Salı günü TBMM’de yapılan ‘İsveç’in NATO üyeliğine katılması’ gündemli oylama sona erdi… Tıpkı Finlandiya’nın NATO’ya üyeliği örneğinde olduğu gibi bu oylama da sol içerisinde bazı tartışmaları beraberinde getirdi. Bir taraftan anti-emperyalist bir perspektifi ‘çağdışı’ bulup NATO’ya karşı cephe almaktan imtina edenler; diğer taraftan sosyal şovenist tüm kusurlarının kaba bir ‘NATO karşıtlığı’ retoriği ile örtülebileceğini zannedenler. Tartışmalar sadece bu iki seçenekten ibaret değil tabii: Meclis’te ya da Meclis dışında her iki sapmaya da kapılmayan kişilerin, partilerin sayısı az değil. Ancak nedense her NATO-vari gündemlerde polemik, bu iki sapmanın ekseni etrafında dönüyor. Demek ki ‘anti-emperyalizm’ tartışmalarında zihinlerimizi tazeleyip berraklaştırmakta fayda var.
Gelin önce şu son dönemde yaşanan tartışmayı hatırlayarak söze başlayalım: Salı günü Meclis’teki oylamaya katılan 346 milletvekilinden 287’si kabul, 55’i ret oyu verdi. 4 milletvekili de çekimser kaldı. AK Parti, CHP, MHP ‘evet’ derken DEM Parti, İYİ Parti, Saadet Partisi hayır oyu kullandı. Meclis’te temsil edilen DEVA Partisi milletvekilleri ‘Evet’ oyu kullanırken HÜDA-PAR, TİP, DSP, EMEP, Yeniden Refah Partisi milletvekilleri ‘ret’ oyu verdi(1).
Geçtiğimiz mart ayında Finlandiya’nın NATO üyeliği oylanırken daha da vahim bir tablo ortaya çıkmıştı. AKP, CHP, İYİP ve MHP gibi düzen partilerinin hepsi ‘evet’ oyu kullanırken ‘hayır’ oyu veren olmamıştı. Siyasi olarak kendilerini bu partilerden daha farklı bir yerde konumlandıran diğer bazı partilerin vekilleri ise oturuma katılıp oylamaya katılmayarak oy kullanmadan ‘çekimser’ kalmıştı(2).
Elbette Finlandiya oylamasında Meclis’te bulunmayan bu partilerin vekillerinin önemli bir kısmı ya da seçmen tabanları NATO meselesine dair oldukça net bir tavra sahip. Hatta parti programlarında da emperyalist askeri anlaşmalara karşı mücadeleye yer veriyorlar. Bu konudaki samimiyetlerinde şüphe aramaya da gerek yok. Ancak düne kadar sosyalist cenahta herkesin az çok mutabık olduğu bir konuda, “Programımızda var, ‘evet’ diyemeyiz, Finlandiya’nın güvenlik kaygıları meşrudur” deniyorsa eğer, ortada bir sorun var demektir. Peki nedir bu sorun? Dilerseniz önce bu sapma ile söze başlayalım.
NATO “muhabbeti” eskidi mi?
Bugün hem dünyada hem de ülkede karşımıza çıkan ‘anti-emperyalist’ perspektifin yanlış okunması kaynaklı sorunlara dair çok şey öğretebilecek bir isim var: Barışta Erdost. Kendisi artık aramızda değil, zamansız bir şekilde 2013 yılında kanser nedeniyle hayatını kaybetti. Ancak Sosyalist Demokrasi Partisi içerisinde yer almış ve Sol Yayınları editörlüğü yapmış Erdost’un ihtiyaç anında düğümleri şaşırtıcı bir hızda çözen kalemi hemen yanı başımızda duruyor. Bu yüzden “Antiemperyalizm Neyi Örter?” yazısını raflardan indirip bugünü anlamlandıran bazı satırların altını çizmenin tam zamanı.
Her şeyden önce söze kavramlarla başlamak gerekiyor. Çünkü ne kadar ilginç ki eskiden sıkça duyduğumuz ‘anti-emperyalizm’ gibi kavramlar, artık kimi çevrelerce ‘rutubet kokan hoş bir anı’ olarak değerlendiriliyor. Bu yüzden anti-emperyalizm merceği ile NATO gündemine yaklaşmak, kimi kulaklarda karıncalanma yaratıyor. Peki ama ortada eskiyen bir şey var mı? Akılları yer yer kurcalayan bu sorunun temeline dair Erdost şöyle yazıyor:
“Hindistanlı marksist Prabhat Patnaik, Berlin Duvarı’nın yıkılışından tam bir yıl sonra yayınlanan ‘Emperyalizme Ne Oldu?’ başlıklı makalesinde, ‘artık neredeyse hiç kimse emperyalizmden söz etmiyor’ diyor ve ekliyordu: ‘Panama’nın işgali ya da Nikaragua ve El Salvador’a askerî müdahaleye karşı radikal tepkiler emperyalizm hakkında teorik önermelere dönüşmüyor.’ Oysa 1970’lerde emperyalizm her marksist tartışmada belki de en önemli yeri işgal etmekte, emperyalizmin ‘üçüncü dünyadaki’ rolü üzerine bir yığın makale ve kitap yazılmaktaydı. Ama 1990’lara gelindiğinde, ‘dünyayı karakterize eden temel ekonomik ilişkiler dizisi olarak emperyalizm’ gücünden hiçbir şey kaybetmemişken, ‘emperyalizm başlığı altında toplanan ilişkiler sistemi hemen hemen hiç değişmemişken’, emperyalizmden söz etmek anakronizm hâline gelmişti. Yaşanılan çağın temel özelliğini belirtmek için ‘küreselleşme’ terimi kullanılmaya başlandı. Reel sosyalizmin çökmesiyle birlikte kapitalizmin hakiki bir dünya sistemi olması için, dünyanın her köşesini uluslararası sermayenin tahakkümüne çekmesi için önünde hiçbir engel kalmamış gibi görünüyordu.(3)”
Elbette emperyalist savaş örgütü NATO’ya karşı tutumlarda da aynı sözleri dile getirebiliriz. Sovyetler Birliği’ni kıskacına almak için kuruldu ve o gün bugündür emperyalist bir savaş aygıtı olarak işliyor. Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte 1990’larda sözde kuruluş amacını yitirmiş olmasına karşın NATO, hegemonya alanını ardında hep daha fazla kan dökerek genişletmeye devam etti, ediyor.
Zaten aşikar olanı daha fazla tekrarlamaya gerek yok, tüm bunlar yeni duyduğumuz şeyler değil. NATO’nun uzun zamandır nasıl genişlediğini ve giriştiği eylemlerin kanlı sonuçlarını gayet iyi biliyoruz(4). Buna rağmen nasıl oluyorsa NATO’ya anti-emperyalist bir retorikle karşı çıkmak kimileri için ‘eski bir söylemi tekrar etmek’ gibi algılanıyor. Asıl şaşırtıcı olan da bu. Durmaksızın artan askeri agresyon dünyada çeşitli savaşları körüklerken, küresel bir savaş ihtimali her gün biraz daha gerçekçi gelirken nasıl oluyor da anti-emperyalist bir NATO karşıtlığı ‘eskiyen’ bu tutum olabiliyor? Nasıl oluyor da emperyalizm genişlerken direnç göstermek anlamsız zannediliyor? Ne zamandan beri kendini sol, sosyalist ve hatta sosyal demokrat görenler için ne idüğü belirsiz ‘güvenlik kaygılarına’ çare savaş örgütleri oluyor?
Finlandiya ve İsveç gündeminde Rusya yayılmacı mıdır değil midir tartışması yapmayacağız. Diyelim ki Rusya hakikaten de bu ülkelerin topraklarına karşı yayılmacı bir politika izliyor. Meseleye tek boyutlu bakıp bunun doğruluğunu kabul etsek dahi kendimize şunu sormamız gerekiyor: “Finlandiya ve İsveç halkının umudu NATO mudur?” Yani kendini savunmak isteyen herkesin bir NATO’ya mı ihtiyacı vardır? Enternasyonalizmden anladığımız bu mudur?
Görünen o ki hiçbir temellendirme zahmetine girmeden bir kavramı nostaljik kılmanın avantajı, doğrudan karşı çıkmak yerine reddiyeyi ‘kibarca’ yapabilme fırsatından geliyor.
Bataklıkta yol bulmak
Aslında bakarsanız sadece Türkiye’de değil, dünyada da benzeri bir süreç yaşanıyor. Özellikle Ukrayna Savaşı’ndan sonra NATO’ya sanki bir ‘savunma’ örgütüymüş gibi bir anlam yüklenmeye çalışılıyor. Batı’da da kimi zaman terazinin bir şekilde sol tarafında yer alan kimi güçler de bu tuzağa kolayca düşebiliyor. Kendini ‘sosyal demokrat’ olarak tanımlayan ya da en azından üye oldukları partilerin isimlerinde bir şekilde buna benzer ifadeler bulunan nice parti savaş treninde lokomotif görevi görmeye devam ediyor. Son olarak Filistin’deki katliamda bunu bir kez daha bu sefer çok daha çıplak bir şekilde gördük.
Yine de ülke özelinde bizim açımızdan son dönemde durumu biraz daha farklı kılan bazı parantezler var. NATO gündemi, tıpkı anti-emperyalizm gündemi gibi birden fazla bakış açısının aynı kavramlar üzerinde kesiştiği bir nokta. Örneğin düne kadar AKP iktidarının kendi siyasi çıkarları doğrultusunda İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğinde ayak sürümesi kimi ‘Avrasyacılardan’ alkış alabiliyordu.
Fakat işin asıl kafa karıştırıcı kısmı yazının başında bahsettiğimiz ikinci sapmada: Yani ağızından anti-emperyalizmi düşürmeyip çarpık bir Marksist anlatıyla burjuvazinin ulusal anlatısını benimseyeler. Çünkü kimileri için NATO’ya karşı çıkmak, yer yer şovenist siyasi hatları gizlemeye yarayan etkili bir örtü görevi görüyor.
İşte bu yüzden ülke özelinde izlerin birbirine karıştığı bu bataklıkta aradığımız yanıta ulaşmak sandığımız kadar kolay değil. Aynı söylemin ne denli karmaşık bir hale gelebileceğini Erdost şu ifadelerle açıklıyor:
“Türkiye’de son yıllarda kitlesel bir yaygınlık kazanan ‘antiemperyalist’ söylem, hem Afganistan ve Irak işgallerine Müslüman tepkinin, hem Irak’ta Güneyli Kürtlerin ABD desteğinde devletleşmesine şovenist/militarist tepkinin, hem küreselleşmeye ulus-devletçi tepkinin, hem AB sürecinde Ermeni ve Kıbrıs sorunlarında kuşatılmışlık yaşayan milliyetçi tepkinin, hem Kürt ulusal hareketinde emperyalizmin Türkiye’yi bölme niyetini ‘keşfeden’ ve PKK’yi emperyalizmin âleti olarak gören ‘ulusalcı’ tepkinin, hem Türk milliyetçiliğinin azgınlaşmasının müsebbibi olarak görülen ‘antiemperyalist-olmayan’ Kürt milliyetçiliğine liberal tepkinin garip bir bulamacı olarak, neredeyse herkesin kendi konumunu meşrulaştırmasına olanak sağlayan ve dolayısıyla hiçbir şeyi açıklamaz hâle gelen bir laf oyununa dönüştü.”
Komşusuna taş atanların camdan evleri
NATO oylamasında Meclis’teki partilerin aldıkları tutumları elbette eleştirebiliriz. Fakat eleştirirken sırtımızı yasladığımız zeminin de sağlam olması gerekiyor. Yani ezen ulusun burjuvazisine açıkça cephe almayıp, sosyal şovenizme doğrudan ya da dolaylı kapı aralıyorsak eğer, bu eleştirileri yapmak bizim payımıza düşmez. On yanlışın içinde bir doğrumuz varsa eğer, on doğrusu içinde bir yanlışı olanlara laf yetiştirme derdinde olmamalıyız.
Ezilen halkların toplumsal mücadelelerine dair tek kelime etmeyenlerin, ya da etmek zorunda olduklarında karnından konuşanların, ‘NATO’ya karşı tavır alma’ konusunda akıl vermesi ne anlam ifade ediyor olabilir? Kendi ulusal burjuvazilerinin değerlerini gururla benimseyenler, ezilen halklara taş atarken, kendi evlerinin camdan olduğunu unutuyorlar. Ancak Erdost, şovenizmi gizleyen örtünün aslında ne kadar ince olduğunu şu ifadelerle açıklıyor:
“Her antiemperyalizmde kaçınılmaz olarak bir milliyetçilik bularak mesafelenmek derdinde olan liberal-sol, bu kâh devletçi, kâh militarist, kâh ırkçı olabilen milliyetçi ‘antiemperyalist’ söylem karşısında liberal-demokratik değerlerini ‘emperyalizm’ sorunundan azade tutarak koruyup-geliştirebileceğini düşünüyor. Dışsal/yabancı bir olguya yalıtımcı/milliyetçi karşı çıkıştan demokrasi adına duyduğu rahatsızlığı emperyalist bağımlılık ilişkileri karşısında duymuyor. Bunun, ‘anti-emperyalizmi itibarsızlaştırmak ve emperyalizme karşı mücadeleyi faşist demagoglara terk etmek’ anlamına geldiğini iddia eden ‘ulusalcı’ sol ise, ‘yurtseverliğin komünist kimliğin en önemli unsurlarından biri’ olduğunu ve ‘emekçilerin sınıf çıkarlarının da gereği’ olduğunu düşünüyor. (…)
Örgütlü emeğin ‘yurtseverliği’nin sonuçlarını daha iyi keşfedebilmek için, ‘yurtseverlik’ kavramını sorgulamamız gerekiyor. American Heritage Dictionary of the English Language’a göre yurtseverlik ‘Bir kişinin ülkesine karşı sevgisi ve bağlılığı’dır. Ama ABD siyasetinde geçerli olan ‘yurtseverlik’ tanımı bu değildir. Geçerli tanım daha çok ‘bir kişinin, hükümetin politikaları eğer ulus-devletin çıkarlarına hizmet etmekle mazur gösteriliyorsa, söz konusu politikalara toplumsal maliyetine bakmaksızın destek vermesine daha yakındır. Birleşik Devletler’de, bu geçerli tanım esas olarak fikrî muhalefeti bastırmak için kullanılmaktadır.
Elbette, ABD’yle Türkiye arasında emperyalizm ve ekonomik hiyerarşi anlamında paralellik kuracak değilim. Ancak şu ‘ulus-devletin çıkarlarına hizmet etmekle mazur gösterildiğinde’, ‘toplumsal maliyetine bakmadan destek’ olunması istenilen politikaların, ulusalcılığa/yurtseverliğe nasıl ve ne kadar yedirilebildiği üzerine bir kez daha düşünülmesinde yarar olabilir. Marksizmin, her türlü ezme-ezilme ilişkisinde, ezilenlerin özgürleşme kavgasının eğer içkin bir dinamiği değilse doğal müttefiki olma tarihsel özelliğinden her kopuş girişiminin, yalnızca onun enternasyonalist özünün sakatlanması anlamına gelmediği, aynı zamanda onu devrimci ruhundan arındırmaya hizmet ettiği anımsanmak kaydıyla.”
Eskiyen ayakkabıları atma cesareti
Özetle bataklıktan çıkış yolumuz hem şovenist, hem de liberal sapmalara aynı anda mesafe almaktan geçmektedir. Çünkü bir başına NATO’ya karşı tavır almak, baştan aşağı vaftiz olmaya yetecek suyu sağlamıyor. Unutulmamalıdır ki emperyalizm dışsal değil, içsel bir olgudur. Diğer taraftan ne NATO’ya karşı çıkmak ne de anti-emperyalizm, ‘eskiyen ancak atmaya da kıyamadığımız ayakkabılardan’ değil. Bir çift ayakkabı, sadece uzun süredir bizimle birlikte diye kullanımını yitirmiş olmuyor. Ama madem ki illa bir şeyleri çöpe atmamız gerekiyor, işe kendi ulusal burjuvazisiyle hesaplaşamamış sosyal demokrasiden ve barışa en çok ihtiyaç olduğu anlarda depreşen savaş sevdasından başlayabiliriz.
II. Enternasyonal’in akıbetini tekrar hatırlayalım. I. Paylaşım Savaşı öncesinde Avrupa’nın sosyal demokrat partileri eli kulağında olan emperyalist paylaşım savaşına dair karşı bir tavır alır. Ancak takibindeki yıllarda savaşın başlamasıyla birlikte, o günlerde oldukça örgütlü olan bu partiler kendi ülkelerindeki savaş hükümetlerine şu veya bu nedenle dahil olur. Bugünkü yaklaşımlar ne yazık ki bize II. Enternasyonal’in çizgisini ve sosyal demokratların uzlaşmacılığını anımsatıyor.
Fakat Rusya’da Bolşevikler, Almanya’da Spartakistler azınlıkta olmalarına rağmen bu çürümeye meydan okuma cüretini gösterir -ki bugünkü enternasyonalizm anlayışımızın temelini de onların onurlu duruşlarına borçluyuz. Bu yüzden attıkları tek bir adım bile boşuna gitmedi. Biz de adımlarımızı atarken hem bugüne hem de yarına bastığımızı unutmamalıyız.
Sonsöz
Gündelik siyasi gündeme dair kaleme alınan yazılar her zaman merak konusudur, keyifle okunurlar. Hatta aynı yazıyı okuyanlarla üzerine muhabbet edilir -ki işin bu kısmı daha da keyiflidir. Fakat kötü bir özellikleri vardır: Çabuk bozulurlar. Bırakın yılları; haftalar içerisinde anlamsızlaşıp buz dolabının köşesinde unutulup büzüşen meyvelere benzerler. Bu fanilikten korkan kimi yazarlar da çareyi güncel bir sorunu, daha genel teorik bir anlatıyla dile getirmede bulurlar.
Yazarın önünde sadece bu iki seçenek varmış gibi görülür. Fakat kimi ustalar vardır ki hem güncel siyasetin ‘şimdiki zamanını’ hem de teorik arka planın ‘geniş zamanını’ aynı anda kâğıda nakşederler. Yani bahsi geçen olay on, elli ya da yüz yıl önce yaşanmış ve artık günümüzde hiçbir ilgi uyandırmıyor olsa da, usta bir yazar olayı öyle bir şekilde size aktarır ki bir şekilde kendinizi bu ‘güncellenmiş’ yazının içerisinde bulursunuz.
Oysa bizim bugünkü yazımızda merkeze koyduğumuz ‘İsveç’in NATO üyeliği oylaması ile başlayan tartışmalar’ bir süre sonra bugünkü önemini yitirecek. Yıllar sonraları bir şekilde aynı yazıya denk gelenler için belki İsveç’in NATO üyeliği oylamasında X partinin ne yaptığı belki sadece bir veriye dönüşecek ve geleceğin okuyucuları sadece kendi zamanları için anlam taşıyan ifadeleri cımbızla çekip çıkaracaklar. Bu yüzden biz, mevcut çelişkiler sürdüğü müddetçe yanımızda olacak Erdost’un kalemiyle bitirelim:
“Sonuç şudur: Türkiye arenası yirmi yıl gibi kısa bir zaman dilimi içinde bir tezi iki ucundan da sınamamıza olanak sağlayacak bir laboratuvar işlevi görmüştür: sağ kulağını tıkayıp devletsiz bir sermayeden medet umanlar demokrasiciliğin ılık sularında, sol kulağını tıkayıp devletçi bir antiemperyalizme soyunanlar militarizmin yamacında tökezlemektedirler.
Ülke, yeryüzünün gerçek sorunlarıyla yüzleşmekten kaçınabilmek için iki kat çaba sarfetmektedir, çünkü kendi sorunlarını derin dondurucuda arkaikleştirip masalsı söylemlerle avunmaktan medet ummaktadır.”
1) https://www.gazeteduvar.com.tr/tbmm-isvecin-natoya-katilim-protokolunu-287-evetle-onayladi-haber-1664152
2) https://www.gazeteduvar.com.tr/hdp-ilk-kez-bir-askeri-anlasmaya-hayir-demedi-haber-1610967
3) Devrim Yolunda Kurtuluş, Aylık Sosyalist Dergi (Eylül, 2007)
4) Daha detaylı bilgi için: https://www.evrensel.net/yazi/92760/nato-dagitilsin-demeden-antiemperyalist-mucadele-olanakli-degil