“Hayvanlarla birlikte yaşamak, insan olmanın en temel hallerinden biridir. Şehirler, hayvanların varlığını hissettikçe insanı daha çok insan yapar.”
Orhan Pamuk – Masumiyet Müzesi
Sokak hayvanlarının katledilmesini öngören yasa teklifi iktidarın bu yasayla ilgili meslek örgütlerine, ilgili kurumlardan en önemlisi olan belediyelere, ilgili sivil toplum örgütlerine sorulmadan, onların görüş ve önerileri dikkate alınmadan baskı ve zorla komisyondan geçirildi. Şimdi sokak hayvanlarının katledilmesi ile ilgili son yıllarda bilerek ve isteyerek köpürtülen, çözümü değil öldürmeyi gündemde tutarak siyasi ve ekonomik rant hayalleri kuran, muhalif belediyeleri zor duruma düşürmek derdiyle yanıp tutuşan iktidar ve çevresinin politikalarına karşı güçlü bir itiraz da yükseliyor ve bu itiraz toplumsallaşıyor. Çok vicdansız bir düzenlemeye karşı milyonlar vicdanıyla sesleniyor: “Toplayamazsın, hapsedemezsin, öldüremezsin” diyorlar.
Kanun tasarısında çözüm olarak sunulan şey düpedüz katliam. Geçtiğimiz yüzyıllarda uygulanan sonuç alınmayan bu yöntem yani hayvanların popülasyonunu onları yok ederek çözmeye çalışan akıl, bilim ve vicdan dışı yöntem aslında hayvanların acı çekmediğini “vaaz eden” bilim insanlarının ve düşünürlerin olduğu başka bir zamana ait. Descartes bilinci olmayan ya da insandan daha zayıf bir bilince sahip canlıların acı hissiyatının insanınki gibi olmayacağı tezini 17. yüzyılda ortaya atmıştı. Neyse ki yapılan araştırmalar sonucunda artık hayvanların da zarar gördüğünde bizimkiyle aynı acıyı hissettiğini biliyoruz.
“Medeni Avrupa”yı işaret eden zihnin 17. yüzyılda kalmış düşüncesi kapitalizmin ruhundan besleniyor. Bu düşünceye göre hayvanlar, insanlara bir fayda katıyorsa, bir kullanım değeri varsa, kâr sağlıyorsa önemlidir.
Kanunun görüşmelerinde, salonda yapılan tartışmalar üzerine AKP Milletvekili Adem Yıldırım’ın “oyu köpeklerden mi alacaksınız?” sözünü de bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Aslında olan biteni de özetliyor gibi.
‘Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı her daim kesiyor.’
Bu düşünceye göre, bir hayvan “sahipsizse” yani bir ailenin harcama kaleminde yer almıyorsa, işletmelerin ve ülkenin ticaret hacmini arttırmıyorsa onlara göre zaten değersizdir.
Sanırım bu fikri benimseyenler gündemdeki yasa tasarısıyla birlikte ellerini ovuşturarak “canlısından bir fayda sağlayamadık bari ölülerinden kâr edelim” diyorlar.
Ekonomik kriz, derinleşen yoksulluk, çocuk işçiliği, kadın cinayetleri, geçim derdi, nitelikli eğitime ve sağlığa erişememe, barınma sorunu gibi meseleler kocaman bir sorun olarak karşımızda dururken iktidar vekilleri sokak hayvanlarını yok etmenin peşinde. Tabii işin ucunda CHP’li belediyeleri sıkıştırmak, halkla karşı karşıya getirmekte olunca Meclis tatile girmeden yasayı çıkartmaya çalışıyorlar. Haberlerde, yayınlarda açlığı, yoksulluğu değil masum canları malzeme yapıp, tartıştırmayı bir başarı olarak görenler Pirus zaferini bir kere daha yaşayacaktır.
Elbette sokak hayvanlarını konuşmalıyız ama katledilmelerini değil sağlıklı, şiddetsiz ve güvenli bir yaşam sunmak için gerekli eylemleri konuşmalıyız. Peki ne oldu da faşizme varan söylemler, katliam naraları, hayvanlara yönelik artan şiddet ve haber bültenlerinde yalan yanlış tartışmalar yapılır oldu?
Siyasi iktidarın derdi ne?
“Bir toplumda hayvanlara kötü davranılıyorsa, o toplum insanlıktan uzaklaşıyor demektir.”
Fyodor Dostoyevski – Suç ve Ceza
Otoriter, totaliter, milliyetçi, popülist, dini teokratik rejimler, toplumu kontrol altında tutmak ve güçlerini pekiştirmek için korkuyu kullanırlar. Toplumsal gerilimleri ve krizleri kullanarak belirli grupları düşman olarak hedef gösterirler. Özellikle ekonomik kriz zamanlarında, toplumda iktidara yönelik var olan öfkeyi kırılgan gruplar üzerine, azınlıklara, LGBTİ+ bireylere, mültecilere, göçmenlere, farklı kimlik ve kültürlere kolayca yönlendirebilirler.
Toplumsal korkuyu arttırarak biat etmeyi, sorgulamamayı ve kabullenmeyi sağlayan otoriter iktidarlar bu korkuyu sürekli beslerler. Bugün ise sokak hayvanları üzerinden bu korku yaygınlaştırılıyor. Çünkü ortada bir güvenlik tehdidi olduğunda, toplumun ilk refleksi özgürlüklerin kısıtlanmasını ve daha sert ve baskıcı politikaları kabul etmek olur.
Neoliberal kentleşme sürecinde oluşan “Mega Kentler”; AVM’ler, plazalar, özel korunaklı siteler, köprüler ve arenalar her şeyi içine aldı, bir tek sokak hayvanları sığamadı. Neden diye sorduğumuzda gelen ilk cevap; “Kentler, sokaklar, mahalleler hepsi insanlarındır ve her şey insana aittir” şeklinde oluyor.
Neoliberal bencillik ve sokak hayvanları
“Hayatın adaletsizliği, en çok zavallıların sırtına yük olur. İnsanlık, hayvanlara olan merhametini yitirdiğinde ise adaletin kendisi de ölür.”
Yaşar Kemal – İnce Memed
Neoliberal süreç ile birlikte sadece ekonomik ve sosyal dinamikler değil, kentler de çok hızlı bir dönüşüme uğramıştır. Kentsel dönüşüm projeleri, ekonomik büyüme, modernizasyon ve sosyal gelişim argümanlarıyla savunulsa da bu projelerin doğrudan ve dolaylı etkileri hem yaşayan emekçi halka hem de sokak hayvanlarına yönelik olmuştur. Bu iki grup yerinden edilmiş, sürülmüş, yaşam alanları gasp edilerek ranta açılmıştır. Kentlerin yeniden yapılandırılması ve “modernleşme” çabaları, sokak hayvanlarının kent yaşamından dışlanmasına ve yaşam alanlarının daralmasına yol açmıştır. Kısaca neoliberal kentsel dönüşüm sürecinde rant getirmeyen her şey yok edilmektedir.
İnsan merkezli düşünmenin dayanılmaz kötülüğü
Kentleri hayvansızlaştırma politikalarında elbette geçmişten bugüne taşınan insan merkezli bakış açısının da büyük rolü vardır. Her şey insan için diyenlerin dünyamızı ne hale getirdiğini ve tüm dünyanın insanların tüketim nesnesi haline nasıl geldiğini acı bir şekilde görüyoruz. Aslında bugün tartıştığımız hayvan hakları ve özgürlüğü konusundaki tartışmaların ve sorun alanlarının temelinde bu yaklaşım yer almaktadır.
İnsan merkezli bakış açısı, kentlerin hayvansızlaştırılması ve sokak hayvanlarının yok edilmesi sürecinde büyük bir etkiye sahiptir. Bu perspektif, tarih boyunca kültür, dil, antropoloji ve sosyal bilimler gibi birçok alanda baskın olmuştur. Bu alanlar, genellikle insanın doğa üzerindeki üstünlüğünü ve kontrolünü vurgulamış, diğer canlıların varlığını ve değerini göz ardı etmiştir.
Kent ekolojisi yok ediliyor
“Bir kente en çok sokakları ve sokaklarda yankılanan sesleri hatırlanır. Bir şehrin ruhunu anlamak istiyorsan, önce sokaklarındaki sessiz dostlarını anlamalısın.”
Murathan Mungan – Sahtiyan
Kentler, sadece insanların yaşadığı betonarme yapılar, AVM’ler, dikey yapılar, plazalar ve trafikten ibaret değildir. Aslında, kentler, karmaşık ve dinamik ekosistemlerdir ve bu ekosistemlerin önemli bir parçası da bugün hedefe konan sokak hayvanlarıdır. Sokak hayvanları, kentlerin biyolojik çeşitliliğini korur, doğal dengeyi sağlar ve çevresel sürdürülebilirliğe katkıda bulunurlar. Ancak, genellikle bu önemleri göz ardı edilir ve sokak hayvanları, şehirlerdeki sorunlu birer unsura dönüştürülür. Oysa sokak hayvanları, kentlerin ve ekosistemlerin sağlığı için kritik bir rol oynamaktadır.
Özellikle kediler, köpekler, kuşlar, kirpiler gibi sokak hayvanları, farklı türlerin bir arada yaşamasını teşvik ederek, ekosistemin sağlıklı ve dengeli kalmasına katkıda bulunurlar.
Sonuç
“Şehir hayatı, doğanın ve hayvanların sessiz çığlıkları arasında ilerler. İnsanlar, hayvanların dünyasını anlamadıkça kendi dünyalarında da yabancı kalmaya devam ederler.”
Virginia Woolf – Mrs. Dalloway
Yazının başında ifade ettiğim gibi hayvanlara yönelik artan şiddet, çözümsüzlük ve katliam politikaları karşısında yükselen itiraz oldukça umut verici. Türkiye’de toplumun ezici bir çoğunluğu bu katliama karşı tavır alıyor. Hayvan hakları konusu hiç olmadığı kadar politikleşiyor. Bu yasa çıkmasın diye milyonlar mücadele veriyor, bu yasa çıksa bile uygulanmaması için siyasi partiler, kurumlar, dernekler, sivil toplum örgütleri tutum alıyor. Türkiye’de de hayvan hakları ve onların yaşam ve özgürlükleri için mücadeleyi büyütmeli örgütlü bir itirazı yaygınlaştırmalıyız.