Bu topraklarda yüzyıllar geçti ancak Yahudiler, yabancı, dikkat edilmesi gereken unsur ve hakaret nesnesi olmaktan çıkarılmadı. Oysa hepimiz bir yerlerden göç etmedik mi? Göç edip bu topraklara vatan demedik mi?
Pencerenin hemen önüne kurulmuş altın renkli bir gramofon avluyu içli bir şarkı ile dolduruyor. Avludaki kadınlar ise hem iş yapıyor hem de şarkıya eşlik ediyorlar. O sırada Matilda süpürge satıcısını geçip merdivenleri iniyor. Şarkıyı duyduğunda ise duruyor, duygulanıyor. Bu şarkı onu çok eskilere götürüyor. Taş duvara dayanıp şarkıya kendini kaptırıyor… O sırada merdivenleri inen Hasan Matilda’yı görüp duraksıyor. O da sözlerini anlamadığı şarkıdan etkilenmiş besbelli. “Ne güzel şarkıymış” diyor, “anamın bizi uyuturken ki ninnilerine benziyor.” Matilda açıklamaya çalışıyor; “eski bir Sefarad şarkısı bu”. Anlamadığını fark edince de devam ediyor; “Sefarad yüzyıllar önce buraya göç eden Yahudiler, benim gibi” diyor. Hasan Matilda’nın cümlesini tamamlıyor “bizim gibi yani”. Gülümsüyorlar. Şarkı devam ederken onlar işe doğru birlikte yürüyorlar ve hepsini etkileyen hayat pahalılığından söz etmeye başlıyorlar. Sahne şarkıya eşlik eden kadınlar ve altın renkli gramofonun gözükmesiyle son buluyor.
Netflix’te yayınlanan “Kulüp” adlı dizinin beni en çok etkileyen sahnesi bu. Bunun ilk nedeni İspanya’dan 1492’de Osmanlı’ya göç eden Yahudilerin anadili olan Ladino’nun (Judeo-Espanyol, Yahudice) bu kadar doğal kullanılmasından. Bu doğallık karakterlere de yansımış. Farklı dinlere mensup karakterler karikatürleştirilmemiş, bozuk aksanlı ve kötü huylu kişiler olarak anlatılmamışlar. Önyargılardan oluşmuş bir gözlük aracılığıyla değil oldukları gibi betimlenmişler dizide; zaafları ve tutkuları olan, iyiyi ve kötüyü içlerinde barındıran, insan olarak tasvir edilmişler.
Bu kadar detaylı bir ön çalışma ve titizlik benim gibi bir çok kişiyi duygulandırdı, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Etrafımdaki pek çok kişi, şeytani ve kötü olmayan Yahudi karakterlerin yaratılmış olmasından dolayı bir hayli duygulandı. İlk defa kendimizi olduğumuz gibi izleyebildik, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu, ne yazık ki hiç alışık olmadığımız bir durum. Bu nedenle gözlerim dolmadı diyen bir Yahudiye inanmayın sakın, sizden duygularını saklamaya çalışıyordur. Bir de o dönemde yaşayan anneannelerinin, büyükbabalarının hayatlarına bir göz atabilme şansı yakalayabildikleri için çok mutlu olduklarını söyleyeceklerdir, ben öyleyim.
Fazla ipucu vermeden anlatmaya çalışacağım. Diziyi izleyenler hatırlayacaktır. Dizinin ‘Issız Adam’ı İsmet, yağmur altında mutlulukla geleceğe kollarını açan Raşel’i terk ettiğinde herhangi bir hüzünlü şarkı yerine Sefaradların o çok bilinen Adio Kerida ağıtına yer verilmesi bu nedenlerle çok değerliydi. Yahudi bir kızın hüznünü daha iyi hangi şarkı anlatabilirdi… Şöyle diyordu sözleri; “Allaha ısmarladık sevgilim, yaşamak istemiyorum artık, hayatımı mahvettin sen…”
Dizinin bir kadın hikayesi üzerine oturtulmuş olması ise özellikle benim gibi kadının bir adının, sözünün, ve yaşam hakkının savunulması gerektiğini düşünen ve bunun için savaşanlar için çok önemli. Kadın sorunları ise her devrin konusu. Devletin koyduğu kürtaj yasağının kadınları -hayatlarını kaybetme pahasına- nasıl merdiven altı yerlere sürüklediğini ve nasıl yanlarında destek olmak için partnerleri değil de yine kadınların bulunduğunu, bir kez daha vurguladı bu dizi. Bir erkek nedeniyle aralarının açılmasına rağmen Raşel’in yardımına koşan yine Talula olmuştu mesela.
Var olmak için kimliğini saklamak kadar, açıklamak da çok zor. Bunu Orhan bey ve Selim karakterinde derinlemesine görüyoruz. Orhan bey ‘Niko’ olarak doğuşunu saklayabilmek için kendi dindaşlarını feda etmek zorunda kalıyor. Alzheimer teşhisi konan annesinin gerçeği açığa çıkarmaması için o zamanın yegane tedavisi olan elektroşoklar almasına dahi razı geliyor, çok acı çekeceğini bile bile. Bir de Selim var. Neşesiyle, sıcakkanlılığıyla Matilda’yı bile güldürebilen Selim. Hepimizin ilk bölümden itibaren sevdiğimizden emin olduğum Selim ise gey olduğu için anne-baba sevgisinden mahrum kalmış mutsuz ve yalnız biri. Bu durum gerçek hayatta da istisnalar hariç çok farklı değil ülkemizde hala. Dizide o çok sevdiğimiz karakter, gerçek hayatta genellikle kimliğini ya saklamak zorunda kalıyor ya da ancak sanat dünyasında kimliğini saklamadan var olabiliyor.
Ve dizide Cumhuriyet’in acı tarihi ile yüzleşiyoruz. Sermayenin devlet eliyle Müslümanlaştırılması adımlarından biri olan Varlık Vergisi henüz kapanmamış, özür bile dilenmemiş bir yara. Birçok Yahudinin Türkiye’den göç kararı almasındaki ana neden. “Salkım Hanımın Taneleri” kitabı da bu konuyu işliyordu. Ancak filme çevrildiğinde Yahudi karakterlerin Ermenileştirilmesi yaşanan acıyı azaltmasa da, büyük hayal kırıklığı yaşatmıştı bana. Bu dizide Varlık vergisi (11 Kasım 1942) çok yalın ancak çarpıcı bir biçimde işleniyor. Yahudi Raşel’den ve ondan sonra gelen nesillerden bilerek saklanmış olan bu gerçek, Türk kamuoyunun önemli bir çoğunluğu için de yeni bir bilgi. Twitter’da okuduğum “toplama kampı mı, bunu da mı yapmışız” gibi yorumlar bu düşüncemi destekliyor. Tıpkı Struma (24 Şubat 1942) faciasını sevgili Zülfü Livaneli‘nin kitabından öğrenenleri çokluğu gibi.
Altın gramofonlu sahneyi yeniden hatırladığımızda ise o çok zengin dilin, şarkıları, deyişleri, fıkraları ile Ladino’nun ölümüne tanıklık eden bir nesiliz biz. “Vatandaş, Türkçe konuş!” kampanyaları ile anadillerinden bile vazgeçti Yahudiler. Türkçeyi yeni anadilleri olarak seçtiler. Bir mucizeydi Ladino’nun 400-500 sene farklı bir coğrafyada yaşatılması. Ancak Osmanlı Sefaradları bunu başarabilmişlerdi, bizler yenik düştük. Dili hala yaşatmak için çabalayanlar bu diziye danışmanlık verdiler ve küçük rollerde karşınıza çıktılar. Bu dili yaşatmak için süren çabalar var. Benim de katkıda bulunduğum “El Amaneser” (Tan Vakti) dergisi dünyanın tek Ladino dilinde yayın yapan dergisi ve İstanbul’da hazırlanıyor. Şalom Gazetesi ise her hafta bir sayfasını bu güzel dile ayırıyor.
Matilda, “Sefaradlar yüzyıllar önce buraya göç etti” derken, Hasan “bizim gibi yani” diyordu. Aslında durum bu kadar basitti. Herkes farklı zamanlarda, farklı yerlerden gelmişti. Bu topraklarda aynı kaderi paylaşıyorlardı birlikte. Ancak gerçekte durum böyle olamadı. Vatandaşlık sadece din hanesi üzerinden anlaşıldığı sürece, Türkiye’de Yahudiler kaç yüzyıl geçmiş olsa dahi hala bir misafir olarak görülüyorlar çoğunluğun gözünde. Yine aynı çoğunluk “misafirliğin kısası makbuldür” anlayışıyla Yahudilere dönem dönem tabiri yerindeyse ‘ayar’ vermeyi hak görüyorlar kendilerinde; biz size kapılarımızı açtık, o beğenmediğiniz Türkiye sizi İkinci Dünya Savaşı’ndan kurtardı, siz zenginleştiniz bu topraklarda biz canımızı verdik, nankörlük etmeyin, dediğiniz gibi Türk vatandaşıysanız şunu yapın da ispatlayın, bunu yapın da inanalım… Bu ve benzer sözleri benden önceki nesiller de duydu ben de hala duyuyorum.
Bu topraklarda yüzyıllar geçti ancak Yahudiler, yabancı, dikkat edilmesi gereken unsur ve hakaret nesnesi olmaktan çıkarılmadı. Oysa hepimiz bir yerlerden göç etmedik mi? Göç edip bu topraklara vatan demedik mi?
Bu ayrıştırma, bu dışlama dizinin geçtiği 1950’lerde de vardı, şimdi de var. Orhan Bey “artık devir değişti, Gayrimüslimleri işten çıkarıyorum” demişti bir sahnede, oysa o devir hep devam ediyordu. Cumhuriyetin en başından itibaren işe alımlarda “Türk” olma şartı getirilmişti, ekonomi yabancı unsurlardan temizlenirken, sadece yabancı ülke vatandaşları işten çıkarılmıyor, aynı kazana gayrimüslim TC vatandaşları da ekleniyordu. Çok uzak bir zamanda olmuyordu tüm bunlar, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz duayen gazeteci Sami Kohen gayrimüslim olduğu için Anadolu Ajansı’ndaki iş başvurusu reddedilmemiş miydi… Daha yeni bir Ermeni vatandaş Cumhuriyet tarihinin ilk kaymakamı oldu diye haber olmadı mı…
Tüm farklılıkları ve tüm renkleriyle Türk toplumunu oluşturan kadını, erkeği, LGBT’si, Yahudisi, Rumu, Ermenisi ve daha sayamadığım tüm karakterleriyle “Kulüp” aslında bizi bize anlattı. Geçmiş zaman İstanbul’unun o çok farklı yaşamına bir göz attırdı. Çelebi’de bile bir merhamet kırıntısı bulabildik. Ancak dizinin ikinci sezonunda acılar, ayrılıklar bitmeyecek. Çünkü zaman hızla geçiyor ve o çok korkunç 6-7 Eylül 1955 tarihi yaklaşıyor. Varlık Vergisi gibi gayrimüslimleri hedefleyen bu korkunç saldırılar, 1955 yılında tam da dizinin geçtiği İstanbul sokaklarında yaşanacaktı.