Louvre Müzesi’nin heykelleri ve tabloları diriliyor; oyuncuları taşıyan tekneler koleksiyondaki tarihi resimlerden alınıp suya batırılmış devasa yüz figürlerinin önünden yüzüyor; Minyonların çaldığı Mona Lisa tablosu Seine nehrinin üzerinde beliriyor. Tarih, mekân ve gösteri iç içe geçiyor…
‘Sororité’ (Kızkardeşlik) bölümünde mücadeleci 10 kadın tarihin yapraklarından birer anıt olarak nehir sularında yükseliyor.
Yüzen bir platformda Juliette Armanet, John Lennon’un barıştan ve bütünleşmekten yana ‘Imagine’ şarkısını söylerken yanan piyanonun alevleri nehir sularına yansıyor.
Fransız milli marşı Marseillaise, Grand Palais’in çatısında ulusal bayrağın renklerini bürünmüş Guadeloupe kökenli Axelle Saint-Cirel’e söyletiliyor.
Polisin hiç hazzetmediği siyah şarkıcı Aya Nakamura, Pont des Arts üzerinde hit olmuş Pookie ve Djadja parçalarını söylüyor; ‘ciddi adamlar’ sınıfından Cumhuriyet Muhafızları Bandosu ile dans ediyor. Ve ‘hüzün abidesi’ Charles Aznavour’un ‘For me Formidable’ ve ‘La Bohème’ini yorumluyor.
Lady Gaga nehrin merdivenlerinde Fransız kabaresi ve Zizi Jeanmaire’in “Mon Truc en Plumes” şarkısıyla giriş yapıyor; hastalığı nedeniyle birkaç yıldır ortalıkta görünmeyen Céline Dion, Eiffel Kulesi’nin birinci katından yabancı konukların yağmur altında ıslandığı Trocadéro’ya doğru seslendirdiği Edith Piaf’ın “Hymne à l’amour” şarkısıyla ‘final’ diyor:
“Üzerimizde mavi gökyüzü çökebilir.
Ve Dünya pekâlâ çökebilir.
Beni sevip sevmemen umurumda değil.
Bütün dünya umurumda değil.”
Son Kraliçe Marie Antoinette, Île de la Cité’de hapiste tutulduğu Conciergerie binasının pencerelerinde beliriyor. 1793’te Condorde Meydanı’nda giyotinle koparılmış kafası elinde. Binaya iliştirilmiş geçici balkonlardan heavy metal grubu Gojira, Seine’in sularını köpürtürken o da mezzo-soprano Marina Viotti’nin sesiyle devrim şarkısı “Ah! Ça ira”yı söylüyor:
“Ah! İyi olacak, iyi olacak, iyi olacak!
Aristokratlar lamba direklerinde,
Ah! İyi olacak, iyi olacak, iyi olacak!
Aristokratlar asılacak.”
Ve en şok edici Son Akşam Yemeği parodisi… Burada İsa ve havarilerin yerini ‘drag queen’ler alıyor.
Mahşerin metal atlısı Seine nehrinde şaha kalkmış ilerliyor.
Gizemli ateş tutucu meşaleyi çatıdan çatıya taşırken Paris’in büyüleyici görüntüsünü sokağa indiriyor.
Nihayetinde Tuilleries Bahçeleri’nde fosil yakıt kullanmadan su buharı ve ışıktan elde edilen ‘olimpiyat ateşi’ büyük bir balonu yükseltiyor.
***
Suları köpürten bir açılıştı. İnsanları böldü. Kıyamet senaryolarından şeytani savaşlara uzanan inanılmaz senaryolara şimdiden mürekkep oldu.
Leonardo da Vinci’nin Son Akşam Yemeği tablosunun trans bireylerle canlandırması, dona sığmamış ‘özgür detay’ ve meyve tabağında Yunan şarap tanrısı Dionysos’u canlandıran çıplak şarkıcı Philippe Katerine her şeyi silip süpürdü!
Hıristiyan alemi için küstah ve inciticiydi. Fransız Piskoposlar Konferansı başta olmak üzere kilise kurumları sesini yükseltti. Sosyal medyada “Müslümanlar gibi şiddetli tepki vermedikleri için mi 2,5 milyar Hıristiyan’ı bu kadar rahat aşağılıyorsunuz?” ya da “İslam’la bu şekilde dalga geçmeye cesaret edebilir misiniz?” diye çıkışanlar oldu.
Başta Thomas Jolly olmak üzere tasarımın mimarlarına övgüler dizenlere göre kadınlar, LGBTQ+ ve azınlıklar onurlandırıldı. Farklılıkların birlikteliği eşitlik ve özgürlük temalarıyla vurgulandı. Ve Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu tabloyu “İşte Fransa bu” diyerek sahiplendi.
Avrupa Parlamentosu üyesi Marion Maréchal drag queen parodisiyle aşağılandığını hisseden Hıristiyanlara “J-Woke 2024″ etiketi eşliğinde “Şunu bilin ki konuşan Fransa değil, her türlü provokasyona hazır solcu bir azınlık” diye seslendi.
Mali asıllı yıldız sanatçı Aya Nakamura’nın şovu da sağı çok kızdırdı. Aylar öncesinde Nakamura’nın açılışta sahne alacağı duyurulunca sağcılar karşı kampanya başlatmıştı. Sosyal medyada dolaştırılan bir afişte “Olmaz Aya, burası Paris, Bamako pazarı değil” diyordu. Ulusal Birlik lideri Marine Le Pen’e göre Nakamura’nın varlığı, Macron’un Fransız halkını aşağılama girişimiydi. Ulusal Birlik sözcüsü Julien Odoul da “Bu ne rezalet! Aya Nakamura, olamaz! Olimpiyat Oyunlarının açılışı Fransız kültürünün yağmalanmasıdır” demişti.
Le Monde başyazısında Nakamura’nın Institut de France’ın önünde kendisini alkışlayan üniformalı Cumhuriyet Muhafızları ile dans etmesini aşırı sağa ustaca bir yanıt olarak değerlendirdi.
Marie Antoinette’in son günlerini yaşadığı Conciergerie’te kelle kucakta canlandırılması da Fransızların kendi tarihleriyle ilişkilerine dair cesur ve yaratıcı bir yaklaşımdı. Fakat bazı Cumhuriyetçiler için bile sarsıcıydı. Tepkilerin özeti; devrimi kesik baş ve kaldırdığımız idam cezası ile anmamızın ne alemi var?
Sol kanatta Boyun Eğmeyen Fransa’dan gelen tepkiler olumluydu. Onlara göre gösteriler Fransa’nın devrimci mirasını ve Fransa’yı tüm zenginlikleriyle yüceltti. Sosyalist Parti’ye göre de kapsayıcılığın da eklendiği özgürlük, eşitlik ve kardeşlik değerleri kutlandı. Ekolojistlere göre faşizmin ve aşırı sağın yükselişine verilen en iyi yanıt ve gericilere atılan bir tokattı.
Cumhuriyetçi Parti biraz bölünmüş sanki. Bazı parti yetkilileri Antoinette’in kesik başıyla canlandırması ve Hıristiyanlarla alay edilmesini “Wokist bir defile” diye kınadı.
Sağ ve aşırı sağ açısından hazmedilemeyecek çok şey vardı. Birbiriyle hayli uyumsuz sol, sosyalist, yeşil, liberal kanatların blokaj taktiğiyle aşırı sağı önlediği son parlamento seçimlerindeki hesaplaşmanın devam perdesi burada da açılıyor.
Parlamento çoğunluğunu yitirmiş bir cumhurbaşkanı olarak Macron olimpiyatları hem içe hem dışa dönük bir meydan okumaya dönüştürdü. Açılış törenini 6 km uzunluğunda bir alanda şehre yaymak büyük bir riskti. Güvenlik odaklı bir meydan okuma açılıştaki temalarla başka bir boyut kazandı. Fransız kültürünün farklılığını, muhatapları için ‘müstehcen’, ‘saldırgan’, ‘kaba’, ‘küstah’ ve ‘zevksiz’ gelebilen ‘alaycı’, ‘rahatsız edici’, ‘kışkırtıcı’, ‘absürt’ ve ‘aykırı’ tarzıyla ortaya koyuyor. Macron “İşte Fransa bu” derken çok haksız sayılmaz. Bu, kendi içindeki zıtlık ve çelişkilerden ‘bütünlük tablosu’ çıkarma iddiasını barındırıyor. Muhafazakâr ve sağ itiraz da bunun içinde.
***
Gösterinin her bir aşamasında devrimin üç ilkesi liberté, égalité ve fraternité (Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik) işlendi. Fakat nehrin iki yakasından ekranlara yansıtılan görüntünün karşılık bulamayacağı sokaklar var.
Paris’te bisiklet kullanan birisi olarak açılıştan birkaç gün önce şehirden çok uzak olmayan, hatta Eiffel Kulesi’ne bakan bir banliyöye ailece metroyla gitmemiz gerektiğinde kişi başına gidiş-dönüş bileti için 12 euro ödediğimde bunun bende yarattığı ilk çağrışım şuydu: Banliyöleri Paris’ten uzak tutuyorlar.
Elbette şehirdeki sirkülasyonu düşürmek için yaptık diyebilirler. Ama fiyatlar dar gelirlileri evlerine hapsediyor. Pek çok açıdan ortak eğlence sınıfsal bir meseleye dönüşüyor. Haftalar öncesinde Paris’in sokakları evsizler ve göçmenlerden de temizlendi. Ayrıca açılışı Seine kıyısında seyretmek için ya zengin ya da ayrıcalıklı olmak gerekiyordu.
Evet banliyö ağzıyla konuşan Aya Nakamura aşırı sağı 12’den vuran simgesel bir atış. Sanatçının muhafızlarla dansı Fransa’ya itibarlı bir görüntü sunuyor: Irkçılığa yer yok, herkes eşit. Fransa’nın en büyük iddiası bu. Ama bütün kapılar ‘üstün ve ezici’ Fransız kimliğine çıkıyor. Cinsiyetçi ve seksist muhafazakarlığa haklı bir meydan okuma var ama bu kimlikler harmonisinin sadece bir parçası. Öteki taraflara seslenemeyen bir Fransa gerçekliği büyüyor. Müslüman Arap ve Afrikalı kimliğiyle nasıl bir birlik sağlayabileceği sorusuna hala yanıt arıyor.
Grand Palais’nin çatısında Marseillaise’i Guadeloupe asıllı Saint-Cirel’e söylettirmek de deniz aşırı topraklarla bütünleşmeye bir gönderme yapıyor.
Her ihtişamlı ve büyüleyici görüntünün altında edici başka gerçeklikler yatıyor. Olimpiyat ateşinin Yeni Kaledonya’daki isyanı soğutmaya bir faydası var mı mesela? Fransa sadece eski sömürge ülkeleri değil deniz aşırı toprakları ve ana karada da kendi belirsizlik çağına giriyor. (Bu arada gösterinin temalarından biri de geleceğe dair endişeleri besleyen obscurité/belirsizlik/karanlık idi.)
Fransa nüfuzu altındaki eski sömürgelerden bir bir kovulurken denizaşırı topraklarında huzur kaçıran gelişmeler oluyor. İç siyasette “İktidar olamaz” diyenlerin bariyerini aşındıran ve sadece ertelenmiş bir zaferden söz eden aşırı sağ, “Beşinci Cumhuriyet’in sonu mu?” sorusunu sordurtuyor. Macron sol cephenin başbakan adayına görevi vermeyi reddettiği için otoriterleşmekle suçlanıyor. Fransız siyasetini olimpiyatlardan sonra ciddi bir çıkmaz bekliyor. Aşırı sağ da açılışın tartışmalı unsurlarını tepe tepe kullanacaktır.
***
Bir taraf Seine’deki gösteriyi sanat ve estetik değeri yüksek büyüleyici bir başarı olarak görüyor. Rahatsızlık yaratmak da bu büyünün içinde. Diğer taraf ise ortaya çıkan tabloyu hoşgörüsüzlüğe, özgürlükten yoksunluğa, otokrasiye ve muhalifleri sakatlayan polis zorbalığına batan bir ülkenin karikatürü olarak okuyor.
Bu yazıda bütün bunlara girmek niyetinde değildim. Taşrada mekânı olanların terk ettiği Paris’te kentin bekçisi gibi kalınca uzun uzadıya yazmadan duramadım. Aslında çok uzatmadan lafı getirmek istediğim nokta şuydu: Olimpiyatlardaki kayıp ruh. Antik Olimpiya kentinde düzenlenen oyunlar savaşlara verilmiş bir mola değil miydi? Yunan şehir devletleri bunu bir ateşkes ilanı olarak görmüyor muydu? Seine’deki geçit töreninde Cezayirli oyuncuların sömürgeciliğin kurbanları anısına nehre bıraktıkları karanfilleri gördük. Filistin takımını ve ardından İsrail takımını. Ukrayna’yı işgal ettiği için Rusya’yı oyun dışı bırakan Uluslararası Olimpiyat Komitesi aynı şeyi Filistin topraklarında soykırıma devam eden İsrail’e yapamadı. İnsan onurunun korunması, barışçıl toplumu teşvik etme, evrensel etik değerlere saygı gösterme ilkeleri Filistin için çalışmadı. “Savaş, Olimpik idealin antitezi olduğu için Rusya kınandı.” İsrail kutsandı. Komite, Rusya’ya karşı işlettiği Olimpik Ateşkes ve Olimpik Antlaşma’yı ihlal kıstaslarını İsrail için devreye sokmadı. Paris’te Ruslar ancak Rus bayrağı, ulusal marşı ve simgesi olmadan bireysel ve tarafsız sporcu olarak yarışabiliyor.
Macron, İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’u Élysée Sarayı’nda büyük bir gururla karşıladı. Ruslara karşı her yerde ‘iptal kültürü’; İsraillilere karşı müthiş bir korumacılık.
Oyunlar başlarken İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu da Batılı müttefiklerinden gördüğü destekle kendi kanlı oyununu sürdürüyor. Hatta büyütmeye çalışıyor. İsrail 27 Temmuz’da işgal altındaki Golan Tepeleri’nde Dürzilerin yaşadığı Mecdel Şems beldesinde bir futbol sahasında 12 kişinin ölümüne neden olan füze saldırısından Hizbullah’ı sorumlu tutarak Lübnan’a karşı savaş hazırlığına girişti. Hizbullah Lübnan’da iç savaş çıkarmaya namzet bir olayla ilgisinin olmadığını belirtiyor. Bölge sakinleri de füzenin Cebel Şeyh tarafında Demir Kubbe’den ateşlendiğini söylüyor. Bu ayrı bir yazı konusu.
Hasılı olimpiyat ateşi hiçbir ateşi söndürmüyor. Olimpik Ateşkes sadece Batılı hegemonyaya hasım taraflara işliyor.