Afrika’dan haberler alıyoruz. Bu haberlere sevinmeli mi, üzülmeli mi, yoksa temkinli mi yaklaşmalıyız?
Etiyopya’da Tigray Halk Kurtuluş Cephesi (TPLF) başkente doğru ilerlerken ordudan yüzlerce askerin, cephe militanlarına teslim olduğu görüntüler gördük. Sudan’da ise Askeri Konsey, geçiş hükümeti başbakanıyla birlikte bazı bakanları tutuklayıp darbe yaptı. Bunun karşısında günlerdir süren bir halk direnişi var.
Gündemimize düşen bu haberlere sevinmek veya endişelenmekten daha önemli bir konu var: Dersler çıkarmak.
Bunun için yaklaşık 150 yıl geriye gidip kapitalizmin ilk büyük krizi olan Uzun Depresyon’dan başlayarak, tarihteki bazı kilit noktalara dokunarak tarihsel akış içerisinde bugünü ele almaya çalışacağım. Bunu yaparken özellikle kapitalizmin son büyük krizine kadarki süreci ele alacak ve bugünün Sudan’ına konuyu hızla getirip bu yaklaşık 130 yıllık süreci maalesef derinlemesine konuşmadan geçireceğim. Bu konularla ilgili yayınevimizden de çıkan önemli kaynaklar bulunmakta. Ayrıca ayrıntılı bir araştırmayla bu konular derinleştirilebilir.
1- Uzun depresyondan Birinci Dünya Savaşına
Kapitalizmin ilk büyük krizi “Uzun Depresyon” olarak anılıyor. Bu krizin başlangıcı 1873 yılında Viyana Borsası’nın çöküşüne dayandırılıyor. Krizin nedenlerine dair çeşitli iddialar ortaya atılıyor. Kimi tarihçiler krizi Fransa-Prusya savaşına dayandırırken kimileri krizin çıkış sebebinin, o dönemde paranın değerini belirleyen altın miktarında yaşanan kıtlık ve ABD’nin sıkı para politikaları olduğunu savunuyor.
Kapitalizmin yaşadığı bu ilk kriz, 1914’te başlayan Birinci Paylaşım Savaşı’na kadar sürüyor. Hatta bu savaşın, krizden çıkış yolları arayan emperyalist devletlerin pazarını genişletme rekabetinden kaynaklandığını söylemek mümkündür.
Birinci büyük savaş öncesinde kapitalist dünyanın liderliğini, kapitalizmin ilk ev sahibi de olan İngiltere yapıyor. Bu koşullarda pazar rekabeti, paylaşım savaşına dönüşüyor. Milyonlarca insanın öldüğü ve yerkürenin çok büyük bir kısmını harap eden bu savaş yarım kalıyor.
Birinci büyük savaşı bitirip paylaşımı yarım bıraktıran şey ise proletaryanın tarihte ilk defa kendini yönettiği bir devlet kurduğu Ekim Devrimi oluyor. Sosyalizm savaşı bitirmişti ama paylaşım yarım kalmıştı.
2- Büyük Buhran’dan İkinci Dünya Savaşına
Kapitalizmin ikinci büyük krizi ise Büyük Buhran’dır. Kapitalist dünyada İngiliz hegemonyası sürüyor ama sorgulanmaya başlanıyordu. İlk savaşta tahribat ve yenilgiler yaşanmış ve yaralar henüz sarılmamıştı.
Savaştan sonra paraya acil ihtiyaç duyan Avrupa ülkeleri, altın standardını terk ederek karşılıksız para basmaya başladılar. Avrupa ülkelerinin bu hamleleri, altın rezervinin ABD’de toplanmasına neden oldu. Bu büyük servet birikimi ekonomik sıçramaya, borsanın aşırı hızlı büyümesine ve bütün yatırımların borsaya yapılmasına neden oldu.
Altın girişini özendirmek için uygulanan politikalar balonlar oluşturmaya başlarken ekonomik faaliyetler gerilemeye başladı.
Bu gelişim sonucu, 1929 yılında borsada gerileme başlarken bir günde 4 milyar doların üzerinde kayıp yaşandı. ABD’de daha kısa sürse de binlerce bankanın battığı kriz, 1936 yılına kadar yoğun tempoyla devam etti. 1936’da ise Keynes’in önerisi sonucu devlet müdahalesinin artmasıyla biraz yavaşlamaya başlayarak, ikinci Dünya Savaşı’na kadar sürdü.
İki büyük savaşın birbirine benzer nedenleri olmakla birlikte, onları birbirinden ayıran temel fark Sovyetler Birliği’nin varlığıydı. Savaş öncesine gene derin bir ekonomik kriz ve buhranla gelinmiş; ekonomik bunalım ve ilk savaştan daha yaralı çıkarak pazar rekabetinde geriye düşen Almanya, İtalya vb. ülkelerin rakiplerine yetişme çabaları durumu kızıştırmıştı.
Hem Birinci Paylaşım Savaşı öncesinde hem de İkinci Dünya Savaşı sonrasında tazminata mahkum edilen ve aşağılayıcı koşullarda anlaşma yaptırılan Almanya’nın durumu, Alman burjuvazisinin sözcüsü Naziler için kullanışlı bir propaganda aracına dönüşmüştü.
Ancak bu seferki savaşın en ayırt edici noktası, proletaryanın sömürüyü ve sınıfları ortadan kaldırma potansiyelinden ödü kapan emperyalist kampın; küresel ölçekte, karşı devrimci bir saldırı anlamına gelen niteliğiydi.
Savaş sırasında faşistler Sovyetler Birliği üzerine sürülmüş, Naziler Moskova kapılarına kadar dayanmıştı. Ancak Sovyetlerin direnerek Nazileri püskürtmesi ve Berlin’e kadar Almanya’yı kurtarması üzerine emperyalistler savaşa daha aktif müdahale etmiş, Japonya’ya atılan atom bombaları savaşın sonunu ilan etmişti.
Tarih tekerrür etmiş, sosyalizmin güçleri ikinci büyük savaşı da bitirmişti.
3- Savaş sonrası hegemonya el değiştiriyor
İki büyük savaş sonrası yıkıma uğrayan Avrupa, savaşı kendi sınırlarından uzakta tutan ABD’nin vereceği kredilere muhtaç duruma geliyor. ABD diğer emperyalist güçlere kredi veriyorken rakiplerine kıyasla daha az yıprandığı için, bugüne kadar emperyalist cephenin hegemon gücü olan İngiltere’nin yerini devralmaya başlıyor.
Bu aynı zamanda, komünizme karşı savaş konusunda da kapitalizmin mücadelesini komuta etmek anlamına geliyordu. 1947’de Marşal Planı ve Truman Doktrini devreye sokulurken, 1949’da NATO kuruluyordu.
Komünizme karşı savaş yöntem değiştirmişti. Devrimin yayılmasını engellemek için planlar yapılmış, Türkiye ve Yunanistan gibi birçok ülkeye ekonomik yardım yapılarak bu ülkeler ileri karakol haline getirilmişlerdi. Antikomünizm en ileri çıkan politika olurken, bu politikaya destek olanlar NATO tarafından güçlendiriliyordu.
4- Sosyalizmin prestiji yükseliyor
İki büyük dünya savaşını bitiren, sömürü çarkına büyük bir darbe vuran ve karşı devrim saldırısından ayakta kalarak çıkan Sovyetler Birliği ve sosyalizmin güçleri dünya ölçeğinde büyük bir prestij kazanmıştı. Yerkürenin her yerinde sosyalist mücadele güç kazanmaya başlamıştı.
1949’da Çin Devrimi gerçekleşmiş dünyanın üçte birine yakını kızıla boyanmıştı. Ayrıca Asya, Afrika ve Latin Amerika’da sosyalizan karakterli ulusal kurtuluş mücadeleleri de yükselişteydi. Japonya, İtalya gibi emperyalist ülkeler de dahil olmak üzere; Endonezya, Vietnam, Laos, Gana, Yunanistan vb. birçok ülkede komünistler hızla güç kazanıyordu.
Çin, Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya dışında; Latin Amerika, Asya ve Afrika’da gelişen bu direniş üçüncü dünyanın direnişi olarak isimlendirildi. Kendi tarzında bir mücadele ve sosyalizm anlayışı ortaya koyan bu topraklar, aynı zamanda soğuk savaşın çarpışma alanı olmamak için kendini Doğu Blok’unda tarif etmemeye ve kapitalist saldırganlığın hedefi olmamaya da çalıştı.
Ancak dananın kuyruğu kopmak üzereyken ABD, NATO ve emperyalist kamp hızla komünist avına çıkmakta tereddüt etmedi. Ayrıca Varşova Paktı’na uzak kalan bu eğilim, emperyalizm tarafından her fırsatta cezalandırıldı.
Afrika, sosyalizan karakterli bu ulusal kurtuluş hareketlerinden en fazla payını alan kıtalardan biri oldu. O güne kadar sömürge altında olan kıtada, sömürgeci güçlere karşı başlayan mücadeleler teker teker bağımsızlık kazanmaya başladı. İlerlemeye başlayan dekolonizasyon süreci karşısında daha fazla direnemeyeceğini anlayan sömürgeci güçler, bu bağımsızlıkları tanımaya başlayıp yeni sömürgecilikle bu ülkeleri ekonomik olarak kendine bağlı tutmaya devam etmeye çalıştı.
Bu sırada emperyalist güçler, bir diğerinin sömürgesinde gelişen bağımsızlık mücadeleleriyle bağ kurarak yeniden dağıtılan pastadan daha fazla pay almaya çalışıyor ve birbirlerini de boğazlıyorlardı. Ancak sosyalizmin dünyadaki varlığı, kıtadaki hareketlerin elini güçlendiriyordu.
Burkina Faso, Gana, Sudan gibi çok sayıda ülkede ikili iktidar durumları oluşmuş ve hatta ileri ve/veya geri birçok yönleri olsa da sosyalist güçler avantajlı konuma gelmişti
Bu sırada Keynesyen politikalar arka plana atılarak neoliberal politikalar devreye sokulmuş ve ilk olarak, ABD’nin laboratuvar olarak kullandığı Şili’de uygulanmaya başlanmıştı.
Afrika’da da eski sömürgeci güçler, işgal ve saldırılarını artık uygarlaştırmak ve demokrasi götürmek adı altında yapmaya başlamışlardı. Bu süreçte küresel ölçekte milyonlarca komünist, işçi önderi, halk önderi ve onlarca devlet başkanı ve komünist önder suikaste uğramıştı.
Ayrıca sosyalizme karşı emperyalizm, NATO ve ABD eliyle yeşil kuşak projesini üretti. İslam’ı komünizme karşı bir araç olarak kullanmak üzere cihatçı örgütler örgütlenmiş, finanse edilmiş ve sahaya sürülmüştü. El Kaide, Taliban, IŞİD, İhvan, Boko Haram vb. örgütlerin tamamı işte bu aynı tornadan üretildi.
Emperyalizmin bu saldırıları belli ölçekte sosyalizmin ilerleyişini yavaşlatsa da mesela Burkina Faso’da 1983’te Sankara ve arkadaşları iktidarı alıyordu. İlerleyiş durdurulamamıştı. Ta ki…
5- Sovyetler Birliğinin dağılması
Yirmi birinci yüzyıla girmeden hemen önce Sovyetler Birliği, ardında 73 yıllık büyük bir deneyim bırakarak yenildi. Bu yenilginin nedenleri, birçok başka yazının konusu oldu. O yüzden ben bu konuya değinmeyeceğim.
Nihayetinde sosyalizmin bu büyük yenilgisi, sadece SSCB’nin yenilgisi olarak kalmadı ve bütün dünyada devrimci mücadelenin üzerine çöktü. İşçi sınıfı ve devrimci hareket, bu durumun bütün ağır sonuçlarını yaşadılar.
Öte yandan sosyalizmin yenilgisi kapitalizmin zincirlerinden kurtulmasına ve aslına dönmesine neden olurken aynı zamanda kapitalist emperyalist cepheyi bir arada tutan komünizm tehdidi yapıştırıcısının da ortadan kalkmasına neden oldu.
ABD’nin hegemonyası artık bir ihtiyaç olarak hissedilmiyordu ve hegemonya sorgulanmaya başlandı. Emperyalist rekabet ve ilerleyen süreçte de paylaşım savaşı tekrar öne çıkmaya başladı.
Afrika’da ise birkaç on yıl öncesinde emperyalizme karşı Afrika’nın birliğini savunan Nkrumah ve Fanon gibi teorisyenlerin öncülüğünde, Afrikalı liderler ortak bir mücadele inşa etmeye çalışırken özellikle Sovyetlerin likidasyonu sonucu bu hareketler de büyük bir yenilgi yaşadı. Kıta emperyalist saldırganlık altında paramparça edildi.
Elbette Nkrumah, Biko, Sankara, Lumumba’nın mücadelesine sahip çıkılıyordu ancak çok büyük bir gerileme yaşandı.
6- 2008: Kriz bir daha kapıda
Kapitalist dünyanın sosyalizm tehdidinden kurtulması sonucu yaşanan büyük dönüşüm, sermaye hareketlerinin serbest kalması ve bütün dünyanın egemenlerin oyun alanına dönüşmesi gene bir kriz doğurdu.
Bu kriz mortgage kredileri ve ardından borsanın iflasıyla patlak vermişti, balon yeniden patlıyordu. Krizin önce ekonomik ardından siyasi etkileri açığa çıkmıştı. Bu kriz, ertelenmeye çalışılmasına rağmen bugün halen derinleşerek sürüyor.
Bu süreçte, önce emperyalist merkezlerde sonrasında ise bütün dünyada halk hareketleri oluştu. Bu hareketler ideolojik olarak bulanıktı. Sosyalizmin düşen prestijinin de etkisiyle ne istediğini bilmeyen, itiraz yönü önde hareketlerdi.
Halk hareketleri bölgemize ve Afrika kıtasına 2010’da Tunus’ta giriş yaptı. Gezi Direnişini de kapsayan bu isyan dalgası Kıta Afrikası’nı da sardı.
7- İsyan dalgası bölgemizde
İsyan süreci Tunuslu Bouazizi’nin kendini yakmasıyla başlamıştı. Hemen ardından Mısır, Bahreyn, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya yayılarak alanını genişletmişti. Yaşanan neo-liberal saldırıya karşı yaygın, sürekli ve kitlesel bir itirazdı. Diktatörler devrildi, isyanlar sürüyor.
Mısır’da Mübarek ve Mursi, Sudan’da Beşir, Tunus’ta Bin Ali, Cezayir’de Buteflika ve dahası bu öfkeden payını aldı.
8- Ve Sudan
Ülke kuruluşundan beri; öğrenci hareketi, işçi grevleri ve ulusal kurtuluş hareketlerine sahne oluyor.
Komünist Parti’nin ülke tarihinde önemli bir yeri var. 1956’daki bağımsızlığına kadar mücadelede Sudan Ulusal Kurtuluş Hareketi olarak yer almış, 1946’da ise Sudan Komünist Partisi adını almıştı.
Mısır’dan bağımsızlığını kazanan ülkede kitle hareketi gelişmiş ve karşı-devrim, bu kitle hareketine 1958’de kurulan askeri hükümetle cevap vermişti.
1964’te Hartum Üniversitesi’nde yapılan panele saldıran polis, iki öğrenciyi öldürmüş ve tepki eylemlerinde ölü sayısı artmıştı. Bu durum isyanı tetiklemiş, cunta dağılmış, sivil bir geçiş hükümeti kurulmuştu. Komünistlerin çoğunlukta olduğu bu hükümete 1969’da darbe yapıldı.
Cunta lideri Nimeyri 16 yıl boyunca ülkeyi yönetti.
1993’te Güney Sudan hareketinin öncüsü olan Sudan Halk Kurtuluş Ordusu ile yapılan çatışmalar sırasında Beşir, darbeyle iktidarı aldı. O da yeşil kuşak laboratuvarından yetişenlerdendi. Gelişen son halk hareketiyle devrilene kadar ülkeyi yönetti.
Sudanlı Profesyoneller Birliği(SPA)’nın 2019’da yayınladığı bildiriye imzacı olan ve yaklaşık olarak bütün muhalefeti kapsayan Özgürlük ve Değişim Güçleri inşa edildi.
Askeri konseyle yapılan görüşmeler sonrası, bileşenleri ordu ve siviller tarafından ortak belirlenecek bir geçiş hükümeti konusunda anlaşıldı.
Hamdouk yönetiminin tavırları, ABD ve İsrail’le geliştirdiği ilişkiler ve devrimin taleplerine uygun hareket etmemesi eleştiriliyordu. Muhalefet ittifakındaki ilerici güçler ve komünistler, devrimin taleplerini yerine getirmesi için hükümete baskı yapmaya başlamıştı.
Sudan Komünist Partisi de o dönem ittifaktan çekilmiş; daha eskiden beri üyesi olduğu ulusal konsensus güçleri ve Sudan’daki Afrikalı halkların direniş örgütleri olan SLMA gibi gerilla örgütleriyle de direnişi sürekli ve sokağı hareketli kılmak için anlaşmış; ortak açıklamalar yapmıştı.
Nitekim geçtiğimiz günlerde, 21 Ekim’de yapılan eylemler çok coşkulu ve kitlesel geçiyor; devrimin taleplerinin yerine getirilmesine çağırıyordu.
25 Ekim’de ise eski yönetimin kalıntılarından oluşan askeri konsey Hamdouk’u da tutuklayıp darbe ilan etti. O günden itibaren ısrarlı ve coşkulu bir halk hareketi sürüyor. Geçiş hükümetini tamamen eleştirmesine rağmen cunta, şu an ısrarla itiraz ettikleri bir konu haline geldi. Ancak devrimin taleplerini de unutmuyorlar.
Şu anda süren direnişin sözcüsü durumunda Sudan Profesyoneller Birliği bulunurken örgütlenmesi ise ağırlıklı olarak direniş komiteleri aracılığıyla yapılıyor. En temel yöntem olarak sivil itaatsizlik ve politik grevi kullanıyorlar ama sokakların tamamını da barikatla çeviriyorlar.
Sudanlılar verdikleri şehitlerle birlikte devrimi büyütmek konusunda ısrarlarını gösteriyor.
9- SKP: Aralık devriminin talepleri için mücadeleye!
Sudan Komünist Partisi, 29 Ekim tarihli açıklamasında halk direnişini büyütmeye çağırdı:
Amacın, askeri komite tarafından engellenen Aralık devriminin hedeflerine ulaşmak olduğunu belirten SKP; siyasi tutsakların serbest bırakılmasını isterken, işkencehanelerin yeniden kurulma tehlikesine dikkat çekiyor.
Darbeye direnmek için mümkün olan en geniş cepheyi kurmak adına görüşmeler yaptığını belirten Parti; Direniş komiteleri, Yönetim Komiteleri, Talep Komiteleri, tüm kitle örgütleri, Sudan Profesyoneller Birliği ve tüm sivil güçleri bir araya gelmeye çağırdı.
Devrimci bir programın etrafında seferberlik çağrısı yapan SKP, eski yönetimin kalıntılarını tasfiye edip yargılamayı hedefleyen ve İMF’nin politikalarından uzak bir politikayı benimseyen bir hat öneriyor.
Komünist Parti bu hedeflere ulaşmak için barışçıl yürüyüşler, protesto grevleri, nöbetler de dahil olmak üzere çeşitli biçimlerde kitlesel hareketi büyütmenin ve darbeyi hem yurtiçi hem de yurtdışında kuşatmanın gerektiğini belirtirken; kitlenin bu gücünü silah olarak kullanarak genel politik grev, sivil itaatsizlik ve darbeyi püskürtene kadar ayakta kalma çağrısında bulundu.
10- Çıkarılması gereken dersler
İlk olarak kitlesel hareketlerin coşkusuyla, ideolojik olarak bulanık olan halk hareketlerinin netleşmeye başladığını söyleyebilirdim. Ancak bunu ifade etmek için çok ilerleme sağlamak gerekiyor. Ama Sudan örneğinde olduğu gibi, hareketin kendi taleplerini yaratmaya başlaması ve SKP’nin etrafında tamamen kenetlenmese de birikmeye başlaması en azından tozların inmeye başladığını anlatıyor.
Ne istemediğini bilen bu halk hareketleri kendi hayali ve isteklerini örgütlemediği sürece bir miktar yönsüz kalacaktır.
Bu arada herhangi bir coğrafyadaki halk hareketini veya egemenlerin taktiklerini analiz ederken aklımızdan, hegemonyanın bir daha dağıldığı bilgisini çıkarmamamız gerekiyor. Tıpkı Birinci ve İkinci Büyük Savaşların sonrasında yaşandığı gibi…
Bir dünya savaşının daha öngünlerinde yaşarken ortaya, yönetme krizleri ve iktidar boşlukları çıkıyor. Bu durumda kendini, işçi sınıfını iktidara taşıyacak şekilde hazırlamamak; kafa karışıklığıyla hareket etmek yenilgi anlamına gelecektir.
Bazı zamanlarda ise siyasi boşluklar iki sınıfı eşit avantajlı konuma getirir. Burjuvazi ile aramızda yenişemediğimiz bu dönemler ikili iktidar dönemleridir. Avantajlı da olsak dezavantajlı da olsak, bu durumda unutmamamız gereken şey ikili iktidar durumunun geçici olduğudur. Yani bu durumu sınıfın lehine değiştirip ikili iktidar durumunu yok etmek zorundayız.
Ayrıca burjuvazinin kültürel, ideolojik, ahlaki ve örgütsel kalıntılarını da ortadan kaldırmak ve burjuvaziyi tamamen tasfiye etmek vazgeçilmez bir konudur.
Son olarak devrim avantajlı konuma geçse ve başarılı olsa dahi, ulusal sınırlarına kapandığında; içerde çürüme ve emperyalizmin saldırganlıkları tehlikeleriyle yüzleşmek durumunda kalıyor. Kendini, en başından itibaren dünya devrimci hareketinin bir müfrezesi ve devrimini dünya devriminin bir parçası olarak örgütlemeyen her hareket yenilginin sınırlarında yaşayacaktır.
Bunlar tarihten ve öncüllerimizin mücadelesinden süzdüğümüz şeyler olarak, kolay olmayan ama unutulmaması ve örgütlenmesi gereken durumlar.
Evet henüz varmak istediğimiz yere örgütlenme düzeyi olarak uzağız ama kötü gittiğimiz de söylenemez. Ve süreklilik içinde kesikliklerle ilerleyen zamanın neresinde olduğumuz da güzel bir tartışma konusu.