ilk kez proletaryanın iktidarı alması ve burjuva egemenliği yerle bir etmesi de demekti. Buna karşı TC devleti, SSCB’ye karşı bir ileri karakol olarak örgütlenirken, sınıfların varlığını da inkâr etmiştir. Takrir-i Sükȗn Yasası, 1925’te, doğrudan komünist ve işçi hareketini hedef almıştır.
3- TC devleti, en başından beri emperyalizme bağımlı, sömürge bir ülke olarak kurulmuştur. Bu durum, işgale karşı direniş diye adlandırdığımız Kurtuluş Savaşı döneminde, egemenlerin, halk hareketini boğma girişimlerinin de temelidir. Demek ki egemenler, daha o günden başlayarak, emperyalist Batı ile bağımlılık ilişkisine girmiştir. Hitler’in iktidara geldiği 1933 yılı, TC devletinin de 10. yılıdır ve o tarihten başlayarak, devletin tüm gerçek yüzü de ortaya çıkmaya başlamıştır.
4- NATO ile birlikte, TC devleti, tümü ile SSCB’ye karşı, bir ortaklaşa sömürge olarak organize edilmiştir. Din ve milliyetçilik, dışarıda saldırganlık, içeride işçi sınıfının baskı ve şiddetle bastırılması, işçi sınıfının kontrol edilmesi için Türk-İş gibi bir sendikanın kurulması, Diyanet İşleri’nin yeniden yapılandırılması, içlerinde Türkeş’in de olduğu bir grup subayın ABD’de 1946’dan başlayarak, anti-komünist mücadele için özel harp dairesi altında örgütlenmesi ve bu yolla, TC devletinin iç savaşa göre örgütlenmesi, bunun içindedir.
Sanırım daha fazla detaya gerek yok. Demek ki TC devletinin en başından beri nasıl bir karaktere sahip olduğu konusunda bir netliğe sahip olunabilir. Konuyu inceleyen çok sayıda değerli çalışma vardır ve bizim hareketimizin de bu konuda olukça açık ifadelerle durumu ortaya koyan çalışmaları bilinmektedir.
Eğer biz, devletin bugünkü örgütlenmesine yanlış teşhisler koyarsak, mücadelemizi de doğru temelde yürütemeyiz.
Tek adam rejimi, bu açıdan hatalıdır.
Aynı şekilde “AKP-MHP faşizmi” yetersiz ve hatalıdır.
Ve yine aynı şekilde, “patrimonyal sultanlık” yanlıştır.
Elbette tüm bu tanımların, Saray Rejimi’nin çizdiği görüntü ile bir bağlantısı vardır.
Benzer biçimde, her gün bir dua gibi tekrarlanan “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” sözleri de yanlıştır. Elbette bu sonuncu “dua”dır ve diğerlerinden epeyce farklıdır.
Saray Rejimi, en başta, egemenin ortak organizasyonudur ve eskisi gibi yönetemediğinin de açık itirafıdır.
Egemen dediğimiz zaman, uluslararası tekelleri ve onların yanında ülkemizde onların işbirlikçisi, ortağı olan tekelci sermayeyi, para babalarını vb. içine almaktadır. Ve Batı, NATO, eskisinden farklı olarak, kendi içinde dünyanın paylaşılması savaşının da içindedir. Dün, komünizme karşı ortak mücadele, önce SSCB ortadan kalkınca çözüldü ve şimdilerde Rusya ve Çin’e karşı savaş başlığı altında yeniden organize edilmektedir. Ama alttan alta, çözülmekte olan ABD hegemonyası tüm gerçekliği ile işleyen bir süreci ifade etmektedir. Bunun ülkemize yansıması, “ortak”ların, Batı’nın kendi çıkarlarını da ayrı ayrı düşünmekte olduğu şeklindedir. Bu nedenle, Almanya, ABD, Fransa, İngiltere kendi çıkarlarını da temelleyecek bir politika izlemektedir. Almanya’nın ekonomik gücü ile bağı kopmuş siyasal bir gerileme yaşadığı da açıktır. İsrail’in ise ABD uzantısı olarak iş gördüğü biliniyor. Tüm bu güçler, Saray Rejimi’nin oluşumunda etkindirler.
Saray Rejimi, parlamentonun anlamını yitirmesi demektir. Bugün TBMM göstermelik bir organdır ve doğrusu, “iktidarın apış arasını örtme” görevini bile gördüğü tartışılır. Bu nedenle mesela meclise yürümek, anlamı olmayan bir eylem tarzıdır.
Saray Rejimi, seçimleri bitirmiş, sandığı gömmüştür. 2015 yılından beri yapılmakta olan seçimlerin tümü hilelidir. Kürt sorununun çözümü için başlatılan “çözüm süreci” ya da bazılarının deyimi ile Oslo süreci, masanın devrilmesi ile rafa kaldırıldığından bu yana hiçbir seçim hilesiz yapılmamıştır. Bu faşizan görüntü, gerçekte, devletin olağanüstü örgütlenmesinin sonucudur. Ve bu örgütlenmede, tüm siyasal partiler rollere sahiptirler. Yani Saray Rejimi, sadece AK Parti ve MHP’nin ortak iktidarı değildir. Tersine, CHP de dâhil tüm burjuva partiler içindedir.
Saray Rejimi’nde, iktidar kadar “muhalefet” görevi ile yüklenmiş partiler, mesela CHP, özel bir role sahiptir. Saray Rejimi’nin baskı ve şiddet politikası, içeride ve dışarıda savaş politikası, ancak CHP’nin halkı sahte vaatlerle oyalaması ile birleştiğinde anlamlıdır. Onun için, Saray, CHP de dâhil tüm burjuva partileri kapsamaktadır. Bu durum, ne “tek adam rejimi”, ne “AKP-MHP faşizmi”, ne de “patrimonyal sultanlık” ile uyumlu değildir. Bu vurgular, devleti anlatmaktan uzaktır, tersine, TC devletinin olağanüstü örgütlenmesinin kavranmasını da engellemektedir.
Saray Rejimi’nde tüm siyasi partiler, birer birer siyasi parti olmaktan da çıkmıştır. AK Parti diye bir parti yoktur. Bir AK Parti vardır ama, bu bir siyasal parti değildir, bir çeşit cemaat ya da bir çeşit çetedir. Aynı şey MHP için de geçerlidir. Bir paramiliter güç gibidir. Aynı şey, bugün CHP için de geçerli olmaya başlamıştır. CHP, bir siyasi parti olarak davranmamaktadır. Bir burjuva parti de olsa, her siyasi parti, iktidarı almak için mücadele eder. Amerika’da, o ünlü açıklamasıyla Özel, rüşveti jest ilan ederken, aynı zamanda “biz içeride muhalefetiz ama dışarıda Türkiye partisiyiz” derken, tam da bu gerçeği ifade etmiş oluyordu.
Mayıs 2023 seçimlerini bu çerçevede ele almak gerekir.
Mayıs 2023 seçimleri, NATO ve Batı ortak anlaşmasının ürünüdür. Yeni görevlendirmeler karşılığında Erdoğan tekrar seçilmiştir. Kendisi de kime teşekkür edeceğini şaşırmıştır. Bu, egemen dediğimiz gücün içinde NATO’yu hesaba katma zorunluluğunu ifade etmektedir. Türkiye, bağımsız bir ülke değildir. Seçimler, NATO operasyonu ile tamamlanmıştır ve ardından, 8 ay sonra yerel seçimlerde ortaya çıkan tablo, sistemin yeniden organizasyonu için bir yeni dönemi ifade etmektedir.
Mayıs 2023 seçimlerinden sonra iki şey olmuştur; birincisi bir savaş kabinesi kurulmuştur. Bu savaş kabinesi, bugün, açık hâle geliyor. Parlamentoda kapalı oturumlar ya da Dışişleri Bakanı’nın, bir savaş kabinesi üyesi olarak “savaş geliyor” açıklamaları bunun içinde ele alınmalıdır. Bu savaş kabinesi, içeride-dışarıda savaş politikasının daha da güçlü sürdürülmesi içindir.
Bu çerçevede, yeni organizasyonla iktidar, ABD politikalarına bir tetikçi olarak, daha kapsamlı biçimde evet demektedir. Bunu izlemek de mümkündür.
2023 Mayıs seçimlerinin ardından, “kayyum politikaları bitti” diye hayallere kapılanlar, içeride ve dışarıda savaş politikalarının anlamını anlamayanlardır. Yazık ki, bu görüşe sarılanların bir bölümü, ABD’nin demokrasinin savunucusu olduğuna inanmaktadır. Oysa tarihi boyunca ABD, ne halkların isteklerine ne de demokrasi denilen şeye hiçbir zaman bağlı olmamıştır. Saddam’ın yanlış politikalarına bakarak ABD müdahalesini alkışlamak ne denli yanlış bir politika ise, ABD’nin Irak’a demokrasi getirdiğini savunmak da o denli abestir. ABD’nin halklara karşı tutumunu Filistin örneğinde bir kere daha görmek mümkündür. Bu durum, Filistin halkının örgütlülüğünün zayıflığı ile açıklanamaz. O zayıflık, direniş hattını etkiler. İsrail’in yaptıkları, ABD’den bir dirhem bağımsız değildir.
Şimdi, bu kayyum politikalarını bir kere daha görüyoruz.
2023 Mayıs seçimlerinin ardından, alacaklı uluslararası şirketler, deyim uygun düşerse ekonomiye el koymuştur. Ekonomi, bir uluslararası konsorsiyuma devredilmiştir. Bu konsorsiyumun memuru Mehmet Şimşek’tir ve doğrusu Saray’dan bağımsız bir süreci yürütmektedir. Ama bu elbette, Saray Rejimi’nin, yağma, rant ve savaş ekonomisi politikasına ters değildir. Zira Saray Rejimi’nin “yağma, rant ve savaş ekonomisi politikası”, uluslararası sermayenin, onların yerli işbirlikçilerinin politikasıdır. Yani, Erdoğan’ın tek başına politikası değildir. Erdoğan, bu politikanın ortak sesidir.
Tüm bunlar elbette Erdoğan’ın suçlarını hafifletmez.
Şimdi, Esenyurt sürecine dönebiliriz.
Öncesinde, “el sıkışma” sahnesi vardır.
Öncesinde, Bahçeli’nin elini sıkan Özel’in biat ifadeleri var.
Öncesinde, Özel’in “normalleşme” süreci ile Erdoğan’a koşması sahnesi var ki hiçbir Yeşilçam filminde hiçbir kavuşma sahnesi bu kadar trajikomik değildir.
Öncesinde, Can Atalay’ın milletvekilliği konusundaki anayasa mahkemesinin kararına uygun olarak TBMM’deki toplantının boşa çıkartılması sahnesi var.
Öncesinde, yerel seçimlerden çıkarken, CHP’nin, Saray’ın sadaka politikalarına kendini veriş şekli var.
Öncesinde, ABD’de rüşvete jest demek var.
Eğer Özel örneğinden tartışacaksak, Özel bu yola, daha ilk günde, 1 Mayıs 2024 kutlamaları sırasında girdiğini açık etmiştir.
Şimdi, CHP acaba Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atanması konusunda bir direniş sergileyecek mi sorusu bile fazladır.
Bir yandan Bahçeli, Öcalan’ı meclise davet edip, DEM grubunda kendini inkâr etmesi temelinde bir açıklama yapmasını dile getirmektedir. Ama öte yandan, bu kez Batı’dan başlayarak “kent uzlaşısı” alanlarından başlayarak kayyum politikası ile yeni bir saldırı başlatılmaktadır.
Bir yandan, “yeni bir açılım” izlenimi yaratılmaktadır, diğer yandan da gevşeyen “muhalefet”e uygun yerden saldırmaktadır. Bu aslında, Kürt meselesi konusunda devletin bilinen tutumunun devamıdır. Ama nedense, birçok kişi, bu konuda yeniden umuda kapılmaktadır.
Oysa, Kürtlerin yeniden bir el sıkışma ile kandırılacağı fikri, devlet katında dahi düşünülen bir şey değildir.
TC devleti, ABD emri ile bir hamle yapmaktadır.
Bu hamle, İran’a karşı savaş hazırlıklarının bir parçasıdır.
Bunun için, hem Suriye’de hem de İran’da yeni bir savaş hamlesi başlatılmak istenmektedir. TC devletinin bu konuda da rol alması planlanmıştır. Bunda şüpheye yer yok. İsrail ile TC arasındaki derin ilişkiler, tüm tepkilere rağmen İsrail ile ticaretin ve askerî işbirliğinin bitirilmemesi bunun en somut kanıtıdır.
Bu işbirliği, Ortadoğu’da dengeleri ABD lehine değiştirmeyi hedeflemektedir.
Bu konuda ABD’nin Kürtler içindeki “dostları” devreye sokulmak istenmektedir. Buna biz, genel bir hat olarak Barzani çizgisi diyoruz. Bu Barzani çizgisi, Kürt hareketinin devrimci çizgisinin tam karşısındadır. Ve Barzani çizgisinin Suriye Kürtlerinde de, Türkiye içinde de etkisi olduğu bir sır değildir.
İşte adına açılım da denmeyen, ne olduğu da tam belli olmayan, Bahçeli açıklamaları ile öne getirilen süreç, gerçekte, Barzani çizgisinin daha da öne çıkmasını hedeflemektedir. Elbette Barzani çizgisinin önünü açma hamleleri, sonuçta, Kürt sorununa bir yaklaşım da demek olduğundan, TC devletinin ve ABD’nin istemediği bazı sonuçlara da gebedir. Bu nedenle, bu olasılığı önlemek için, TC devleti yeni bir saldırı dalgasını da devreye sokmaktadır. Çok klasik, bilinen bir taktiktir; yumruğunu sıkmış olan birisine egemen, önce elini uzatır, yumruk gevşerse, hemen darbeyi indirir. Yapmaya çalıştıkları da budur. Ancak bunca yıldır mücadele eden Kürt hareketinin, bizim de görebildiğimiz bu taktiğe kanacağını düşünmek için bir neden yoktur.
Saray Rejimi, ABD emri ile, yeni bir süreç başlatmış ya da başlatıyormuş gibi yapmaktadır. Bu yolla, uzlaşmacı Kürt hareketlerinin, biz buna Barzani çizgisi diyoruz, önü açılmak istenmektedir. Bunca aktörün, emperyalist merkezlerin içinde olduğu bu süreçte, elbette Kürt hareketi içinde de birçok farklı eğilim çatışmaktadır. Bu çatışma, Irak Kürdistanı’nda da açıktır.
ABD, İran’a karşı savaş için birçok yönden bir hazırlık yürütmektedir. Bu hazırlığın bir parçası da Türkiye cephesinde sürdürülen çalışmalardır. Saray bu konuda çoktan hazırdır. Saray bu yolla, kapsamlı Kürt katliamlarına hazırlanmaktadır. Bunun bilincinde olmak gerekir.
Türkiye, Suriye’de, Irak’ta işgalci güç olarak vardır. Bu işgalci politika sürerken, Suriye ile barışmak gibi söylemler, İsrail’e karşı atılan nutuklarla aynı niteliktedir. İsrail’e köpürürken nasıl işbirliği yapıyorlarsa, Suriye ile işbirliğinden söz ederken, aynı biçimde saldırgan politikalarına devam etmek istiyorlar.
Bu durum tüm dünya çapında sürmekte olan savaşın da bir uzantısıdır.
Egemen ne zaman barıştan söz ederse, bilinmelidir ki savaş baltalarını bilemektedirler; ne zaman açılımdan söz ederlerse, bilinmelidir ki katliam politikalarına devam etmek için ilave hazırlıklar yapmaktadırlar.
Esenyurt’ta kayyuma karşı CHP’nin bir direniş göstermesi mümkün değildir. CHP, bu konuda Saray’a eklenmiştir. 1 Mayıs’ta Özel’in tutumu, bugünün işaretidir. Sokaklara çıkacağız, eylemler yapacağız diyen CHP’nin yeni yüzü, bu konuda ortaya nasıl bir pratik koymuş ise, şimdi de Esenyurt konusunda aynı pratik tutumu alacaktır.
CHP, yerel seçimlerden sonra, erken seçim çağrısı yapmaktan nasıl çark ettiyse, bugün de Saray’ın politikalarını onaylamak için benzer tutumlar alacaktır. Makama saygı adı altında nasıl Cumhurbaşkanını karşılarken ayağa kalkıp, etkisi olmayan meclisin “makama saygı” hâlini unuttularsa, benzer biçimde, kayyum kararlarını da devlete saygı adı altında unutacaklardır. Görevleri budur. CHP’nin yeni yönetiminin ana görevi, Saray Rejimi’ni, -son seçimler de içinde- meşrulaştırmaktır. Bu konuda yol alanların, herhangi bir gelişmede direnişe geçeceğini beklemek mümkün değildir.
Şimdi CHP ve onun uzantısı olan “aydın”lar, hep birlikte, “TC devleti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” duasını daha yüksek sesle söyleyeceklerdir.
Geriye kalan yol açıktır: Kitlesel direniş.
Kitlesel direniş, işçi sınıfının ayağa kalkması, genel bir direnişi gerçekleştirmek üzere, genel grevi örgütlemek üzere örgütlenmesidir.
Direniş, yaşamın her alanında sürmektedir. Mesele, bu direnişi yaymak, daha da geliştirmek ve örgütlü hâle getirmektir.
İşçi sınıfı, tüm burjuva partilerin kuyruğuna takılmaya son vermelidir. Bunun yolu, işçi sınıfının devrimcileşmesi ve örgütlenmesidir. İşçi sınıfının, kadınların, öğrencilerin direnmek dışında bir yolu yoktur. Bu direniş, devrimci bir rotasını bulacaktır.