Güzel, ılık bir çarşamba sabahıydı. Elinde koca süpürgesi ile kaymakamlık, askerlik şubesi, kasabanın önde gelenlerinden birinin sahibi olduğu süpermarketin bulunduğu ana meydanın kenarında temizlik yapıyor; bir yandan da en sevdiği Uşak türküsünü mırıldanıyordu. Türkünün “minareden at beni in aşağı tut beni” nakaratındaki coşkusu görülmeye değerdi. Nitekim, görüldü. Oradan geçmekte olan genç bir kadın, üniforması içinde türkü söylerken hayli sevimli görünen Saffet’i videoya çekmeye başladığında, fark etti etmesine ama müdahale etmek bir yana biraz daha istekle okumaya başladı. Genç kadın gülümseyerek yirmi otuz saniye kayıt yaptı, başıyla hafifçe selam verip Saffet’ten aynı gülümser yanıtı aldıktan sonra gözen kayboldu. Hoşuna gitmişti Saffet’in. Uzun süredir yaşadığı en heyecan verici andı. Salınarak devam etti…
“… içinde ‘minareden at beni in aşağı tut beni’ ifadeleri yer alan türküyü mırıldanma noktasında, zaman zaman mırıltıyı aşan biçimde coşkuyla söylemesi hasebiyle kastın yoğunluğu, toplum nezdinde infiale neden olması ve bu durumun kamu güvenliğini ciddi boyutlarda ve yakın tehlike içerecek şekilde tehdit ettiği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, şüpheli Saffet D.’nin üzerine atılı halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme suçunu işlediğine dair kuvvetli şüphe sebeplerinin var olduğu… gerekçeleriyle tutuklanmasına…”
Temizlik işçisi Saffet D. başına gelenleri hak etmemişti…
…
Orta yaşlarda, neşeli, işini severek yapan ve şükretmesini bilen biriydi Saffet. Ege’nin, kenarından dere geçen yemyeşil bir kasabasında çiftçilik yapan dört çocuklu D. ailesinin tekne kazıntısı olarak dünyaya gelmiş, ilk, orta ve liseyi aynı kasabada tamamladıktan sonra eğitim hayatına son vermişti. Kasabasında eğitimin fazlası bir ihtiyaç olarak görülmüyordu ve Saffet bu durumdan hiçbir zaman şikâyetçi olmamıştı. Yetiştiği dünyadaki hayatın olağan akışında, lise mezuniyeti, askerlik, bir baltaya sap olma, evlilik ve çocuk yapmak, hemen herkesin ömür kariyerinin güvenli basamaklarını oluştururdu. Saffet, davul zurna ve araç konvoyuyla uğurlandığı askerliğini uzun dönem yapmasının ardından belediyenin temizlik kadrosunda iş bulmuş, yirmi dört yaşındayken evlenmiş, yirmi sekiz yaşındayken ikinci çocuk sahibi olmuştu. Yaşam çizgisi, çok sevdiği kasabasındaki diğer gençlerin tercihleriyle örtüşüyordu ve alışılmış olanın dışına çıkmamanın konforunu yaşarken, sıradanlığın her veçhesinden çok memnun olduğu kanaatini taşıyordu. Çok sevdiği, kullanmaktan zevk aldığı, diline çok yakıştığını düşündüğü sözcüklerden biriydi, kanaat.
Çalıştığı belediye sosyal demokratların elindeydi ve bölgedeki az sayıdaki sosyal demokrat belediyeden biriydi. Asgari ücret kazanıyor, sabah erken saatlerde başladığı işe akşamüstü paydos ediyordu. Hele ki bu devirde, ekmek aslanın ağzındayken ne kadar şükretse azdır diye düşünüyordu her Allah’ın günü. Düşünmediği anlarda ise hanımı ve ailesi, ne kadar şükretse az olacağını hatırlatıyordu kendisine. Yalnızca işi için değil, sahip olduğu her şey için şükretmesini bilirdi. “Aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz,” derdi anası. İnsan dediğin kanaatkâr olmalıydı. Bazı akşamlar arkadaşlarıyla kahveye, hafta sonları akraba pikabıyla ailesiyle pikniğe gider, ülke ve siyasetle ilgisini asgari düzeyde tutardı.
Yaşamının hemen her aşaması gibi siyasi görüşleri de kararındaydı Saffet’in. Milli ve manevi değerlere bağlı, milliyetçi partilere sempati duyan, siyasi içerikli konuşmalardan olabildiğince uzak durup, ola ki iş arkadaşlarından biri heyecanla sohbete girişmek isterse, “Tadımız kaçmasın, işimize bakalım” diyerek geçiştirmeyi tercih eden biriydi. İnsan başını derde sokmamalı, sokacak insan ve tartışmalardan uzak durmalıydı. Kötü günde kimin kime faydası olurdu ki. Annesinin ve rahmetli babaannesinin, “Korkanın anası ağlamazmış,” nasihati her zaman hatırındaydı. Aynı öğütleri kendi çocuklarına da verecekti kısmetse. Onların da kanaatkâr olmasını çok istiyordu Saffet.
Kendisi pek katılmasa da, memleketteki siyasi gerilim ve toplumsal kamplaşma üzerine konuşmalara sıklıkla kulak misafiri oluyordu. İktidardaki muhterislere karşı muhalefetteki telaşlılar, ‘en dindarlık, en millilik, en yerlilik müsabakalarında’ amansız bir yarışa tutuşmuştu. Buna mukabil Saffet’in günleri, kasaba çevresinde arada bir tanık olunan ufak tefek trafik kazaları ve kırk yılın başı hissedilen zelzeleler dışında sıra dışı herhangi bir olayla karşılaşmadan akıp gidiyordu.
Hiç tanımadığı o genç kadının, videosunu çektiği güne dek!
…
Güzel, ılık bir Çarşamba sabahıydı. Elinde koca süpürgesi ile kaymakamlık, askerlik şubesi, kasabanın önde gelenlerinden birinin sahibi olduğu süpermarketin bulunduğu ana meydanın kenarında temizlik yapıyor; bir yandan da en sevdiği Uşak türküsünü mırıldanıyordu. Türkünün “minareden at beni in aşağı tut beni” nakaratındaki coşkusu görülmeye değerdi. Nitekim, görüldü. Oradan geçmekte olan genç bir kadın, üniforması içinde türkü söylerken hayli sevimli görünen Saffet’i videoya çekmeye başladığında, fark etti etmesine ama müdahale etmek bir yana biraz daha istekle okumaya başladı. Genç kadın gülümseyerek yirmi otuz saniye kayıt yaptı, başıyla hafifçe selam verip Saffet’ten aynı gülümser yanıtı aldıktan sonra gözen kayboldu. Hoşuna gitmişti Saffet’in. Uzun süredir yaşadığı en heyecan verici andı. Salınarak devam etti…
… minareye yaslandım yağmur yağdı ıslandım, sevdiğimin koynunda şeker yedim beslendim… minareden at beni, in aşağı dut beni… ak gerdanın altında nenni çek uyut beni…
Akşam eşyalarını bırakmak için belediyeye gittiğinde, arkadaşları ve şirket amirlerinden biri tarafından hiç anlam veremediği bir tezahüratla karşılandı. Çevresindekiler gülerek, meşhur olduğunu, herkesin kendisinden söz ettiğini, bazı internet sayfalarında haber yapıldığını, bir iki muhabirin belediyeyi arayarak kendisiyle görüşme talep ettiğini söylüyordu. Şaşkınlıktan takip edemiyordu konuşmaları. O esnada alt kata inen bir diğer amir, telefonundaki videoyu Saffet’in önüne bıraktı. Sabah saatlerinde genç kadının aldığı kayıtta Saffet, bir yandan süpürgesini savurup diğer yandan coşkuyla “minareden at beni, in aşağı dut beni” diyordu ve kayıt o ana dek 852 bin kişi tarafından seyredilmişti. Heyecan ve mahcubiyetten kıpkırmızı bir yüzle, olup biteni anlamaya çalışırken çevresi giderek kalabalıklaşıyor ve her gelen büyük neşeyle Saffet’in çeşitli uzuvlarına vurarak onu tebrik ediyordu. Söylenenleri duymaz olmuştu bir dakikadan itibaren. Ne diyeceğini, yapacağını bilemez halde, yorgun argın, kahkahalar eşliğinde çıktı ve sosyal demokrat belediyenin kapısından eve doğru yürümeye başladı. Sıradan hayatının en sıra dışı tecrübesiyle karşı karşıyaydı ve biraz mutlu, çokça tedirgindi yol boyu…
Evde, hanımı ve duyar duymaz koşarak gelen aile fertlerinin tedirgin yüz ifadeleriyle karşılandı. Soyunup dökünürken olup biteni, sabahki genç kadının yaptığını, belediyedeki atmosferi anlatmaya çalışıyor, diğer yandan evdekilerin belli belirsiz tedirginliğin nedenini anlamaya çalışıyordu. Hanımı, videoyu seyrettiklerini, kendisiyle önce gurur duyduklarını ancak ardından yaşanan gelişmelerden ürktüklerini söylerken telaşlıydı. Salonun bir köşesine oturtup karşına geçtiler ve sakin kalmaya çalışarak anlatmaya başladılar… Video yayınlandıktan sonra, özellikle bazı demokrat muhalifler tarafından sürdürülen ‘en millilik, en dindarlık ve en yerlilik’ müsabakasının önde gelen simaları, sosyal medyada tepki göstermeye, iktidar yandaşlarından önce bir şeyler söyleyip kendilerine yönelme ihtimali olduğunu varsaydıkları tepkiyi önlemeye çalışmışlardı. Demokrat muhalefet son yıllarını muhafazakâr kesimin gönlünü alma telaşıyla geçirmiş, ‘en millilik, en dindarlık ve en yerlilik’ mücadelesi içinde başka türlü davranma ve düşünme refleksini büyük ölçüde kaybetmişti. Muhtelif siyasetçi ve kimi muhalif kanaat önderlerinin en ağır ithamlarla dolu twitleri arka arkaya gelmeye başlayınca, o ana dek konuyla pek ilgilenmeyen iktidar yandaşı sosyal medya kullanıcıları ve görevlileri, Saffet’in türküsünü paylaşıp lanetlemeye koyulmuşlardı…
Saffet, yemek yerken, üçlü zigonun en küçüğü üzerindeki çayını yudumlarken, televizyon seyreder ve yatmaya giderken, bir şey duymuyor, söylenenleri dinlemiyordu artık. Kafasının içinde giderek yükselen uğultu, düşünmesini engelliyordu. Başını yastığa koyduğunda, geçen ay bir arkadaşının anlattığı olay düştü aklına. Başka bir şehirdeki düğün salonu şarkıcısı, “oy farfara farfara, ateş düştü şalvara” sözleri nedeniyle, genel ahlaka aykırılıktan gözaltına alınmış, sabaha karşı evi basılarak adı geçen şalvar aranmış ve kaçma şüphesi nedeniyle tutuklu yargılanmasına karar verilmişti. Geçen yıl elektrosazla türkü söyleyen Ankaralı iki şöhretli türkücü de sabahın köründe emniyete götürülmüş ve delilleri karartma ihtimalleri göz önünde bulundurularak tutuklanmışlardı. Avukatlarının, ‘sazları dışında bir aletleri’ olmadığı yönündeki itirazları ise sonuçsuz kalmıştı. Şimdi bunları hatırlıyor ve giderek daha çok endişeleniyordu Saffet.
Türkünün sözleri kulaklarında çınlıyor, aynı nakaratı içinden tekrarlayıp duruyordu yatağında… Minareden at beni, in aşağı tut beni… İyi de kimi atacaktı ki minareden? Kim tutacaktı? Neden minare? Tövbeler olsun, başka yer mi kalmamıştı atıp tutacak… Minareden attığını tutamazsa peki… Bak şimdi, ne demek istiyor hakikaten bu sözleri yazan… Hiç böyle düşünmemişti sevdiği türkü üzerine… Canım ne hakareti, yok artık, türkü bu sonuçta… Minareye laf söyleyen yok ki… Kâbus herhalde… Birazdan uyanırım…
Sabaha doğru uyuyakalmıştı Saffet. Uyandığında hanımı yanında yoktu. Anlam veremediği bir bağırış çağırış vardı sokakta. Perdeyi aralayıp aşağıya bakınca üç beş gencin evlerine doğru bakıp sövdüğünü, yuhaladığını fark etti. Kâbus bitmedi herhalde, diye düşündü. Yüzünü yıkayıp yeniden pencere önüne geldiğinde gençler hâlâ oradaydı. Gözlerine, kulaklarına inanamıyordu, o ana dek son derece sıradan bir hayatı olan temizlik işçisi Saffet. Kasabanın çoluk çocuğuydu bağırıp çağıranlar. Hanımı, gece sosyal medyada ortalığın iyice karıştığını ve biraz önce belediyeden arayıp bugün işe gitmemesinin daha iyi olacağını ilettiklerini söyledi. Evin içinde daha önce tanık olunmayan bir gerilim ve telaş vardı. Çöküp kaldığı berjer koltukta sürekli telefonla konuşuyordu. Son arayan bacanağı, sosyal medyada bütün gece iktidar yandaşları ile muhalefetteki demokratların bu konu üzerine yazdıklarını, minareleri küçük düşürmeye ve insanların aşağı atılması noktasında suç mahalli olarak göstermeye yeltenen her kimse, en ağır biçimde cezalandırılmasını talep ettiklerini anlatıyordu. #CHPminareyesaygiduy heşteginin hemen ardından açılan, #sabrimizisinamayin ve #kilicdarkutsallarasahipcik başlıkları, TT listesinde hızla yükselmişlerdi.
Saffet kalkamıyordu oturduğu yerden. Siyatiği tutmuştu. Kimdi o genç kadın… Nereden çıkmıştı karşısına… Başka türkü söyleseydi keşke o esnada… Kimseyi minareden atmak istemiyordu, öyle biri değildi, hiç olmamıştı… Dindar bir insandı zaten… Şimdi camiye de kabul etmezlerdi muhtemelen… Taşınsalar mıydı ki… İş güç peki… Atıldı mı acaba… Kim işe alırdı ki artık… Her yerde tanınıyordu muhtemelen… Video o saat itibariyle iki milyonun üzerinde seyredilmişti…
Hanımı sürekli çay kahve yaparak sakinleştirmeye çalışıyordu Saffet’i. O da ne yapacağını bilemez haldeydi. Biraz uyumaya çalıştı Saffet ve akşama doğru uyandı. Telefonunu kapatmıştı. Uyurken, belediyeden bir kez daha arayıp yarın da işe gitmemesini rica ettiklerini öğrendi. Arayanın sesi sinirliymiş de. Yemek yiyemedi Saffet. Hanımının tavsiyesini dinlemeyerek televizyonu açtı bir ara. Gözlerine inanmıyordu, daha düne dek sıradan bir hayatı olan temizlik işçisi Saffet. Hemen her kanalda kendisinden söz ediliyor ve videoda elinde süpürgesiyle donmuş görüntüsü beliriyordu her birinin fonunda. Saffetin görüntüsü, görüntü önünde bir masa, masada beş altı civarında parlak takım elbiseli ve kirli sakallı erkek, ‘sözde türkü’ skandalı üzerine konuşuyordu.
Bir kanalda, infial yaratan türkü sözlerinin halkın manevi değerlerine hakaret olduğu konuşulurken, alt yazıda ilgili bakanın sözleri geçiverdi. Bakan, bir soru üzerine “O sözde türküyü çığıran arkadaşı minareden atar, aşağıdan ya tutar ya tutmayız” demişti. Konuya ilişkin bir kararname ya da genelge çıkarılarak, içinde minare geçen türkülerin yasaklanabileceğini de müjdelemişti, aynı açıklamada. Ağlamak üzereydi Saffet. Bir başka kanalda yayınlanan ‘Akıl Tutulması’ adlı programda, aynı zamanda ‘iç/dış güvenlik-iç/dış mantolama-cinsiyetler-dış politika-spor-deprem-genel kamu hukuku-iklim vs.’ konularında uzman olan kirli sakallı bir erkek, yorum yapıyordu. Türkünün, darbe söylentilerinin olduğu bu dönemde gündeme gelmesi manidardı… Minare bir şifre olabilirdi… Belki de vatandaşı minarelerden atmayı planlıyorlardı… Temizlik işçisi hiç dikkat çekmeyen bir planlayıcı olabilirdi… Üstelik İnönü, Kavala ve Demirtaş’ın isimlerinde de ‘s’ harfi olması son derece dikkat çekiciydi…
Bir diğer kanaldaki ‘Tırsık Batı’ adlı tartışma programında karşılıklı dörderden yerleştirilmiş sekiz kirli sakallı erkek, çöken batı medeniyetine karşı zafer kazanmakta olan uygarlığın sembollerinden minarelerin, bu şekilde gündeme gelmesinin masum bir eylem değil, açıkça provokasyon olduğu hususunda birleşiyordu…
Saffet’in o güne dek hiç seyretmediği, internetten yayın yapan demokrat eğilimli bir kanalın, ulusal kanalarda yer bulamayan kirli sakallı erkek yorumcuları ise, sosyal demokrat belediye temizlik işçisi Saffet’in iyi niyetli olsa bile bu türküyü tercih etmesinin iktidarın ekmeğine yağ sürdüğünü belirtiyordu. Şu dönemde, belki de bir erken seçime giderken, minareden insan atılmasına, aşağıdan tutulacak olsa bile onay verilmesi mümkün değildi. Her yer yüksek bina doluyken minarenin seçilmiş olması ise tümüyle aymazlıktı. Daha ziyade, kirli sakallı demokrat erkeklerin tercih ettiği bir sözcüktü, aymazlık.
Saffet’in ölü balık hissizliğiyle göz atabildiği son TV kanalında, heyecanlı ve kirli sakallı erkek hukukçular boy gösteriyordu. ‘Minareden at beni’ talebi, atılmayı talep edenin ifade özgürlüğü olarak değerlendirilebilir miydi? ‘Aşağıdan tut beni’ ricası, atılmayı talep edenin ölmek istemediği anlamına gelse de, atanın tutamama ihtimali açıkça ‘yaşam hakkı’ konusunda bir değerlendirmeyi zorunlu hale getiriyordu… Hukukçulardan biri AİHM, diğeri AYM kararlarından örneklerle açıklamaya çalışırken, programın ikinci yarısına ceza hukukçuları arasındaki gerilim damga vurmuştu. Eylemin suç oluşturduğunu savunan ceza hukukçusuna göre, minareden aşağıya atmak ve sonrasında tutmak, minarelerin kaçılması gereken yerler olduğu, bu durum da, açıkça tahkir kastı bulunduğu anlamına gelirdi… Ayrıca minareden atma talebi belirgin bir biçimde şiddete çağrı niteliğinde olup ifade özgürlüğünden yararlanamazdı… Eylemin suç olmadığını savunan ceza hukukçusuna göreyse; fail önce atıp sonra tutmakta, dolayısıyla neticenin oluşmasını engelleyerek gönüllü vazgeçme kurumundan yararlanmaktaydı… Ayrıca, tutulmasa da kasttan söz edilemezdi, zira tutmaya çalışmakta ve eylemin taksirli hali de yasada açıkça cezalandırılmamaktaydı… Programın sonlarına doğru ceza hukukçularından biri diğerine “Allahsız kitapsızlar,” diyerek elindeki dolma kalemini fırlatınca, Saffet televizyonu kapattı. Oysa biraz daha tahammül edebilse, aynı programda, şöhretli barolar birliği başkanının baro yakınındaki bir caminin minaresine çıkarak, şerefesinde elinde bayrakla çektirip sosyal medya hesabından paylaştığı fotoğrafı da görebilecekti.
Yorgun düşmüştü. Bitkin ve umutsuz hissediyordu Saffet. Hayatının neden bu hale geldiğini, neler olduğunu anlamakta zorlanıyordu artık. Yıllardır özen ve emekle yarattığı sıradan yaşamı bir günde alt üst olmuştu.
Yarın ne olacağını bilmemenin tarifsiz huzursuzluğuyla gitti yatak odasına. Sabaha karşı zili ısrarla çalarken, hanımı yanı başında ağlıyordu. Karakoldan gelmişlerdi…
Not 1: Bol ‘şekerli’ bir ‘Ramazan’ bayramı dilerim. Herkesin, ama özellikle salgın günlerinde ‘evde kalamayanların’ bayramı kutlu olsun.
Not 2: Okuduğunuz hikâyenin ceza hukuku kısmı için yardımını esirgemeyen meslektaşım sevgili Güçlü Akyürek’e teşekkür ederim.
Oysa tek günahı sevdiği türküyü mırıldanmasıydı… – Murat Sevinç
KaynakGazete Duvar