Salgının başladığı günlerdi. ABD ile Türkiye neredeyse aynı dönemlerde salgınla yüzleşti.
ABD’de yaşayan bir arkadaşımla mesajlaşmıştım. “Alaca karanlık kuşağının içindeymişim gibi hissediyorum” demişti.
Hepimiz aynı durumdayız. Tüm yaşam biçimimiz değişti. Ekonomisi biraz iyi olanlar dışarı çıkmıyor. Milyonlarca insan evlerde hapis yaşıyor. Evde yaşamak üzerine yeni kültür yaratmaya çalışıyoruz.
İşe gitmek zorunda olanların durumu ise vahim. Her an her yerden virüs kapma kaygısı ile yaşıyorlar. Virüsün kendilerine bulaşması bir yana, ailelerine taşıma kaygısı kemiriyor ruhlarını.
Toplumun ruh sağlığı giderek bozuluyor.
Kolay mı; milyonlarca insan her akşam televizyonların başında ölüm sayılarını izliyor. Üstüne birde yetkili ağızlar salgın boyunca kaç yüz bin kişinin ölebileceğine dair grafik yayınlıyorlar.
Milyonlarca insan yayınlanan olası ölüm sayılarının içinde kendileri olacak mı korkusunu derinden hissediyor. Hasılı uykular iyice kaçtı.
Birde düzenli hastanelere gidip tedavi olması gereken hastalar var. Onlar da acılarını içine çekerek yaşamak zorunda kaldı. Hastaneler virüs yuvası. Zaten neredeyse bütün hastaneler pandemi hastanesi oldu. Poliklinikler durduruldu. Sağlık personeli ise fazlasıyla gergin.
Ölüm haberleri yağmur gibi yağıyor. En yakınlarımızı kaybediyoruz. Çalan her telefon yüreğimizi ağzımıza getiriyor. Ardından bir acı haber daha deliyor yüreğimizi.
Yetkili kurumların verdiği bilgilere ne kadar güvenebiliriz bilemiyoruz. İstanbul’da mezarlıklarda çalışan işçiler dehşet bilgiler veriyor. 13 mart öncesi günde 3 ya da 4 defin yapıyorduk, bu sayı şimdi 15 ortalamasına geldi diyorlar. Raporlarında ise “bulaşıcı hastalık” yazıyor.
Yaş ortalamaları ise 60 ile 90 arası. Az da olsa gençlerin öldüğünü de ifade ediyorlar. Eskilerin bir deyimi gerçekleşiyor. “Yaşlılar sıra sıra, gençler ara sıra katılıyor” ölüm kervanına.
Yeni öğreniyoruz ki her devlet olası pandemi durumlarını hesaplayarak planlama yaparmış. Hatta Dünya Sağlık Örgütü iki yıl öncesinden üyelerine Uzak Asya merkezli grip pandemisine karşı planlama yapmayı önermiş. Türkiye dahil tüm burjuva devletler hazırlık yapmışlar bu felaket senaryosuna.
Ne ki yapılan planlar sadece kağıt üzerinde kalmış. Oysa hepimiz bir kez daha öğreniyoruz ki böylesi salgın durumlarında ilk anda sert önlemler almak gerekiyor. Ama sistem kapitalist ise bu önlemleri almak imkânsız oluyor. Biliyoruz ki kapitalizm demek sürekli ve plansız üretim ve azami kâr demektir. İnsan ise üretim sürecinin parçasıdır. Başka da bir değeri yoktur.
Kapitalist üretim karmaşası içinde üretime katılan işçinin ölmesi çok da önemli değildir. Sistem üretim sürecini aksamaya uğratmadan devam ettirebilecek yedek işgücü ordusunu yaratmıştır. Bugünkü veriler göstermektedir ki işsizler ordusu çalışanları sollamış durumdadır.
Bu noktada hemen bir soru geliyor akla; acaba sosyalist bir sistemde salgınla karşılaşsaydık bu kadar kayıp verir miydik?
Bu soruya hiç şüphe duymadan asla yanıtı verebiliriz.
Sosyalist sistem tüm üretim sürecini ihtiyaçlara göre planlayarak sürdürür. Bağlı olarak da tüm yaşamın örgütlenmesi insan ve çevre uyumuna odaklı gerçekleştirilir.
Bu noktada tarihe gönderme yapmak açıklayıcı olacaktır. 1917 Ekim devrimi ile başlayan sosyalist inşa sürecinin ilk icraatı bir sağlık bakanlığı kurarak herkesin sağlığa eşit ve parasız ulaşım hakkını güvence altına almak oldu. Ve unutmayalım ki o tarihe kadar hiçbir kapitalist ülkede sağlık bakanlığı dahi yoktu. Hasılı bugün kapitalist dünyada sağlık bakanlıkları varsa onu da Sovyetler Birliği’nde kurulan ilk işçi devletine borçlu olduğumuzu bilmemiz gerek.
Gelelim bugüne; yaşadığımız COVİD19 salgını sosyalist bir toplumun varlığında gerçekleşseydi değil bunca ölümler ve korku senaryolarını bu süreci sorun yaşamadan atlatacağımız aşikardı.
İlk elden önlemler kati biçimde alınacak ve bu bela def edilebilecekti.
Şimdi öyle mi ya…
Kapitalizm tüm insanlığı ölüme kardeş yaptı…