Monarşiyle boğuştuğumuz yıllardan bu yana, sosyalistlerin Anayasa hakkında “sınıf ve devlet” üzerinden konuşması adettendir ama izin verirseniz ben biraz geriden başlayacağım.
Her birimizin, hafifçe kendini yoklayarak hemen kavrayabileceği üzere insan oldukça talepkar bir canlıdır. Aralarına –sonu gelmez- oyuncu arzular ve tutkulu talepler serpiştirilmiş temel ihtiyaçlarımız vardır. Dünyada geçici bir süreyle var olmaktan kaynaklanan sınırlı gücümüzü, genellikle en yakınlarımızdan başlayarak, topluluk üzerinde dener ve tatmin olma umudu besleriz: Anne, baba, kardeş, evlat, sevgili, dost, komşu bizi anlasın, ihtiyacımıza yanıt versin; yabancı da –kolaylaştırmayacaksa bile- saygı duysun, engel olmasın isteriz. Ailenin ve yabancının tanımı her çağda değişir elbette.
Yaşamak mesela: Eninde sonunda ölüneceğini bildiğimize göre, aslında basitçe “öldürülmemek” isteği diyelim buna. Yetmez; beslenmek, barınmak, sağaltılmak, oynamak, eğitilmek, çalışmak, seyahat etmek, üremek… Kendimizi güvende hissetmek isteriz.
Bunlar türümüzle yaşıt talepler; çoğunu yaklaşık iki buçuk milyon yıldır istiyoruz ve her kuşakta payımıza düşen kadarını alıyoruz. Payına hiçbir şey rastlamadan gelip gidenler de az değil.
Doğada ayrı bir tür altında tasnif edilebilecek hale gelişinden bu yana yaklaşık seksen milyar insan “tekinin” yaşamış olduğunu sanıyoruz. Adına ömür denilen kişisel tarihlerindeki yoksunlukların, coğrafi çaresizliklerin, erken ve toplu ölümlerle iç içe geçmiş tatminsizliklerin; bolca insan kanıyla lekeli bu devasa ipek halının sık örgüsünde soluk birer iplikçik gibi sırıttığı doğruysa da insanlık tarihinin varlığı, en azından türsel topluluk düzeyinde asgari başarıya ulaştığımızı gösteriyor: Evrim bizi elemedi.
Demek ki son zamanlarda sıkça niyet etmiş gibi davrandıysa bile, insan toplumu kendisini -şimdilik- topyekûn ortadan kaldırmadı ve doğanın bunu başarmasına da fırsat vermedi. Hala buradayız. Kıyamet mitleri bu varlığın sonsuz olmayabileceğini uzun zamandır hissettiğimizi, Adalet mitleri ise yaşamaktan elde ettiğimiz tatminin zayıflığını gösteriyor. İnsan tekinin sınırlı imkanı, tarihsel topluluğun yarattığı güç örüntüleri içinde genişleyip daralarak gelişti; ihtiyaçları ve tatmin yolları da öyle.
ANAYASAL HAK MI KADİM TÜRSEL ARZULAR MI?
Son birkaç yüzyıldır, en azından temel ihtiyaçlarımızın bir Anayasa tarafından güvence altına alınabileceğine hatta korkarım bizzat onun sayesinde sağlandığına, yani “Anayasal Haklarımız” bulunduğuna inanmaya teşvik ediliyoruz.
Yanlış. Çünkü bunlar bizim kadim türsel arzularımız: “hak” değiller ve ne varlıklarının ne de tatminlerinin hukukla dolayımsız bir ontolojik ilişkisi olabilir. Diyelim ki dolayımın kendisini, yani bir olgu olarak hukuksal işleyişi tespit ettik; bu halde bile ikna edilmeye çalışıldığımız faydanın fetiş karakterini ayırt edebilmeliyiz.
Gitgelli ve karanlık tarihinin sonunda, insanlığın arzu ve ihtiyaçlarını hukuksal düzene sokarak güvence altına aldığına mı inanıyorsunuz? Eğer, Tin’in kendisini nihayet dünya tarihinde tanıyarak “özne” olduğu ve yabancılaşmasından kendisine “Anayasal Devlet” halinde geri döndüğü düşüncesindeyseniz; işi Hegel’de bırakmayıp Marx’la devam etmelisiniz. Yoksa akıl zamana sabitlenir ve tarih -hiç değilse sizin için- sona erer.
Yahut şöyle söyleyelim; bu arzuların karşılanması için iradi kararla bir araya gelmiş falan değiliz, bilakis milyonlarca yıldır topluluk halinde evrimleştiğimiz için arzularımızı ifade ve tatmin yollarımız toplumsal.
Bir sözleşme kurgusu -hatta neredeyse simülasyonu- olarak Evrensel Anayasa imgesi tam bu nedenle sahtekarcadır ve hilesi ait olduğu daha büyük bir çağdaş fetişe, hukukun içine gömülü olduğu için kolay kandırır.
Aslında Anayasa, “haklar” meselesindeki sahteciliği bir yana bırakıldığında dahi ciddiyetsiz bir belgedir. Sizi yaptığını iddia ettiği “insan vatandaş özne” safsatadır. Bunun “Herkes” diye çağırdığı veya “Hiç kimse” diye parmak salladığı biz değiliz, bir muhayyel cemaat. Bazen “ulus” da dedikleri bu kavram; “belli bir siyasal iktidarın egemenlik alanında yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olanların tümünü” imleyen bir belgisiz zamirden ibaret.
ISLIĞA DÖNEN İYİ VATANDAŞ
Bugün, buradaki-bizden söz edilmediği neredeyse kesindir. Neredeyse diyorum çünkü kalabalığın içinde herhangi bir hakkın çağrısını -ıslık sesi gibi- duyarak “Bana mı seslendiniz?” diye dönen hiçbir politik özneye cevap verilmez ancak yine de her ıslık sesine hukuksal bir özne olarak dönmeniz beklenir. Dönmekle iş bitmez, varlığınızın bir kipi sizi mutlaka güvenli alanın dışında bırakacaktır. Yaşam hakkının engellediği “sizin öldürülmeniz” değildir; vücut bütünlüğünü koruyan hak “sizin bedeniniz” ile ilgisizdir, seyahat hakkının öngördüğü “sizin şimdi oraya” gidebilmeniz değildir. Geçtim etnik, cinsel, kültürel, dinsel, politik hallerinizi, kitabın orta yerinde duran mülkiyet hakki “sizin mülk edinebilmeniz” değil mal sahibinin sizden sakınılması hakkındadır ve açlıktan ölüyor bile olsanız, bu böyledir.
İhtiyaçlarımızın simülasyonu olarak hak, ıslık çalabilen bir hayvandır; o ıslığa dönmek sizi vatandaş yapar. Hatta -mesela trafik cezası yediğinizde- sistemin çalışıyor olmasına sevinmek sizi “iyi vatandaş” yapar. Eminim iyi vatandaşların da yapabileceği pek çok eğlenceli şey vardır ancak bu ıslık çalan hayvanı çağırıp kafasını okşamanıza izin verildiği anlamına gelmez.
Hayvan oradadır, hep biraz uzakta. Görülmediğinde de duyulabilir. Çağrılmak değil çağırmak konusunda eğitilmiştir ki bu sizinkinden farklı bir terbiyedir. Hak fikri aracılığıyla, hangi kritik anlarda sadece vatandaş değil insan da olup olmadığınıza karar verebileceğini hatırlarsanız, yarı vahşi ve tehlikeli doğasını kavrayabilirsiniz.
Sizi adınızla çağırmak istemediğinde, gaz odasına, pamuk plantasyonuna, toplu mezara, rezervuar alanına, Akdeniz’de lastik bir bota veya basitçe söylenirse öteki dünyaya tesciller. Treblinka’da uyur Gazze’de uyanırsınız.
YOK MU YANİ ANAYASAL HAKLARIMIZ?
Yok.
Düşündüğünüz kadar sevimli ve evcil bir şey yok en azıdan. Şimdi bu garip yokluğun -yahut yokluğuyla var olmanın- ortasındaki boşluğu dokuyan geleneksel bir el zanaatı hakkında konuşabiliriz artık: Anayasalcılık.
Aklınızdan salt sahtecilikten söz ettiğimi geçirdiyseniz unutun, ideolojiden konuşuyoruz. Sadece özel olarak kandırılmayı arzu etmediğiniz sürece -aşkta bazen o kadarının da yeterli olduğuna inanılır- arzudan genellikle ihtiyacımızın tatmini talebini kastediyorum. Geçmişte ihtiyacımızı doğrudan doğanın (kendi doğamız da bunun içinde), dolaylı olarak Tanrı’nın, bizzat hükümdarın veya irademizin karşılayabileceğine inandırıldığımız oldu. Neyse ki hiç birine ikna olmadık ve bu sayede koca bir ipek halı dokundu, söküldü ve kanla lekelendi. Bugün de aynı teranenin “Anayasa’da hak olarak yazdığına” inanmaya teşvik ediliyoruz. Yanlış, çünkü onlar hak değil kadim türsel arzularımız dedim zaten ama sırf ikna olma isteğiyle bir yerlerde gerçekten haklarımızın yazıldığını düşünmenizden korkuyorum.
Öyle değil şöyle yazar: “(Anayasa)… hiç kimseye sosyal ve ekonomik haklarının gerçekleştirilmesini talep hakkı vermez.”
Terbiyesiz bir güzellikte ifade edilmiş. Çevirisi şu: Köpeği sevmeyin, siz onu değil ancak o sizi çağırabilir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, yukarıda sayılan arzu ve ihtiyaçların ezici çoğunluğunu “Sosyal ve Ekonomik Haklar” yan başlığında toplar ve henüz metnin girişinde yukarıdaki gerçeği yüzünüze acımasızca ifşa eder. Gerçekleştirilmesi talep edilemeyen belki de temenni edilebiliyordur yahut fantazya? Aşktaki gibi.
Birinizin “Yalnız bunlar ikincil haklar. Yaşam, özgürlük, vücut bütünlüğü falan böyle değil tabii…” demesini bekliyorum. Hukuk fakültesi birinci sınıfta dört kredi Anayasa dersi var sonuçta, bilgi ulaşılamaz değil. Dediyseniz, bizzat Anayasanın her türlü teorik tasnifinizi dağıtacak kadar cüretkar olduğunu hatırlatmama izin verin:
“(Bu Anayasada düzenlenen hakların)… hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya…” niyetliyseniz kullanılamaz. Hepsi, kısmen veya tamamen durdurulabilir, bunlara aykırı tedbirler alınabilir.
Bu, ayıp veya garip değildir. 1933-45 arasında Faşizm, ünlü 48. Maddesi dışında tek bir maddesine başvurmadan, ihtiyaç duymadan, değiştirmeden ve metni kırıp dökmeden Weimar Anayasası altında çalışmıştır. Bizdeki “niyet sorgusu” onun bir versiyonu.
HAKLARI İSTEME HAKKI
Gördüğünüz üzere bırakın taahhüt alabilmeyi, ihtiyaçlarımızın karşılanması temennisine razı olmak üzereyken “hak” formuna sokulmuş yaşamımız atmosferini suçlama havasına terk ediverdi. Hakkın öznesi olmaya çalışırken ceza hukukunun öznesi olmayı başardık. Hakkı tehdit ediyor ve onun tarafından tehdit ediliyoruz benim anladığım.
Avunmak -veya anayasayı savunmak- üzere; sadece kulağınızı değil bütün gövdenizi ıslık sesine çevirebilirsiniz iyi vatandaşlar gibi: “Yok canım bana söylemiyor, ben niye bozayım ki niyetimi?” Fena değil, ama daha kıymetli soru şudur: Yaşamak, eziyet görmemek, konuşabilmek, gezebilmek, doyabilmek için önce bölünemez bir iyi niyete sahip olmam gerekiyorsa, kalbimdeki kötülüğü kim nasıl tespit eder? Kim, nereden anlar “temel haklarımı” kullanırken niyetimin bozuk olduğunu?
Onu da hayvanın sahibi bilir işte; seyreder, tespit eder, uygular. Bilmek, yorumlamak ve tenfiz onun işidir. Sizin için hak olan onun için görevdir. Sonradan “bana söylenmedi” diye kıvırmamanız için metnin daha girişinde özenle uyarılmıştınız: “Hak vardır, sadece onun gerçekleştirilmesini isteme hakkınız yoktur ve ısrarcıysanız -muhtemelen ısrarınızın da kaynaklandığı- bozuk niyetiniz yüzünden, zaten hepsi askıya alınmıştır.
Ziya Gökalp kadar güzel söylemek başarıldığında şu hali alır: “Hayat yolu çok dardır; Tetik bas, önü yardır; Sakın hakkım var deme; Hak yok, vazife vardır.” Literatür hukukla sınırlı kaldığında ise Bülent Tanör’ün şık tespiti -aslında sadece 65. Maddeyle sınırlı yapılmış olsa da- bütün anayasal hakların doğasını ortaya koyacak şekilde genişletilebilir: “Bunlar halka verilmiş karşılıksız çektir.”
Hoca’nın sözünü ettiği madde tahmin edebileceğiniz üzere vazifeyle ilgilidir: “(Devlet)…görevlerini amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek, mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir”
Doğru tahmin; hayvanın sahibi Devlet’tir. “Öncelik” ve “yeterliliğe” o karar verir.
İmdi, payına düşenden fazlasına tamah etmiş, niyeti bozuk bir şüpheli değilseniz bir takım itirazlarınızın dinlenilebileceği aşamaya geldik. Diyebilirsiniz ki: “Bizim önceliklerimizin aslında devletin amaçlarına uygun olduğunu onunla müzakere ederiz ve devlet de sınırlı mali kaynaklarını bizim önceliklerimize -yeterliliği ölçüsünde- sarf eder. Herkes kendi önceliğini anlatsın o zaman devlete. “İşte buna Demokrasi dediniz ve maalesef kapana yakalandınız aynı anda. Çünkü adına Anayasalcılık dediğimiz ökse de budur ve ıslık sesiyle çağrıldığımız yemi kapmış olduk.”
ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK, GÜVENLİK, REFAH
Durumun daha doğru bir tespiti şudur: “Sınıfsal bir temele sahip olan devlet, ancak müzakereye kapalı amaçlar üzerinde yükselebilir. Anayasal iktidara ve demokratik araçlara yer veren Burjuva devletlerinin her şeye rağmen diktatörlük (burjuva diktatörlüğü) olarak tanımlanmış olmaları boşa değildir.”
Aynı olguyu Babeuf 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi üzerinde düşünürken tespit etmişti: “İçinde yem ve tuzak öylesine birbirine karışmış ki… Özgürlük, eşitlik gibi büyük ilkeleri kabul etmesine karşın… sarpa sardıracak kayıtlar koyarak, gelişip yayılmalarını önleyecek sulandırmalar ve törpülemeler yaparak…” İhtiyar devrimci ne kadar haklı.
Özgürlük, eşitlik, güvenlik, refah… Her Anayasa bu tip yavelerle doludur ve elbette hemen arkasında neden uygulanamayacağını anlatan özür ve mazeretlerle. Marx çok güzel söyler; anayasanın her paragrafı, gerçekten de kendi karşı savını, kendi Lordlar Kamarası’nı ve kendi Avam Kamarası’nı içerir: Metinde özgürlük, sayfa kenarlarında bu özgürlüğün kaldırılması…
Neyi müzakere edeceksiniz?
ANAYASA NE İŞE YARAR?
Yaşamanın, konuşmanın, sevişmenin, uyumanın, alet yapmanın, yemek yemenin “hak” olduğuna mı inandırıldınız gerçekten? Saçmalamayın! İnsan olmanın ta kendisi bu zaten, nesi hak veya özgürlük olacak? Mücadeleyi burjuva hak kavramının dışında inşa etmek zorundayız.
Ee, anayasalar ne işe yarar öyleyse? Tam da yaptıkları işe: Türsel ve toplumsal arzularımızın, ihtiyaçlarımızın niye karşılanmadığını bize anlatmaya. Gerçekleştirilememiş potansiyelimizin, tamamlanmamış varlığımızın niye öylece eksik kalması gerektiğinin; niye kuşağımızın payına düşen zehri ve balı paylaşamayacağımızın size kibarca -ve bağlayıcı olarak- söylenmesi işine yarar anayasa. Gayet de güzel yapar işini.
Anayasa, hiçbir gerçek sorunun bırakın çözümünü, anlamlı bir biçimde -sulandırılıp törpülenmeden- ortaya konulmasını bile içermez. Hiçbir hastalığın tedavisi değildir. Bakır Çağlar hocanın sevimli fakat güçlü metaforuyla: “Anayasa Devletin korsesidir” Onun görevi, iyileştirmek değil, sıkıştırıp baskılayarak, çerçeveleyerek, sınırlayarak, sorunun büyük görünmesini engellemek; fazlalığı elbisenin altında tutmayı başarmaktır.
Bütün bunları kötü anayasalar için söylediğimi düşünebilirsiniz. Üzgünüm, anayasanın iyisi, kötüsü olmaz; işleyeni ve işlemeyeni vardır.
İyi işleyen bir anayasa altında öldürülme ihtimalinizin daha düşük olduğu doğrudur ancak sebebinin anayasada konuşan metin ile değil dinleyen kulak ile ilgili olduğunu bilmelisiniz. Islığa uygun tepki verdiğiniz, metnin tarif ettiği toplumsal biçimlenmedeki payınıza -“hak” cinsinden- razı edildiğiniz, iyi vatandaş olduğunuz için anayasa iyi işler; arzularınız tatmin edildiği için değil. Hakkınıza düştüğü söylenene razı olduğunuza göre vurulmanıza gerek kalmaz. Masrafsız yönetilirsiniz.
Anayasalcılık; sorunun ve çözümün anayasa metni üzerinde, anayasanın cevaz verdiği yolla, halis niyetle müzakere edilmesidir. Niyeti bozmanın sakıncalarını konuştuk. Asıl meselenin, yani mülkiyetin, müzakereye kapalı olduğu anlatmanın şık bir yoludur anayasalcılık. Sanat diyemesek de zanaattir.
Böylece sizi halının dokunduğu tezgahtan uzaklaştırıp size insan toplumlarının kanlı ve dalgalı suyunda yüzmek yerine sahile çekilip kumdan kaleyle oynamayı önerir. Ortalama elli yılda bir, el yapımı, güzel ve faydasız metinler yaratırsınız. Aşağıda kısaca değinmeye çalışacağım tehlikeli Anayasasızlaştırma Çağı’nda, bence bu beceri kaybolmakta olan geleneksel el zanaatları arasında sayılmalıdır: Semercilik, Bakır Kakmacılığı ve Anayasalcılık… Artık yeni çırak bulmaya çalışmak yerine bırakalım azalarak bitsinler.
ANAYASASIZLAŞTIRMA
Pekala, yeni soru şu olabilir: Madem Anayasa matah bir şey değil, “Anayasasızlaştırma” -artık her neyse- niye tehlikeli olsun?
Tehlikesi bizzat kendinde değil, çalar saat gibi -belki yangın alarmı denmeli- haber verdiği yeni kurucu iktidar potansiyelindedir. Yokluk değilleniyor, yeni varlığın gelişini hissetmek için diyalektik düşünmelisiniz. Her ne kadar mevzuya biraz geriden başlamış olsak da şimdi sosyalistlerin adeti gereği doğru yerden tutunabiliriz: Sınıf ve Devlet.
Sizi sözde vatandaş-insan kılan haklarınız madalyonun bir yüzüyse, burjuvazinin önce meşruti monarşiler ve nihayet cumhuriyet aracılığıyla iktidarını inşa ettiği şiddet madalyonun öbür yüzüdür.
Sosyalistler haklıdır; iktidara topyekûn talip olmayanın, kurucu bir sınıfsal iktidar tahayyül etmeyenin anayasal müzakere hakkındaki her sözü kuru laf kalabalığıdır ve bugün fiilen değillenen yoklukta yankılanır.
1789’un veya 1793’ün zaferi ve yenilgisi nerede aranırsa aransın 1848’in yenilgisi madalyonun sınıfsal yüzündedir. İki koca yüzyılın sonunda, hele ki arada 1871 Komünü kadar görkemli bir evrensel cumhuriyet tarifi yapabildikten sonra, bizi bugün yeniden “Ulusal Anayasal Cumhuriyet” müzakeresine sıkıştırmalarına asla izin vermemeliyiz.
Kullanmadan önce tanımın size ait olduğundan emin olun: Onların “ulusal temsili demokrasinin iktidarı” dediği şeye biz Oligarşi demeye devam ediyoruz. Asıl iş oligarşinin müzakereye kapattığı alanı; işçi sınıfının varlığını ve gücünü, yoksul halkların arzu ve ihtiyacını, mülkiyeti, sözleşmeyi, üretim biçimini “müzakereye” zorla sokmaktır.
Devrimcilik budur.
Zengin, verimli, renkli arzu ve ihtiyaçlar bizim, solgun ve çorak haklar onların olsun. Tepemizdeki yeni sömürge faşizminin çorak hukuksal arazisini süpürerek anayasasızlaştırdığı doğrudur. Antik bilgeliğin isabetle hatırlattığı gibi “Çorak akıl, çorak vücutta o da çorak ülkede bulunur” Sadece bölgesel değil küresel bir kuraklığın tam ortasındayız. Dünya, birkaç yüzyıllık döngülerinden birisinin daha sonunda yeniden yapılanıyor. Kapıda düşüşler, yükselişler ve savaşlar var. Çorak topraklar kanla süpürülecek.
Ancak unutmayın ki muhafazakar sancının öngörüsü de fena değildir: “Ayların en zalimidir Nisan; leylaklar açtırır ölü topraktan yoğurup bellekle isteği; diriltir ölü kökleri bahar yağmurlarıyla…”
NE YAPIYORLAR VE NE YAPACAĞIZ?
Nasıl önce fiilen “Başkan” olunup, sonradan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” gayet kurucu bir şiddetle anayasal varlığa kavuştuysa; laiklikten eğitime, kamu ihale rejiminden yüksek mahkemelere, ordudan bürokrasiye eldeki her “anayasal varlık” önce yok sayılıp açıkça ihlal edilecektir ki kurucu şiddet yerine yenisini inşa edebilsin.
İktidardaki sınıf tarafından yapılabilecek her anayasanın açık sözlülükle yazmak zorunda olduğu gibi; sınırlı kaynakları aralarında, “bir kere daha”, şimdi iktidarı elinde tutanların öncelikleriyle paylaşmak istiyorlar. Eğer izin verirsek.
Yeni bir dünya savaşına -diyelim ki Hemingway dolayımına- ihtiyaç duyulsun veya duyulmasın. Donne’un kastettiği saf ölümcül anlamıyla çanlar bizim için çalıyor: Sınıf Savaşı.
Anayasasızlaştırma bir hukuk krizi değildir. Egemen sınıf ittifakının bazı katmanları yeni kurucu iktidar inşa ediyor. Böyle zamanlarda zorlu ve kanlı işler çevirme eğilimlerine aşinayız. Mesele bizim ne yapacağımızda. Bugün maalesef belanın kendisinden çok, onunla baş etmenin tek yolunun “seçim ittifakı, anayasal müzakere, parlamento” olduğu yönündeki güdük kanaatle boğuşuyoruz. Elbette bu işlerin kazananı ve kaybedeni olacaktır lakin bu haliyle biz taraflardan birisi değiliz.
Niye? Bizim de anayasal haklarımız yok mu? Vardır herhalde. Sadece arzularımız öncelikli değil çünkü iktidarsızız; niyetimiz iyi kabul edilmiyor çünkü mülksüzüz.
Kendinizi anayasal müzakere masasına şeklen yakınlaştırmaya çalışmayın; masaya davetli değilsiniz çünkü zaten sizin ürettiğiniz dünya servis edilip paylaşılacak; mönüdesiniz.
Faşizme Karşı Birleşik Cephe’nin imkanlarını küçümseyecek durumda değiliz ve fakat emekçileri egemen sınıf ittifakının herhangi bir katmanına kuyrukçuluk yapmakla görevlendirmek Birleşik Cephe siyaseti değildir.
Belediye ve Parlamento seçim ittifakları Birleşik Cephe değildir.
Bu işin sonunda işçi sınıfına bir kere daha yas önerilecekse; kırk yıllık faşist “Ulusal Anayasal Demokrasinin” değil, çanlar çalarken kurucu iktidar talebiyle ayaklanmamış olmanın yasıdır. Biz her ikisini de tutmayacağız.
İktidar anayasayı ihlal mi ediyor?
Ne güzel, ihlal edilmesinin zamanı gelmiş demek ki; saat bizi uyandırmış, kampana vurmuş, çanlar çalıyor…
İhtiyacımız olan, hukukun ihlale verdiği -düzeni tamir eden- tepkisel şiddet değil, kurucu iktidar talebinin barındırdığı siyasal şiddettir. Faşizme karşı bir araya gelelim; bu ancak açıkça halk iktidarı talep ederek mümkün.
Sıkı bir kış geliyor ama bahar uzak Nisan acımasız değil bana sorarsanız. Dövüşmek için güzel, kökleri canlandırıcı günler. Geleneksel el zanaatlarıyla emeklilikte ilgilenirsiniz, eğer şimdi dövüşürsek, biz kazanacağız.