Tam olarak kapitalistleşememiş her toplumsal ilişki formuna sahip çıkmalıyız. Hiçbir yerleşik davranış, alışkanlık üç günde terk edilmez elbette. Bir süre sonra yine gidilecek aynı mekânlara, buna kuşku yok. Mesele, yaşadığımızın, bir insanın hak ettiği yaşam olmadığını akıldan çıkarmamakta. Neyi hak ettiğimizi düşünüyorsak onun için emek harcamakta.
Kapılarında yoksul gençlerin nöbet tuttuğu o son derece korunaklı büyük sitelerin en sevimsiz ve soğuk yanı, esnafa ve tabii en yakınımızdaki esnaf olan ‘bakkallara’ mesafesi. Sosyal mesafe, sınıfsal mesafe, fiziksel mesafe, siyasal mesafe vb. diyebiliriz buna. İnsan, evden çıktığında, kendisine birlikte yaşadığı diğer insanların varlığını hatırlatan bir şeyler görmeli. Oysa bir iki Anadolu kasabasının toplam nüfusuna sahip devasa site ve gökdelenler, o kalabalık içinde akıl almaz bir iletişimsizlikle malul. Tamam, bazılarında havuz, spor salonları, özel kafeteryalar vs. var ama samimiyet için öncelikle pide kokusu gerekiyor.
Ayrıca son yıllarda orta sınıf biraz palazlanmaya başladığında değişmeye yüz tutmuş olsa da, bizim millet öyle pek yüzme, tenis ve spor meraklısı değil. Yürüme bandı bir ara ‘milli’ değerimiz olmak üzereydi, ancak ‘manevi’ yönümüz ağır basınca iki üç kullanımdan sonra katlanıp yatak odası kapısının arkasına bırakıldılar. Yalan olmasın, hayatı boyunca sürekli yürüyen ben bile yıllar önce bir bant almıştım. Ankara’da ayaz çok sert olduğunda yolda yürümek zorlaşıyordu, o günlerde kullanmak için. Fakat daha ucuzundan, ‘elektrikli olmayan’ (!) çeşidindendi. Çok saçma gelecektir tabii, muhtemelen hiç görmediniz böyle bir şey. Zaten elektrikli olmayan yürüme bandında yürünemediğini birkaç günde fark edip aceleyle iade etmiştim. Hâlâ böyle bir acayipliğin neden üretildiğini ve kimlerin kullandığını anlamış değilim!
Diyeceğim, mahalle ve komşuluk hissi veren çok önemli bir yurttaş kümesi, esnaf. Nalbur fena olmaz. Terzi şart. Yakında bir yerde eczane olmalı. Hiç olmazsa bir sokak uzaklıkta pastaneye ihtiyaç var. Kahve görmeli insan. Küçük bir lokanta. Emeklilerin, gençlerin ve KHK’li akademisyenlerin ‘takılacağı’ bir kafeterya. Ezcümle, insanın eve yaklaştığını hissettirecek bir şeyler, insanlar, vitrinler.
‘Bakkal’ ise ‘olmazsa olmaz’ unsur. Bunları sayarken,’ esnafın’ siyasi/kültürel düzlemde genellikle en tutucu ve zaman zaman en muhbir, rahatsız edici kesimi de içerdiğini hesaba katmıyor değilim. Her bakkal ya da nalbur, öyle tonton amca filan değil elbette. Örneğin, uzun süre ekmek reçel sattığı gençler bir gün polis baskınıyla evlerinden götürülürken vitrine hemencecik bayrak asıp alkış tutan esnaf cinsi, herkesin malumudur. Gerçi güçlü olanla ve hiç kuşkusuz ‘devlet olanla’ karşılaşınca yaltaklanmak ve hatta bunun doğal sonucu olan ‘muhbirlik’ eğilimi yaygın bir değerimizdir, herhangi bir gruba fatura etmek kolay değil. Örneğin bu konuda üniversite rektörlerinin sicili esnafınkinden çok daha bozuk olabilir! Esnaf hiç olmazsa işe yarıyor…
Okuduğunuz yazı bağlamında değinilmesine gerek olmayan tatsız tuzsuz durum ve insanlar bunlar. Burada iyi olanları, arkadaş olanları, hal hatır soranları ve yardım edenleri konu etmek istiyorum. Zira memlekette yeteri kadar kasvet var.
Nitekim mahalle ve komşuluk üzerine yazıyor oluşumun bir nedeni, söz konusu ağır kasvetli hava. Bir yandan salgın, ölümler, diğer yandan siyasetçiler ve kimi yurttaş kesimlerinin muhalife yönelik hali tavrı, eylemleri. Sürekli bu konularda gevezeliğin, birbirinin tekrarı olan yazıların, ne yazanın ne okurun akıl sağlığına bir yararı var. Zaten Türkiye, herkesin her şeyin farkında olup o herkesin her bir ferdinin, bir diğerine farkında değilmiş gibi davrandığı bir yer.
Öyle ya, ömrümün son otuz yılını neredeyse aynı siyasetçi ve iktidar mensuplarının, yeryüzünün demokratik bir memleketinde hiç kimsenin dinlemeye tahammül etmeyeceği ifadelerini işiterek geçirdim. On yıl arayla aynı şeyleri tekrar ediyor ve bunu, bir insan evladı ilk kez dile getiriyormuş bilgiçliğiyle yapıyorlar. Bakın, ‘ileri demokratlar’ dağa taşa ‘Türk’ yazmaya başladı yine. 18 yılın sonunda 30 yıl öncesine dönmek az buz başarı değil, kabul etmeli! Yakında “Aslında Kürt diye bir şey yok, onlar dağ Türk’ü, karların üzerinde yürürken kart kurt…” derler mi sizce? Derler tabii, neden olmasın, Kenan Paşa’nın ruhuna gider, fena mı olur! Böyle bir yerde nasıl olur da sürekli güncel siyaset ve anayasa sorunları üzerine yazar ki insan? Yarın göçüp gitsem şu dünyadan, öte tarafta “ömrünün yarısında ne yaptın?” diye soracaklar ve ben “vallahi işte Bahçeli, Gökçek filan üzerine konuştuk, ha bu arada Turgut Özal da Kürt’müş!” diyeceğim. Zebaniler, yaşamını böyle ziyan etmiş birini cehennemin dibine atsa, yeridir!
Mahalle, komşuluk, günlük yaşam pratikleri vs. yazılarının bir nedeni daha var: Türkiye’deki siyasal-sosyal açmazlar ile günlük yaşam pratikleri arasındaki güçlü bağlar. Selam vermeyen komşu ile onun oy verme eğilimi ve olup bitenleri yorumlaması arasındaki ilişki gibi, örneğin. Geçenlerde mahallemizin sevgili bakkalı, gazete satışları üzerine sohbet ederken, “Sözcü alanlar çok gergin, Sabah ve Yeni Şafak okurları da mutsuz ve memnuniyetsiz,” deyiverdi. Bu kadar mı güzel teşhis edilir Türkiye ahalisi!
Bu nedenle, garsonluk hikâyeleri anlatırken garson-müşteri ilişkisiyle demokrasi arasındaki bağdan söz etmiştim. Sonuç olarak çeşitli komşuluklarla da, hem ‘iktidardaki siyasal güç’ hem de genel anlamda iktidar ilişkileri birbiriyle yakından ‘iltisaklı.’ Geçen haftaki ‘selamsız komşular’ yazısının hemen ardından Ümit Kıvanç, sağolsun benim yazıma değinip bu kez ‘selam vermeyen tanıdıklar’ üzerine çok güzel bir yazı kaleme aldı. Söz konusu davranışları çeşitlendirmek mümkün. Bunlar, hiç önemli değilmiş gibi görünen, buna mukabil toplumsal-siyasal yaşantıyı derinden etkileyip belirleyen konular. Bu nedenle, bence her bir ayrıntı üzerinde durmakta yarar var. Ya da, ‘zararı yok’ diyelim!
Genel olarak esnaf, özelde bakkallarla (küçük marketler de bu sınıflandırmada yer alıyor) yarenliği sevmemin temel nedeni muhtemelen esnaf çocuğu olmam. Yıllarca, neredeyse tüm yaşamını bir mahalle ve oradaki ilişkiler içinde geçiren insanları gözlemleme şansım oldu. En vahim ve en güzel yanlarını. Kesin olan şu ki, mahalle esnafı komşuluk ilişkilerinin merkezinde yer alır.
Çocukken bakkalımız Artvinli bir amcamızdı. Bizim evin altında, küçücük bir dükkân. Yaşıyorsa Allah uzun ömür versin, çok iyi biriydi. Yarım ekmekten yaptığı tostları unutamıyorum. Metabolizmam da unutmuyor ne yazık ki! Ankara’da son yaşadığım mahalledeki bakkalım ise Sivaslı bir arkadaşımız. Şehirleri özellikle söylüyorum, çünkü ikisi için de ‘memleket’ çok önemliydi. İlki hayli dindardı, sonuncusunun pek ilgisi yoktu. Yıllarca hemen her gün sohbet ettik. Çocuğu gözümün önünde büyüdü, üniversiteyi bitirdi. Ankara’dan uzun süre ayrılacaksam bir anahtar da ona bıraktığım olmuştur. Hiçbir endişe hissetmeden. Apartmandaki herhangi bir komşumdan çok daha yakın arkadaşımdı. Ne yazık ki geçen yıl ‘kahraman bakkalım süpermarketlere’ mağlup oldu, kapattı ve bir markette çalışmaya başladı. Son gidişimde yine sohbet ettik.
İstanbul’da yaşadığım mahallede iki bakkal-market ve bir minik süpermarket var. Hepsinin çalışanları birbirinden iyi insanlar hakikaten, büyük şans olmalı. Bakkalların biriyle çok samimiyiz. Gayet donanımlı, görmüş geçirmiş biri ve çalışanları birbirinden efendi gençler. Birinin geçen yıl çocuğu oldu. Uyuyamıyor haliyle. Sık sık bebek bakımı sohbeti yapıyoruz. Çok mecbur kalmadıkça sipariş vermek yerine kendim gitmeyi tercih ediyorum. Hem hal hatır sormuş oluyorum, hem de doğrusu zamanım varken sipariş vermeyi yadırgıyorum.
‘Sipariş’ konusu başlı başına yazıyı hak eder! Neler dinliyorum bizimkilerden, inanamazsınız. Yaşlı başlı, rahatsızlığı olan insanları anlıyorum tabii ve market çalışanları da bu konuda gayet anlayışlı. Fakat hiçbir engeli yokken, sırf üşendiği ve bunu kendinde hak gördüğü için bir şey sipariş edenlere tahammül etmesi zor. Yüzlerce metre ötedeki bir apartmandan arayıp sigara ya da bir şişe su istemek! Bu düpedüz küstahlık, başka bir şey değil. Bakkalımı, fazladan ücret talep etmeye ikna etmeye çalıştım, olmadı. Hatta “İstersen bir gün ben gideyim siparişlere, konuşurum kendileriyle” dedim ama bunu da kabul ettiremedim! Bahşiş alıyor mu çocuklar bu eziyet karşılığında? Hayır ya da pek az. Çoğu müşterinin aklına dahi gelmiyor.
Şu sıralar inanılmaz bir tempoda çalışıyorlar. Akşam vakti uğradığımda yüzlerindeki yorgunluğu ve mutsuzluğu görebiliyorum. Sürekli hastalık riski de cabası. Kapıya ‘sosyal mesafe’ uyarısı asmışlar ama okuyan yok. Siz kapıda bekliyorsunuz. İçerideki müşteri çıksın, gireceksiniz. O esnada biri gelip size domates kasası muamelesi yaparak içeriye giriyor. Aklım almıyor bu davranışları. Hem bakıyorum, sizi görmezden gelerek içeri süzülen müşterinin görüntüsü millet ittifakı yani ‘demokrasi bloku’ izlenimi de veriyor. Tanımadığım insanlarla konuşma başlatmama prensibim gereği, bir şey söylemeden çıkmasını bekliyorum. Bazen üç dakika bazen on. Kimi müşteriler, kuyruktakilerin o gün kendisini izlemek için geldiğini düşünüyor muhtemelen. İşin tek zevkli tarafıysa, sonrasında dedikodularını yapmak!
Örneğin, bazı müşterilerin selam vermemesinden ve kesinlikle teşekkür etmemesinden çok rahatsız bakkaldaki, marketteki arkadaşlar. Ben de tanık oluyorum böylesine. Adam selamsız sabahsız giriyor dükkâna ve söze, tabii ki ‘sen’ diyerek başlıyor. Oysa yalnızca bazı mağazalardaki tezgâhtarlar ile emniyet ve yargı mensupları, tanımadıkları insana ‘sen’ der bu memlekette. Bu da normal bir durumdur, çünkü ortalama yurttaş anasının karnından biraz da, emniyetçiler ve bağımsız yargı kendilerine kaba saba muamele edebilsin diye çıkmıştır. Malumunuz, karşısındaki yurttaşa kazara ‘siz’ diye hitap eden yargıçlar, HSK yaptırımıyla karşılaşır. Ağır bir kural ihlalidir bu tür bir nezaket, o kurumun kültüründe! Her neyse… ‘Sen’ diyerek başladığı alışverişi, ‘iyi günler’ dilemeden bitiriyor. Böyle birini, kuyrukta önünüze geçtiği için uyarır mısınız?
Özellikle şu günlerde çok daha anlayışlı, zarif davranmalı mahalle esnafına, bakkalımıza, marketlerdeki gençlere.
Yeri gelmişken… Zincir marketlerin çalışanları daha talihsiz. Bizim bakkalın yanında, şöhretli market zincirinin minik bir halkası mevcut. Beş-altı genç çalışıyor. Üç küsur yıldır aynı çalışanlar olmakla birlikte, o üniforma ve çalışma mekânı, çalışanlar ile müşteri arasına bir ‘firma mesafesi’ koyuyor sanırım. Akıl almaz bir sömürü çarkı içindeler. Pınar Öğünç’ün söyleşilerini okuyorsunuzdur. Üç otuz ücrete köle gibi çalışan gençler ve şikâyet ettikleri an kapı dışarı ediliyorlar, çünkü o kapının önünde bekleyen başkaları var. Sanayi Devrimi yılları İngiltere’sindeki manzaralar gibi. Bakkallardan farklı olarak, market çalışanlarıyla sohbet edip hatır soran neredeyse yok. Oysa komşularımdan ve arkadaşlarımdan çok daha fazla görüyorum o insanları. Ola ki ihmal ediyorsanız, belki biraz daha fazla hal hatır sorabiliriz. Bir de, bir akşamüstü tatlı götürebiliriz örneğin, Ramazan’da güzel olur.
Tam olarak kapitalistleşememiş her toplumsal ilişki formuna sahip çıkmalıyız. Hiçbir yerleşik davranış, alışkanlık üç günde terk edilmez elbette. Bir süre sonra yine gidilecek aynı mekânlara, buna kuşku yok. Mesele, yaşadığımızın, bir insanın hak ettiği yaşam olmadığını akıldan çıkarmamakta. Neyi hak ettiğimizi düşünüyorsak onun için emek harcamakta.
Gökdelenler yerine makul yükseklikte zevkli binalardan oluşan şehirler; AVM’ler yerine nefes alınabilecek cadde ve sokak mağazaları ile semt parkları; devasa marketler yerine daha küçük market ve bakkallar. İnsani şehirler. Kapkaççı müteahhit kapitalizminin dayattığı, bizleri sohbetten, yarenlikten, insanlıktan mahrum eden ne varsa, karşı çıkmalı. Reddetmeli. İnsani olanı talep etmeli.
Küçük esnafın-bakkallarımızın da, kıymetlerini bilmemiz gereken insanlar ve ihtiyaç duyduğumuz komşularımız olduğu artık daha açık görülmeli.
Çok yaşasın komşu bakkallarımız, küçük marketlerimiz ve çalışanları…
- Oyun önerisi: Uzun yıllar önce Ortaoyunculartarafından sahnelenen bir ‘dönem’ klasiği: Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı https://www.youtube.com/watch?v=87ZGdyvtXpk
- Yazı önerisi: Tezcan Karakuş Candan’ın, salgın ve şehre dair düşündürdükleri üzerine güzel yazısını buraya bırakıyorum. https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2020/05/08/pandemi-kent-mekan-yasam-ve-gelecek/
- Önemli bir bilgilendirme:Pınar Öğünç’ün yazı dizisindeki konulardan biri “salgın esnasında çıldıracak düzeye gelmiş psikologlar” üzerineydi.“Madalyon Psikiyatri Merkezi” adlı ruh sağlığı kuruluşunda çalışan beş psikolog, Pınar Öğünç’ün yazısını sosyal medya hesaplarında paylaşınca işten çıkarılmış! Hakikaten akıl fikir alır gibi değil. Türkiye Psikologlar Derneği bir açıklama yayınladı. Bu rezil haber, bir de benim yazımda yer alsın istedim.