Ekonomik ve siyasi anlamda krize girmiş, oy oranı yüzde 35-40’lara inmiş Cumhur İttifakı’nın, kurtuluş yolunu despotlukta arayan bir iktidarın retorikten başka sığınacağı dal kalmadı. Roma ya da Osmanlı gibi bir imparatorluk hayalinin izinde, hilafet tartışmalarının da gündeme gelmesi, hülyalarla ayakta kalmanın en kolay yöntemini oluşturuyor.
Son 4-5 gün içinde Türkiye’de olanları alt alta sıralamanın çok da anlamı yok. Gazete Duvar okurları olarak muhtemelen hepsine zaten vakıfsınızdır. Bu hafta neredeyse her sabah bir felaket haberiyle uyandık. Merkezî otorite hayatın hemen her alanında müdahil olma hevesini en üst seviyeye çıkartmış durumda, üstelik maksimum doyum noktasına da henüz yaklaşmış gibi görünmüyor. Yaşadığımız süreç şüphesiz bir yönetim krizine tekabül ediyor ve bu krizin nasıl bir derinlikte olduğunu, kuyunun dibinin olup olmadığını ne yazık ki kestiremiyoruz. Ancak şunu da unutmamak gerekir, kriz varsa umut ve direnenler olduğu için var aslında. Bu elbette “Ahanda gidiyorlar, merak etmeyin, eli kulağında” tarzı boş bir umut tacirliği değil. Zira onca yaşananlara rağmen, ayağı yere basan, başta kadın hareketi olmak üzere direniş ve umudun var olması, baskı severleri daha da sinirlendiriyor olmalı. Heidegger’in “ölüm için yaşamak gerek” demesi gibi, bu baskıyı çözmek için direnme hakkına ve sağlıklı bir umuda sarılmak gerekiyor. Evet bayağı tuhaf bir sarmalın içindeyiz…
* * *
Yönetme ya da yönetememe krizinin önemli ayaklarını, medya ve sosyal medyada bu politikaların aktarılmasına katkı sağlayan görevliler oluşturuyor. İletişim Başkanlığı’nın yönlendirmeleri bu ikna süreçlerinde başrolü oynuyor. Burada asıl hedeflenen yüzde 100’lük tüm Türkiye ahalisi değil, amaç hareket kabiliyetini sağlamak için bugün için yeterli olan yüzde 35-50’lik kitlenin sürekli “diri” tutulması. Diğer yüzde 50, gündem olma statüsüne dahi asla yükselemiyor, “onlar”, her zaman “onlar” olarak kalıyor, o “onlar”, vatan hainliğinden teröristliğe uzanan geniş yelpazede gidip gelen yok hükmündeki milyonlar. Her gün alınan kararlarla kitleleri adeta sokağa çağırarak provoke etmek, neredeyse çokça dillendirilen bir taktik olsa gerek. Diğer yandan bu oyuna, çağrıya gelmemek de pasifizme davetiye çıkartmak anlamına geliyor, tam anlamıyla iki ucu pis bir değnek…
* * *
Kentlerde zihinlerimize hâkim olan, sonuç odaklı beyaz yakalı düşünce sistemi, yapılan her eylemden sonra zıpçıktı gibi kendini gösteriyor, zira sürekli başarı beklentisi içindeler, “Gezi Gezi diyorsunuz, Gezi de söndü gitti işte, hiçbir şey de değişmedi” nihilizmi eşliğinde çocuklarını yurtdışına yollama telaşı içinde bu kitle. Oysa unuttukları bir şey var, 1968’de de belki “hiçbir şey” olmadı. Ne Fransa’da Kızıl Devrim gibi bir devrim oldu ne İtalya’da ne ABD’de ne de bu hareketten etkilenen bütün ülkeler gibi Türkiye’de… Ama çok “şey” oldu elbette, bugün hâlâ 1968’den bütün dünya bahsediyorsa, sonraki kuşaklara kalan bu mirastan ötürüdür, Avrupa’da bugün sosyal devletten söz ediliyorsa elbette bunda az ya da çok 1968’in de katkısı vardır. 1968, eski olan düzenin aslında miadını doldurması ancak yeninin doğamamasından dolayı ortaya çıkan bir krizin doğal sonucuydu. Regis Debray’a göre “Mayıs ’68, ortaya çıkan bir hastalığın hem belirtisi hem de bu hastalığın reçetesiydi.”
* * *
Gezi Parkı’nın geçen hafta İBB’den alınıp ilk defa duyduğumuz bir vakfa devredilmesi de iktidarın bu konuda bitmeyen derin bir yarası olduğunu gösteriyor. Zira 20 yıla yaklaşan AKP ve AKP-MHP iktidarının isteyip de yapamadığı en önemli girişim Gezi’ye Topçu Kışlası yapılmasıdır. Gezi bu anlamda içlerinde bir uktedir, Gezi, bütün hedefleri sonlandıktan sonra pastanın üzerine konulması planlanan çilektir bu iktidar için.
* * *
Umberto Eco krizin tanımını yaparken savaş metaforundan yararlanır: “Savaş bir kriz olduğunu söylemektir, savaş sonrasında ise yeni bir düzen oluşacağı, barış olacağı söylenir. Kendi mutlu kıpırtısız düzenini dünyaya yaymak isteyen devletlerin, kriz var diyerek daha iyi bir düzen geleceğini söyleyerek çıkardıkları kavgalardır savaşlar. Kartacalıları keselim, Germenleri temizleyelim, İngiliz barbarlarını temizleyelim ki Pax Romana’yı kurup mutlu mesut bir dünyada yaşayalım.”(1) Yani aslında iç ya da dış krizler, tehditler, her zaman istikrarı korumak adına çıkıyor, yaratılan düşmanlara karşı yapılan kavgaların ilerde bir huzur, birlik beraberlik getireceği vaat ediliyor. Ancak gelen ise huzurdan çok hüzün oluyor.
* * *
Montesquieu, temel metinlerinde Osmanlı’dan çok yararlanmıştır. İktidarı devralanın despot haline geldiğini, buna karşılık onun da iktidarı kısmen devrettiği her ikincil yöneticinin “vezir” olduğunu yazar. Ancak bütün bunlar büyük despotun keyfine tabidir. “Bu canavar hükümetlerden titremeden söz etmek imkânsızdır. Osmanlı’da iktidar Sultan’ın kişiliğinde toplanmıştır, uyruklar korkunç bir baskı altında ezilir.”(2) Geldik mi Pax Romana, Pax Ottomana derken Yusuf Kaplangillerin ortaya attığı Pax Turcica’ya… Yeni Osmanlıcılık olarak da okuyabileceğimiz bu düşünce yapısı; AKP ve MHP tarafından adı konulmamış olsa da fanatikçe benimsenirken, “Osmanlı” gibi eski bir üründen yeni bir Türkçü-İslamcı ülkü çıkartarak kitleleri “diri” tutmaya yarıyor. Dizi filmlerle zenginleşen, fetih kavramından ilham alan, ortak düşmanla beslenen, ötekileştirmeyi temel ilke edinmiş bir yapı var karşımızda.
Ekonomik ve siyasi anlamda krize girmiş, oy oranı yüzde 35-40’lara inmiş Cumhur İttifakı’nın, kurtuluş yolunu despotlukta arayan bir iktidarın retorikten başka sığınacağı dal kalmadı. Roma ya da Osmanlı gibi bir imparatorluk hayalinin izinde, hilafet tartışmalarının da gündeme gelmesi, hülyalarla ayakta kalmanın en kolay yöntemini oluşturuyor. Her gün artan dozajda baskıyla bu vaat siyaseti işe yaramaya devam ederken, eşzamanlı olarak ülke topyekûn irtifa kaybediyor.
* * *
Son günlerin karmaşasının çağrıştırdıkları üzerine bir yazı oldu. Ortada bir gerçek var ki, mücadele etmeyince sabahları yeni bir karanlığa uyanıyoruz. Sabahlar hiç olmasın mı yani Alay Komutanı, bunu mu istiyorsunuz sorusu bu nedenle bakîdir. Elbette bu durum daha fazla devam edemez, zira Yaşar Kemal’den çok iyi biliyoruz ki: “Karanlığın sonu bir ulu şafak.”
1- Cogito sayı 27, s. 29, 2001
2- Aktaran: David Runcıman, Politika, s. 117