Bugün, bütün dünya bir salgın hastalıkla boğuşurken Türkiye’den bir sağlık emekçisi koruyucu kıyafetlerinin üzerine Bogdanov’un ismini yazabiliyor. Bogdanov, kan nakli ve hücre yenilenmesiyle ‘ölümsüzlüğü’ bulabileceğini düşünüyordu. Ona selam gönderen bu doktorun yaptığı da yaşamı korumak için benzeri bir fedakarlık olsa gerek…
Polonyalı komünist yazar Bruno Jasieński’nin, “I Burn Paris” (Palę Paryż) adlı eseri, bilim kurgu dünyasında ilgi çekici bir yer tutuyor. Hikayede Paris’i mikroba bulayan bir komplo, kenti altüst eder. Karantinaya alınan Paris’te yıkımı, küçük devletçiklerin oluşumu izler.
“Tıpkı külüstür bir makine gibi, dünya, ürettiğinden fazlasını yok eder. Bu iş böyle devam edemez. Her şeyin vidalarını sökmeniz, lüzumsuz olanı atmanız ve söktükten sonra son bir defa ve herkes için sil baştan inşa etmeniz gerekir! Planlar hazır, inşacıların parmakları yerinde duramıyor, ama eski, paslı ve hurdaya çıkmış demir yol vermeyecek. Kök saldı, birleşme yerlerinde pas tabakaları oluştu, her vidayı düşleriyle sökmek zorunda kaldılar.”*
Aslında her şey işten çıkarılan bir işçinin, daha sonra bundan dolayı sevgilisiyle arasını bozmasıyla başlamıştır. Pierre, hem sevgilisini hem de işini kaybettikten sonra hayatta tutunacak bir dal bulamaz. Düzenle yalnız başına girdiği kavgada, en sonunda ‘hiç kimsenin bu şeytani makineyi yerinden bir santimcik bile oynatamayacağını’ düşünür. Daha sonra Pierre bir şekilde, bakteriler üzerine çalışan arkadaşından çaldığı ve içinde yeni bir tür kara humma mikrobu olan şişeleri Paris’in sulama sistemine döker. Hastalık kenti kasıp kavurur, kahramanımız, eski sevgilisini de hastalık sonucunda kaybeder. Vicdan azabıyla Parislileri ‘fare gibi zehirleyenin’ kendisi olduğunu haykırır ve ardından kitleler Pierre’i paramparça eder. Akademisyen Benjamin Noys, hikayenin bu kısmı için “Mikrobik komünizmin doğabilmesi için nihilist kıyametçinin ölmesi gerekir” diyor. Nitekim kitabın sonu, işçilerin zaferiyle, yeni bir ‘mikrobik’ Paris Komünü ilanı ile bitiyor.
Kitabın ünü, en sonunda Jasieński’nin ülkeyi terk etmesine neden olur. ‘Batı Avrupa kültürüne karşı şuursuz ve aptalca bir nefret yaydığı’ gerekçesiyle kitabı yasaklanır. Fakat Sovyetler Birliği’ne giden yazarın kitabı, kısa sürede dönemin en çok satanları arasına girer. Şu işe bakın, bir yazar ‘özgür düşüncenin’ merkezinden sürülüp, kimilerinin üzerinden distopyalar ürettiği Stalin Sovyetlerine gidiyor… Demek ki tarihte birini günah keçisi ilan etmeden önce, etraflıca düşünmek gerekiyor. Gerçek distopya, bir takım hırslar sonucunda yazılmış ‘eleştiri’ görünümlü anti komünist propaganda mı? Yoksa bunu anlatan kitabıın ‘özel üretiminin’ ederinin on katına satılması mı?
Bilim kurgu, sanatın her alanı gibi üretildiği çağın seslerini taşır. O günlerde Jasieński’nin kitapta işlediği Sovyetler’e yönelik abluka ve iktidarın işçi sınıfı tarafından ele alınışı şüphesiz, popülerliğinin nedenlerinden biriydi. Daha da derinlere inersek iki dünya savaşı arasındaki dönemin ruh halini de okuyabiliriz. Tarihçi Eric Hobsbawm, bu iki savaşı birbirinden ayrı dönemler gibi değil de, tek bir dönemin başlangıç ve bitiş noktaları olarak ele alır. Bu bilim kurgu eserinin açıkça ifade ettiği konular da aynı şekilde düşünülebilir.
Daha farklı bir tarih-bilim kurgu bağını incelemek için ABD sinemasında bir dönem bıkmadan usanmadan işlenen ‘uzaylı istilası’ konusunu düşünelim örneğin. Artık eskisi gibi üzerinde durulmayan bu konu, zamanında ABD’deki komünist düşmanlığının da bir dışavurumuydu. Uzaylılar, Soğuk Savaş döneminde ABD’deki histerik atmosfer sonucu kitaplarda ve filmlerde gezegenimizi ele geçirmeye geliyorlardı. En azından yapımların büyük bir çoğunluğunun uzaylıları ‘saldırgan’ ve ‘işgalci’ olarak gördüğünü söylememiz yanlış olmaz. 1990’lara damgasını vuran ve kurgusal bir dünya düzenini işleyen ‘Red Alert’ isimli bilgisayar oyununda Sovyetleri temsil eden karakterler de, çoğu zaman uzaylılarla şaşırtıcı benzerlikler gösterir.
Elbette bunlar sadece ilk akla gelen örnekler. Üstelik ne uzaylıların sadece ‘komünist’ ne de komünistlerin sadece ‘uzaylı’ şeklinde işlendiğini öne süremeyiz. Örneğin ABD’de çığır açan Alan Moore’ın ‘Watchmen’ adlı çizgi romanı, ‘uzaylı’yı Sovyetler ve ABD’yi ortak düşmana karşı birleştirmek için insan yapımı bir kurgu olarak görmüştür. Diğer coğrafyalarda da üretilen benzer temalı eserler her ne kadar çoğunlukla Hollywood etkisinden kaçamasa da farklılıklar gösterebiliyor. Örneğin Fransız yapımı La Planete Sauvage’da (1973) uzaylılar bize çok daha farklı bir şekilde görünür. Bu film, hepimizin bol yıldızlı yaz gecelerinde başımızı kaldırınca aklına gelen “Evrende bizden daha zeki varlıklar var mı? Varsa neye benzerler?” sorusunu işleyebilmiştir.
Tekrar okyanusun diğer yakasında, Sovyetler Birliği’nde işlenen bilim kurgulara geri dönecek olursak, burada uzaylılar yer yer ‘Yoldaş’ olarak karşımıza çıkıyor. Hatta Ekim Devrimi’nin de öncesine giderek, Rus kozmizminin önemli isimlerinden, Bolşevik felsefeci, devrimci ve bilim insanı Aleksandr Bogdanov’un yerini ayırabiliriz. Bogdanov, Komünist ileri bir uygarlık olan Marslıların, dünyanın çarpıklığına nasıl baktığını henüz 1900’lü yılların başında ustaca kaleme alır. Öyle ki onun işlediği, örneğin cinsiyet rolleri gibi konular, aradan on yıllar geçmesine rağmen ne Sovyetler’de ne de dünyanın farklı bir yerinde tam anlamıyla kabul edilmiş normlar değildir. Her ne kadar dikkat çekici bir roman olsa da 20. Yüzyılın ikinci yarısında yazılmış bir başka Sovyet bilimkurgu yazarı Ivan Yefremov’un Andromeda Nebulası kitabında, cinsiyet rolleri konusunda kendisinin birkaç dönem öncülü Bogdanov’dan çok daha geride olduğunu söyleyebiliriz. Aynı şekilde uygarlıkların ‘tepeden inme’ gelişmelere nasıl tepkiler verdiklerini de Bogdanov çok daha ustaca ele almıştır.
Komünistlerin ‘kızıl yıldız’ sembolünü nasıl Bogdanov’un Marslılardan aldığını daha önceki yazılarda belirtmiştik. O nedenle bu yazıda sıradışı yaşamı ve bir o kadar sıradışı hayatı üzerinde fazla durmayacağız. Bogdanov, bilim kurgu dünyasında mütevazi bir yer kaplıyor gibi durabilir. Oysa kendi üzerinde yaptığı deneylerle bugünün kan nakline büyük katkıları olan ve bu deneylerin birinde yaşamını yitiren biri, ne olursa olsun tarihe sıkışıp kalamıyor. Mesela bugün, bütün dünya bir salgın hastalıkla boğuşurken Türkiye’den bir sağlık emekçisi de koruyucu kıyafetlerinin üzerine Bogdanov’un ismini yazabiliyor. Bogdanov, kan nakli ve hücre yenilenmesiyle ‘ölümsüzlüğü’ bulabileceğini düşünüyordu. Ona selam gönderen bu doktorun yaptığı da yaşamı korumak için benzeri bir fedakarlık olsa gerek.
Peki ya bilim kurgu bize bugün ne anlatabilir? Herhalde son dönemde kıyamet sonrasını konu alan yapıtların sayısındaki artış hepimizin dikkatini çekmiştir. Geçmişe oranla sınıfsal farklar ve çelişkiler de ana akımda çok daha fazla işlenen bir gündem olarak açıkça görülüyor. Her ne kadar Covid-19 salgınıyla birlikte bu yapıtlara ilgi daha da artmış olsa da aslında kıyamet sonrasını işleyen filmlere, romanlara -ve belki de müziklere ve popüler kültür öğelerine- uzun bir süredir aşinayız. Elbette hali hazırda şimdiki zamanın bir parçası olan dönemlerin bilimsel analizini yapabilmek için uzun yıllara ihtiyaç var. Yine de gün geçtikçe neoliberal saldırganlığın tarifini daha net yapabiliyoruz. ‘Tarihin sonunu’ getirenlerin bize rengarenk bir barbarlık bıraktığına artık şüphe yok.
Peki bu durumda elde kalan tek şey ‘kader’ mi? Hayır, 10. yüzyıl doğumlu Suriyeli ve görme engelli ozan, Ebûlâlâ’nın dediği gibi “Zaman ölecek dediler yakında / Günlerin soluğu tükendi dediler / Yalan söylediler.” Bogdanov, Antik Dünya tarihini hatırlatarak insan toplumunun yeri geldiğinde gerileyebileceğini, düşüşe geçebileceğini ve hatta dağılabileceğini hatırlatıyor. Maalesef bilim kurguların büyük bir çoğunluğu, bizi gerçek olmasa da tatmin edici bir sona da hazırlayabiliyor. Dolayısıyla da çürüme ihtimali kolayca atlanıyor. Ebûlâlâ’nın buna da verecek bir cevabı var, “Bir imam kalksın istiyor birileri / Ve söz alsın suskun kalabalığın önünde / Boş hayal, imam yoktur akıldan başka / Yalnız o gece gündüz yol gösterir bize.” Görünüşe göre bugünün bilim kurgusuna dair sahip olduğumuz şıkları hatırlamak gerekiyor: Ya izleyicisi ya nesnesi ya da öznesi olmak…
Kaynaklar ve daha detaylı bilgilerin yer aldığı linkler
Bruno Jasienski – I Burn Paris (Syf 39)
Aleksandr Bogdanov – Proleter Şiir
https://www.e-skop.com/skopbulten/mikrobik-komunizm-bruno-jasie%C5%84skinin-i-burn-paris-romani-uzerine/1609