Başkaca yazı ve kitaplardan söz etmeye niyetli, biraz ‘daldan dala’ bir yazı…
Pahalı aracı içinde burnuna ‘pudra şekeri’ çektiğini iddia eden biri, CHP’li olsaydı, İslamcılarca onlarca yıl anlatılır, filmi dizisi çekilir, belediye panolarına reklam verilirdi. Bunların, ‘olmayanı’ dahi dillerine dolayıp anlatabilme becerileri herkesin malumu! Buna mukabil, konuyu gündemde tutanların derdi yalnızca bu ideoloji mensuplarının belirleyici niteliklerinden olan ‘riyakârlığa’ tepki göstermek değil kuşkusuz. Herkes asıl sorunun hızlı ve ölçüsüz zenginleşme olduğunu düşünüyor, haklı olarak.
Muhtelif bağlantılarına borçlu oldukları ‘pahalı’ yaşamlarıyla caka satan ahir zaman ‘nargile cafe’ görgüsüzleriyle, rüzgârda savrulan saçını toparlamaya çalışırken damat bakanı övmek zorunda hisseden büyük sermayedar arasındaki benzerlikler üzerinde durmanın yararına inanıyorum. Nasıl edinildiğini herkesin bildiği ‘minik’ servetleriyle sonradan görmelik yapan zibidilerin memlekete ve insanına verdiği zararın, devasa vergi afları için türlü dalkavukluktan çekinmeyen süfli büyük patron sömürüsünün yanında lafı olur mu! Türkiye kapitalizminin/burjuvazisinin tarihini biraz kurcalayanlar, o büyük servetlerin nasıl ve kimlere yaranılarak, hangi ayrıcalıklarla ve kimlerin mülküne ‘el koyarak’ edinildiğini de bilir.
Memleketin ‘köklü ve şöhretli’ sömürücüleri ile günümüz irili ufaklı kapkaççıları arasındaki fark, ilkinin koşulları iyi değerlendirip ‘Cumhuriyet’in temel değerleriyle’ çatışmadan hayatta kalabilmesi, mütemadiyen serpilip geliştiği yetmiş seksen yılda yontulup burjuvalaşabilmesi. Yeni yetmeler ise henüz lüks araç-tekne-rezidans aşamasında ve kusana dek yeme istekleri, tablo müzayedelerini görmelerini engelliyor.
Teşbihte hata olmazmış, kapitalizmin son yüzü olan neoliberalizm aşaması, gençken de katlanılmaz olup yaşlanınca iyice tahammül edilmez hale gelen baş belası insanları andırıyor. Belli ki sonu yaklaşan ama ölmemek için her şeyi yapan lanet biri (tabii ki erkek!) elinde TV kumandasıyla uzandığı kanepeden çoluk çocuğu haşlıyor, evin kadınına çemkiriyor, mevsimi gelmemiş meyve sebze yemek istiyor, hayatı aile için çekilmez hale getiriyor, bayram seyranda gelen konuklara en güleç ve munis yüzünü sergiliyor, başı sıkıştığında edepsizliğin küfürün bini bir para ve bir yandan aile fertlerini kendisinin vazgeçilmezliğine ikna etmek için türlü hokkabazlıklar yaparken, diğer yandan mirastan pay kapma hayali kuran erkekleri birbirine düşürüp kendi aralarında çatışmalarına neden oluyor…
İnsanı, yaşamın tasavvur edilebilecek her anında sömürmeyi hedefleyen ve geçmişinden farklı olarak artık hiçbir cazip vaat sunamayan bu ekonomik ve toplumsal-siyasal sistem, nasıl bir insan tipine dayayabilir sırtını? Örneğin, temsili demokrasiler krizde, diyoruz. Neden krizdeler? Neden klasik demokrasilerin başına ceberut yalancılar peyda oldu? Neoliberalizmin insanı nasıl serpildi, kimler besleyip büyüttü gerçekle bağını koparmış bu acımasız bireyi?
‘Gerçek ötesi’ denilen ve bir nevi yönetim ilkesine dönüşen ‘örgütlü yalancılık,’ ‘postmodern’ devrin sonuçlarından bir değil mi? Dünya bu noktaya biraz da, ‘tek bir gerçek yok’ propagandasıyla gelmedi mi? ‘Doğru’ ve ‘gerçek’ olguları bilinçli olarak tersyüz edilmedi mi! Sonuç; yalan ile doğrunun değer ve ağırlıkları arasındaki farkın neredeyse silikleşmesi, cahil ve ceberutların her gün sarf ettikleri onlarca yalanla yönetmeye devam edebilmesi. Bakın Trump gibi biri, mütemadiyen yalan söylemesinin karşılığında epeyce oy artırdı. ‘Meydan artık bütünsel olanın değil, parçalanmışlığındır’ diye diye, iyice serseme çevirdiler ahaliyi.
‘Gerçek ötesi/yalancılık’ konusunu bir kez daha düşünmeme neden olan, Oya Baydar’ın 80. yaşında kaleme aldığı salgın günlükleri oldu: “80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri” (Can). 80 yaşında bir edebiyatçının salgına ve salgın dolayımıyla hayata, geçmişe, günümüze bakışını etkileyici biçimde anlatırken, ‘gerçeğin’ giderek değersizleşmesi konusuna da değiniyor Baydar. Kendi salgın ve eve kapanma deneyimi ile ilgili çok hoş, öğretici ve moral bozucu tespitleri var. Günlüklerin sonunu kötümserce bitirmese de, yazarın genel gözlemi, bir distopyaya sürükleniyor olduğumuz. Hakikaten bunu düşündürten çok şey olup bitiyor yeryüzünde. Azgın, pervasız kâr hırsının sınır tanımaz yok ediciliği. İnsanı ve doğayı.
Örneğin, şu aşı meselesi… Değerli halk sağlığı uzmanı Nuriye Ortaylı, “Yetkin Report” sitesinde salgın yazıları kaleme alıyor ve sonuncusunun başlığı “Küresel aşı savaşları kimseye hayır getirmeyecek.” Okumanızı öneririm. Kapitalizmin acımasızlığını, aşı gibi tüm ‘insanlığı’ ilgilendiren bir konuda da görmek mümkün. Nitekim geçenlerde İngiltere Başbakanı Boris Johnson, aşılama konusundaki başarılarının arkasında ‘kapitalizm’ ve ‘açgözlülük’ olduğunu söyleyiverdi. Sonrasında pek sahip çıkamadılar bu patavatsızlığa ama, söz konusu ‘ahlak’ ancak bu kadar güzel dile gelebilirdi! Nuriye Ortaylı, ‘medenî’ ülkelerin aşı politikasında ne denli kıskanç davrandığını ve şirketlerin, Dünya Sağlık Örgütü’nün baskısına karşın şu ana dek ‘kâra’ öncelik vermekten vazgeçmediğinin altını çiziyor. Ortaylı’ya göre, “En son Hindistan ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin, Dünya Ticaret Örgütü’ne başvurarak Covidle mücadelede kullanılacak aşı, tedavi ve diğer teknolojilerin fikri mülkiyet haklarının pandemi kontrol altına alınana kadar askıya alınması önerisinin ABD, AB, Kanada ve Avustralya tarafından engellendiğini yazmıştık. Uzun uzun dayanışma nutukları atan politikacıların kapalı kapılar ardındaki marifetleri budur.” Yazar, şu âna dek 50’den fazla ülkede tek doz aşı dahi yapılmadığını hatırlatıyor. Bu nedenle, kapitalizm her şeyden önce bir ‘haysiyet’ sorunu.
Diğer makale, Duvar yazarı ve sevgili meslektaşım Mühdan Sağlam’ın güzel yazılarından biri. Haiti’de olanlar hakkında yazmış Sağlam: “Haiti halkı yenilirse biz de yenilmiş sayılır mıyız?” İlginç bir tarihe sahip Haiti. 19’uncu yüzyıl başındaki (18’in sonunda başlayan) eşsiz köle ayaklanması/devrimi çok etkileyici. Konuya ilişkin Dipnot‘tan çıkan bir kitabı önermek isterim. Carolyn E. Fick’in “Haiti Devrimi: Aşağıdan Bir Tarih”. Mühdan Sağlam’ın 1987’den sonra ilk kez halkoylaması yapılacak Haiti’nin tarihi üzerine satırlarını okurken, bir kez daha kapitalizmin ve ‘medeni’ sömürgenlerin halklara neler yapabileceğini düşünüyor insan. Batı için sömürülecek topraklardan biri, on yıllardır sona ermeyen askerî darbe ve cuntalar tarihi, fiilî kölelikten kurtulamayan halk.
Bu berbat sistem de, diğerleri gibi ‘uygun’ insan ve kurumlara, ‘kabullenmiş’ ve ‘onay veren’ yığınlara gereksinim duyuyor tabii. Gelişmiş (demokratik) kapitalist rejimlerle diğerlerini ayıran farklardan biri, ‘hukuk devleti’ ilkesine sadakat, öngörülebilirlik vs… Doğru olmasına doğru da, hür dünyanın ‘medeni’ ülkeleri de, ne ırkçılıktan, ne ayrımcılıktan, ne dincilikten ve ne de gerektiğinde ölçüsüzce başvurulan devlet şiddetinden tam anlamıyla kurtulabildi (vazgeçebildi!) bugüne dek. Sistemin bekası için korunması gereken ‘ayrıcalıklar,’ eşit ve insanca yaşama izin vermedi, vermiyor.
AKP teşkilatında çalıştığı açıklanan genç birinin, pahalı aracında ‘pudra şekeri’ kullanırken çekilmiş görüntüsü yayıldı birkaç gün önce. Ardından başka görüntüler, lüks araçlarla, malum siyasetçilerle çektirilmiş fotoğraflar. Benzer görünen sayısız ‘genç’ var ortalıkta. Ankara’da özellikle Çukurambar ve büyük şehirlerdeki muadil semtlerde; ‘mekânları’ şereflendiren, ortalama yurttaşın hayalini kuramayacağı araçlar kullanan, koca popolarını aynı daracık kıyafetlere sıkıştırmış, çılgınca para harcayan bir tosun türü mevcut. İçlerinden yalnızca birinin (belli ki en beceriksiz olanın) ‘görüntüsü’ yayınlandı ve tanık olunan ‘bolluğun’ kaynağını tahmin etmek güç değil, herkes her şeyin farkında. Bunlar, parti-devletin delikanlıları ve herhangi biri, yönetenlerin nezdinde, örneğin memleketin muhalif akademisyenlerinin toplamından daha muteber konumda; ki bu durum rejimin içeriği ve kültürel iktidar mücadelesinde aldıkları yol hakkında epey fikir veriyor.
Söz konusu vasıfsız ve ayrıcalıklı insan tipi, bana kalırsa ‘memleket kapitalizminin’ de yüzlerinden birini temsil ediyor ve salgın esnasında insanlar canıyla meşgulken yalısının bahçesinde yaptığı egzersizin fotoğrafını paylaşan şımarık sermayedarın, tüm kamu ihaleleri alan müteahhitlerin (ya da örneğin bir şehri ‘parsel parsel satan’ siyasetçinin) neden daha fazla itibar hak ettiğini anlamakta zorlanıyorum. Belli ki musluk akarken elinde su tutmaya çabalayan bu genç parti çalışanı; örneğin OHAL’i coşkuyla kabullenmiş ve çokça yarar sağlamış, salgında kâr artırmış, emekçisini gece gündüz öldüresiye çalıştıran anlı şanlı patronlardan daha mı günahkâr! ‘Utanmazlık’ denildiğinde aklıma bu herifin burnuna çektiği (ve zararları-yaptırımı belli) madde değil, Osman Kavala’ya yapılanlar hakkında tek cümle kuramayan, kamu kaynakları olmasa evlerinin yolunu bulmaktan aciz ‘iş insanlarının’ yüz kızartıcı hali geliyor.
Bir çırpıda gözden çıkarılabilecek bu tip insanların temsil ettiği kesim ile ‘cemiyet hayatının’ simaları, Türkiye kapitalizminin farklı yüzlerini sergiliyor. Kolay ve hızlı servet edinmeye hevesli, ‘davası’ yolunda hangi ‘güce’ yaslanması ve yaranması gerektiğini iyi öğrenmiş parti çalışanı; kamu kaynaklarından pay kapmak için her şeyi yapmaya hazır ‘saygın’ sermayedardan daha amatör görünüyor bana…