“Marx, devrimlerin dünya tarihinin
lokomotifleri olduğunu söylemişti.
Belki de başka bir şeydir.
Devrimler insanlığın
imdat frenini çekme eylemidir.”[1]
Küresel iklim krizi ya da felaket(ler)iyle karşı karşıya olduğumuz tabloda Karl Marx’ın kapitalizme yönelik ekolojik eleştiri ve değerlendirmelerinin önemi her zamankinden çok daha net biçimde ortaya çıkıyor.
Soru(n) sadece yerkürenin ısınıp doğal kaynaklarını yitirmesinden kaynaklanmıyor; dahası var: 31 Mayıs 2023’de ‘The Nature’da yayınlanan, ‘Yeryüzü Komisyonu’nun yürüttüğü çalışma yeryüzünün bilimsel olarak tespit edilmiş 8 güvenlik sınırının 7’sini aşarak “tehlikeli bölgeye” adım attığını gösteriyor.[2]
XX. yüzyılın başlıca çevre sağlığı sorunları benzin, boya vb. ürünlerdeki kurşun kirliliği; sanayileşme ve fosil yakıtlarına bağlı hava kirliliği; sanayileşme ve sürecinde kanalizasyon ve diğer kirleticilerin su yolları ve kütlelerine boşaltılmasına bağlı yaygın su kirliliği, asbest etkilenimi; böcekkıran, otkıran vb. canlıkıranlarla etkilenim; 1986’daki Çernobil, 2011’deki Fukuşima felâketleri gibi nükleer, 1984’teki Bhopal kimyasal felâketi, 2010’daki Deepwater Horizon petrol sızıntısı gibi kapitalizmin tetiklediği endüstriyel kazalardı.
XXI. yüzyılda hava kirliliği, kimyasal kirlilik, iklim değişikliği, aşırı atık üretimi/ yetersiz atık yönetimi, içme suyuna erişim güçlüğü, çevre sağlığı uygulamalarının yetersizliği, hava kirliliği, ormansızlaşma, erozyon vb’leri öne çıkmaktadır.
Tüm bunlar sürdürülemez kapitalist ekonomi-politik ile ilintili; doğanın katli hız kesmeden devam ediyor. Örneğin 117 ülke ve 6 bin 475 kentin hava kalitesinin ölçüldüğü ‘Dünya Hava Kirliliği Raporu’nda Türkiye 46’ncı sırada yer alıyor. Türkiye’nin ayrıca Avrupa’da havası en kirli 7’nci ülke olduğu belirtmekte.[3] İnsan(lık) kapitalizmin parçası olduğu doğayı yıkmasıyla geleceksizleştiriliyor!
Oysa canlılar (insan ve hayvan) doğanın içine doğup, varlığını doğa ile iç içe sürdürür; hava, su, toprak, bitki olmasaydı, insan ve hayvan varlığını sürdüremezdi.
XIX. yüzyılda gerçekleşen kapitalist “Sanayi Devrimi” ile doğa müthiş bir yıkımla yüz yüze kaldı: Karbondioksit ve metan gazı içeren atıklar, kömür, petrol, doğalgaz gibi fosil yakıtlar, kimyasal atıklar, nükleer enerji ve radyasyon, betonlaşma ve imarlaşma, doğal yaşamı tehdit eden unsurlar arasındadır.
Derelerin, nehirlerin, göllerin, denizlerin, toprakların, ormanların, havanın, oksijenin kirlenmesi ve yok olması, insan(lık)ın sonunu hazırlıyor; kapitalizm ile yabancılaştırdığı insan(lık) bindiği dalı kesmektedir.
Kolay mı? ‘The Science Advances’ın bir araştırmasına göre dünyadaki yaşamın sürmesi için gerekli koşulları içeren dokuz gezegensel sınırın altısı aşıldı.
– ‘Suyun Ekonomisi üzerine Küresel Komisyon’un ‘Turning The Tide/ Gelgiti Geri Çevirmek’ raporuna göre küresel ölçekte gereksinim duyulan tatlı su miktarının, 2030’a kadar dünyada mevcut kaynakları yüzde 40 oranında aşması bekleniyor.
– ‘Uluslararası Afet Veritabanı’na göre 1970’lerde küresel ölçekte yılda 100 civarı afet olayı görülürken 20 yılda yıl bazında yaklaşık 400 afet olayı görülüyor. Afet sonrası gereksinim değerlendirmelerinden elde edilen veriler, tarım sektöründe afetler nedeniyle toplam ekonomik gelirin yaklaşık yüzde 23 oranında kayıplar yaşandığını gösteriyor.
– 1 milyar çocuk yüksek iklim krizi riski altında. Diğer bir deyişle şu anda dünyadaki çocukların yarısı yüksek iklim krizi riski altında yaşıyor. Bu çocuklar su ve sanitasyon, sağlık, gıda ve eğitim gibi temel haklara erişemiyor.
– IPCC raporu atmosferik CO2 (karbon dioksit) seviyesinin 2 milyon yıldır bu kadar yüksek olmadığını, 2011-2020 kesitinde sıcaklık artışının 1.1 derecenin üzerine çıktığını ve gezegenimizin 125 bin yıldır bu kadar sıcak olmadığını vurguluyordu.[4]
DOĞANIN TAHAMMÜL SINIRI
Sürdürülemez kapitalist yıkım[5] ve tüketim[6] doğanın tahammül sınırını zorluyor; yukarıda da işaret edildiği üzere yerkürede, yaşayabilmek için gerekli 1) İklim değişikliği; 2) Biyosfer bütünlüğü; 3) Arazi kullanımında değişiklikler; 4) Tatlı su kullanımı; 5) Kimyasal kirlilik; 6) Biojeokimyasal döngüler; 7) Stratosferik ozon incelmesi; 8) Atmosferik aerosol yüklemesi; 9) Okyanusun asitlenmesi gibi dokuz kritik eşikten; iklim değişikliği, biyoçeşitlilik, kimyasal kirlilik, arazi kullanımı, tatlı su kullanımı, biojeokimyasal döngülerde eşik aşıldı.[7]
Bu tabloda Friedrich Engels’in, “Doğa, burada hiçbir şey eskiden olduğu gibi ve eskiden olduğu yerde kalmaz; her şey hareket eder, değişir!” vurgusu eşliğinde Lucius Seneca’nın, “Niçin Doğa’dan yakınıyoruz? Doğa bize iyi davrandı: Kullanmasını bilen için yaşam uzundur”; Charles Darwin, “Doğaya karşı gelen hiçbir şey uzun yaşayamaz,” uyarıları bir kez daha hatırlanmalı ve kapitalist tüketim ve plansız büyüme çılgınlığına “Dur” denilmelidir.
Çünkü kapitalist tüketim ve plansız büyüme çılgınlığı her yerde olma ve her şeye muktedir olma arzusuna mündemiçtir; söz konusu hâl kapitalist sınıfın her şeyi metalaştırma ve sürekli kâr eğilimiyle birleşip, doğayı ve insan(lık)ı yıkıp/ yok ederek kadavraya dönüştürür.
O hâlde “Eğer insan çok fazla ‘şey’e gereksinim duyuyorsa, bu büyük bir yoksulluğun göstergesi”yken;[8] Ivan Illich’in, “İnsanların, sınırsız üreme, sınırsız tüketim ve kullanımdan kaçınmayı öğrenmeleri gerekiyor”; Thomas Stearns Eliot’un, “Dünyadaki yıkımların yarısı kendini önemli hissetmek isteyen insanlar tarafından yapılmıştır,” uyarıları not edilmelidir.
EŞİĞİ AŞAN SORU(N)LAR
Giderek ağırlaşan bir iklim krizi yaşanmaktadır. Başta küresel ısınıma ve sera gazı etkisi olmak üzere iklim koşullarında meydana gelen olumsuz değişmeler su arzını büyük ölçüde etkilemekte susuzluğa yol açmakta…
Atmosfere salınan karbondioksit ve metan gibi sera gazları dünyayı sarararak ısının dışarıya salınımını önlerken; bu da atmosferin doğal dengesini bozarak iklim değişimi krizine yol açıyor. Kapitalizm koşullarında iklim krizinden çıkış imkânsız…
Bu nedenle “sürdürülebilir kalkınma”, “karbon ayak izi”, “yeşil teknoloji”, “sıfır atık”, “sıfır emisyon” demagojileri kapitalist yalanın zevahiri kurtarmak için ortaya attığı “piyasaya endeksli” tevatürlerdir. Çünkü kapitalist aşırı üretim süreçleri ile tüketim dayatmaları doğal yaşama geri dönülmez zararlar verdi. Ekolojik kriz hızlanırken, küresel ısınma verileri yaşamın uçurumun kıyısına yaklaştığına işaret ediyor.
Deniz seviyesinin yükselmesine, okyanus sıcaklığının artmasına, buzul kütlelerinin erimesine ve donmuş toprakların çözülerek milyarlarca ton metan gazının atmosfere salınmasına yol açan kapitalizmin neden olduğu ekolojik yıkımlar; sıcak hava dalgaları, orman yangıları, kuraklık, aşırı yağış, sel ve toprak kaymaları gibi felâketleri giderek arttırmakta. Etkisi dağların zirvesinden okyanusların derinliklerine kadar hissedilen soru(n), devasa ekonomik kayıpların yanı sıra sosyolojik ve kültürel olumsuzluklara da yol açıp, dünya genelinde göç hareketlerini de tetikliyor: Sahra Altı Afrika, Ortadoğu, Latin Amerika, Güney Asya ve Güneydoğu Asya gibi bölgelerde yaşanan soru(n)lar da büyüyerek insan kitlelerini harekete geçiriyor.
Gelecekte, neredeyse 3 milyar insanı etkileyecek olan iklim göçmenliği asla küçümsenmemeli. Çünkü küresel ölçekte kıyıya yakın bölgelerde 2.15 milyar insan, alçak rakımlı kıyı bölgelerinde de 898 milyon insan yaşamaktayken; burada yaşayanlar yükselen deniz seviyeleri nedeniyle gerçekleşen su baskınları, aşırı hava olayları gibi iklim değişikliğinden kaynaklanan olumsuz etkilere karşı kırılgan bir durumdalar.
‘Copernicus Marine Service’in, ‘Okyanus Durumu Raporu’na göre, küresel ısınmanın etkisiyle okyanusların sürekli değiştiğini ve okyanus sistemlerinde bir dizi olağandışı gelişmenin yaşandığına işaret edilirken; küresel deniz yüzeyi sıcaklığı 2023’ün Nisan’ında 21.1 dereceyle rekor seviyeye ulaştı ve Haziran-Ağustos döneminde okyanusların çeşitli bölgelerinde iklim, biyolojik çeşitlilik ve topluluklar üzerinde olumsuz etkilere yol açan yoğun deniz ısı dalgası olayları yaşandı.
Antarktika’da deniz buzu 2023’de dramatik şekilde küçülerek Mayıs ve Haziran ayı kayıtlardaki en düşük seviyeye indi. Antarktika buzu, Polonya’nın 7 katından daha büyük bir bölgeye karşılık gelen 2.2 milyon kilometrekarelik alan kaybetti.
Arktik deniz buzunun 1979’dan beri 3.5 milyon kilometrekare kaybederek sürekli azaldığı tespit edildi. Bu rakam, İspanya’nın 7 kat büyüklüğünde bir alana eşit.[9]
Kolay mı?
‘Climate Central’ın raporuna göre, 2023’ün 12 ayı, sanayi öncesi dönem ortalamasına göre 1.3 derece üzerinde bir sıcaklık ortalamasına denk düşüp, kaydedilen en sıcak dönem oldu. Bu dönemde 170 ülkede 30 yıllık normları aşan sıcaklıklar nedeniyle dünya nüfusunun yüzde 99’unu oluşturan 7.8 milyar insan ortalamanın üzerinde sıcaklığa maruz kaldı.[10]
Orta Doğu Teknik Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi ve İklim Masası Danışma Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ebru Voyvoda’ya göre, her beş yılda en az bir kere aşırı sıcaklara maruz kalacak olan insan sayısı, 1.5°C’de dünya nüfusunun yüzde 14’üne denk gelirken, 2°C’lik ısınmada nüfusun yüzde 37’sini etkileyecek; 2°C’lik ısınmada gözlenen biyo-çeşitlilik kaybının, 1.5°C’lik ısınmaya kıyasla, omurgalılarda ve bitkilerde iki kat, kuşlarda, böceklerde ve omurgasız canlılarda ise üç kat daha fazla olması bekleniyor. Böyle bir durumda, gezegenin tamamındaki mercan resiflerinin yüzde 99’unun yok olacağı tahmin ediliyor.[11]
Belirtmeden geçmeyelim: Sanayi Devrimi’nden bu yana (en yüksek seviyeye ulaşan) atmosfere salınan sera gazlarının, küresel ısınma ve iklim değişikliğine yol açması, homeostatik[12] denge açısından önemli bir sorundur. Çünkü ortalama ısı artışı 1.5°C derecenin üstüne çıkarsa dünyadaki bütün dengeler değişecektir.[13]
“Küresel ısınma ile beraber yükselen sıcaklıklar karşısında insan bedeni nereye kadar dayanabilir?” sorusuna yanıt arayan Roehampton Üniversitesi’nden araştırmacılar, insan bedeni için kritik eşiğin 40-50 santigrat derece arasında olduğunu ortaya çıkardılar. Araştırmalara göre sıcaklık yükseldikçe insan bedeni olağan işlevlerini yerine getirmek için daha fazla çalışmak durumunda kalıyor.
Bu durumda da 40 santigrat derecede insan bedenindeki metabolik hız normale göre yüzde 35 ve 50 santigrat derecede ise yüzde 48 artıyor. Bu arada araştırmaya göre kadın ve erkek bedeninin ısıya verdiği tepkiler arasında net bir fark var. Kadınlarda kalp atış hızı erkeklerden daha fazla artıyor, bu da kadınların bedeninin aşırı ısının olumsuz etkilerinden kurtulmada daha fazla zorlandığını gösteriyor.[14]
Dünyanın iklim krizinde önemli bir eşik kabul ettiği 1.5 derecelik sıcaklık artışı sınırı artık aşıldı. Prof. Dr. Murat Türkeş, “Sıcaklık rekorları, aşırı hava olayları ve kuraklık yerkürenin sağlığının bozulduğunun göstergesi”[15] olduğunu vurgularken, “Paris İklim Anlaşması’nı 195 ülke imzalamasına rağmen atılan adımların iklim krizini engelleme noktasında yetersiz kalıyor. Çevre kirliliği ve kuraklık tüm gezegeni etkisi altına aldı, ortaya çıkan tablo korkutuyor,”[16] saptaması yaygınlaşıyor!
“Nasıl” mı?
‘Royal Society’deki makaleye göre 2100’e kadar deniz seviyesinde oluşacak 2 metrelik bir artış 187 milyona kadar insanın yerinden edilmesiyle sonuçlanabilir. Diğer bir deyişle bu insanlar iklim göçmeni olmak durumunda kalacaktır; ‘Dünya Meteoroloji Örgütü’ (WMO) Genel Sekreteri Petteri Taalas, “Artık geçen yüzyılın iklimine dönüş yok. Atmosfere o kadar karbondioksit salındı ki bu olumsuz durumla önümüzdeki binlerce yıl yüzleşeceğiz,”[17] derken; iklim göçmenliğini geleceğe ait bir kurgu gibi de düşünmemek gerek. ‘BM Mülteciler Yüksek Komiseri’ne (UNHRC) göre 2022’de mülteci ve sığınmacıların yüzde 84’ü, iklim açısından hassas olan ülkelerden kaçtı. Bu oran 2010’daki yüzde 61’e göre büyük bir artış anlamına geliyor.[18]
Emma Hill ile Ben Vivian, “Şunu gözden kaçırmamalıyız; sera gazı salımını bir günde tamamen durdursak bile küresel ısınma devam edecek. Bunun sebebi, okyanuslarımızın şimdiden ısınmış ve ısıyı hapsetmiş olmaları. Küresel ısınmanın hızını yavaşlatmak bizim elimizde fakat ne yaparsak yapalım, iklim değişikliğinin sonuçlarını gelecekte yaşamaya devam edeceğiz,”[19] derlerken; asla unutulmasın:
Küresel ısınmaya öncelikle atmosfere salınan CO2 ve ikincil olarak metan gazı neden oluyor. Kömür tüketimi bu gazları atmosfere salan etkinliklerin başında geliyor.
Sermayenin bu felâkete doğru “Amok” koşusu “büyük insanlığın” bilincine çıkmak zorunda; veriler açık, dünyaya en büyük kiri pasını zehirini, zenginler yayıyor.
Özetlersek: Kapitalizmin “doğa” ile kurduğu ilişki, faşist siyasal rejimlerin, muhalifleriyle kurduğu ilişki gibidir. Bu bir tür eziyetle doğanın dengesini bozma ve tahrip etme ilişkisidir. Kullandığı araçlara dair teknoloji geliştikçe, doğaya eziyetinin biçimleri de çeşitlenip, “canına okunmuştur.” Çünkü kapitalizmin doğayla ilişkisi, onun sömürülmesi üzerine kurulmuştur.
Örneğin ‘Wageningen Üniversitesi’nden Mengru Weng’e, azot kirliliğinin içme suyu kaynaklarına etkisinin 2050’ye kadar üç kat artabileceği uyarısında bulunurken;[20] ‘European Heart Journal’ dergisine göre de, dünyada her yıl yaklaşık 8.8 milyon, Avrupa’da ise yaklaşık 800 bin kişi hava kirliliğinden ötürü 2 yıl daha erken ölüyor.[21] Ayrıca ‘2022 Dünya Hava Kirliliği Raporu’na göre, her yıl 7 milyon kişi hava kirliliğinden ölüyor.[22]
Ayrıca BM ‘Barış için Su-2024’ raporunda “Dünyadaki suyun yalnızca yüzde 0.5’i kullanılabilir tatlı sudur. Hızlı nüfus artışı, demografik değişiklikler, kentleşme, iklim değişikliği sınırlı su kaynaklarının azalmasına ve kirlenmesine neden olmaktadır,” denilip,[23] günden güne kendini hissettiren küresel ısınmayla devreye giren kuraklık tehlikesiyle gereksinim duyulan tatlı suyun 2030’a kadar dünyanın kaynaklarını yüzde 40 oranında aşması bekleniyor.[24]
İklim krizi, kirlilik, yapılaşma ve kapitalist su politikalarıyla dünyada sulak alanların yüzde 35’inin yok olduğu tahmin edilip; sulak alanların her yıl yaklaşık yüzde 1 azalma gösterdiği düşünülüyorken;[25] ‘The Science’ dergisinin bir araştırmasına göre, dünya genelinde büyük göllerin yarısından fazlası 28 yılda su kaybetti; göllerin yüzde 53’ü 30 yılda su kaybetti. Bu sürede Türkiye’nin göllerinin yüzde 53’ü küçüldü.[26]
Dünyada tatlı suyun miktarı toplam su miktarının sadece yüzde 2.5 kadarken; yerkürenin birçok bölgesinde tatlı su miktarı azalmaya başlamıştır.[27]
Nihayet WMO’nun ‘Küresel Su Kaynaklarının Durumu Raporu 2022’ye göre, iklim değişikliği sonucunda gezegenimizdeki hidrolojik döngünün dengesizleşiyor. BM verileri 3.6 milyar insanın bir yılda en az bir ay yeterli suya erişemediğine ve bunun da 2050’ye kadar 5 milyarın üzerine çıkması beklendiğine dikkat ediyor.[28]
‘Oxfam’ raporu bunları net biçimde ortaya koyuyor: Canlıların bir yok olma sürecine girmemesi için (Birçok canlı türü çoktan yok oldu ve türlerin çeşitliliği hızla azalmaya devam ediyor.) küresel sıcaklık artışının, 2050’ye kadar, Sanayi Devrimi dönemindeki düzeyine kıyasla 1.5°C’nin altında kalması gerekiyor. Bu hedefe ulaşabilmenin yolu, 2030 yılına kadar, küresel CO2 emisyonunu yüzde 42 azaltmaktan geçiyor. Hâlen egemen küresel ısınma eğilimi küresel sıcaklık artışının 2030’a kadar 2.5-3°C düzeyine ulaşabileceği öngörülüyor.
Küresel ısınmanın 2023’de tanık olduğumuz düzeyinde, kimi bölgelerde 50°C’nin üstüne çıkan sıcaklara, sıcaklık dalgalarına, kuraklıklara, su baskınlarına, sellere, orman yangınlarına, bunların neden olduğu ölümlere, ekonomik yıkıma, göç dalgasına bakınca 2.3-3°C artış tam bu küresel felâket anlamına geliyor; yani “umutlu olmak” zor.
Bu zorluk her şeyden önce kapitalist üretim tarzının ürettiği çok vahim, aşılması son derecede zor bir çelişkiden kaynaklanıyor: Küresel ısınmaya yol açan CO2 emisyonlarına en fazla neden olan kesim, aynı zamanda en korunaklı, küresel ısınmanın olumsuz etkilerinden en az etkilenen kesimdir. Örneğin, dünyanın en zengin yüzde 1’i süper yatlarıyla, özel jetleriyle, saraylarıyla, sığınaklarıyla, dünyanın en yoksul yüzde 66’sından çok daha büyük bir karbon ayak izine sahiptir. Dahası en zengin yüzde 0.1’in karbon ayak izinin hacmi, 2050’ye kadar 1.5 derecenin altında kalmak için aşılmaması gereken düzeyin üst sınırından 77 kez daha büyüktür. Sorun yalnızca milyarderler değil. Yıllık geliri 140.000 doların üstündeki orta sınıf kesimlerini de kapsayan 77 milyonluk bir nüfusun tüketim alışkanlıkları yıllık toplam küresel Co2 emisyonunun yüzde 16’sını gerçekleştiriyor.
Görüldüğü gibi sorun, kapitalizm kaynaklı, dolayısıyla da sınıfsaldır. Ancak 20-30 yıl öncesine kadar olduğu gibi öncelikle zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasında değil, artık daha çok, etrafımıza biraz dikkatle bakınca görebileceğimiz gibi, tek tek ülkelerin içindeki zenginler ve yoksullar arasındadır. Bunlar kapitalizmin zenginleri ve yoksularıdır: Bir tarafta mülk sahibi sınıflar, kapitalistler ve ondan beslenen parazitler, diğer tarafta işçi sınıfı, kır yoksulları ve nüfus fazlası olarak kent yoksulları vardır;[29] ekolojik soru(n)lar da bunlardan bağımsız değildir, ve olamazlar da!
MARKSİST ÇÖZÜM
“Üretim, mübadele ve mülkiyetle ilişkisi bağlamında modern burjuva toplumu, böylesine kudretli üretim ve mübadele araçlarını bir araya getirmiş olan bu toplum, kendisini çağıran yeraltı dünyasının güçlerini artık kontrol edemez hâle gelmiş bir büyücüye benziyor,” vurgusuyla Karl Marx ile Friedrich Engels, insanları doğanın bir parçası ve doğal çevrelerine muhtaç bir tür olarak gördüler.
“Doğa,” demişti Karl Marx, “İnsanın inorganik bedenidir.” “İnsan, doğadan geçinir. Demek ki doğa da onun bir uzantısıdır aslında, işte bu nedenle, onunla etkileşimini sürdürmeli ve onu beslemelidir ki hayatta kalabilsin.” Yani biyolojik sistemlerimizden bağımsız, tamamlayıcı/ tamamlandığımız parçamızdır.
Karl Marx’ın çok önceleri belirttiği üzere; kapitalizm, doğası gereği karşı koyamadığı kâr ve varlık birikimi dürtüsünü, insan(lık) ve doğadan daha önemli sayar. Böylelikle de “İnsan ve yerküre arasındaki metabolik etkileşimi altüst eder”ken; “Toplumsal metabolizmanın, yani yaşamın doğa yasalarınca bizzat salık verilen metabolizmanın birbirine bağlı süreçlerinde onarılamaz bir uçurum” yaratır.
Metabolik yarılma, bütünlüklü bir ekolojik sistemin metabolizmasındaki parçalanmayı ifade eder; kapitalizmin neden olduğu çevresel bozulmaya/ metamorfoza yol açar. Bir başka deyişle, kapitalizm gölgesini satamayacağı ağacı keser.
“Biricik kurtuluş kaynağı doğaya dönüştür,” vurgusuyla, “Kapitalist tarımdaki her gelişme, yalnız emekçiyi soyma sanatında değil, toprağı soyma sanatında da bir ilerlemedir; belli bir zaman için toprağın verimliliğinin artmasındaki her ilerleme, aynı zamanda, bu sonsuz verimlilik kaynağının mahvedilmesine doğru bir ilerlemedir,”[30] diyen Karl Marx’a göre, kapitalizmin gelişimiyle doğanın talan edilmesi ilerleyecek ve “Toplumsal ve doğal, toprağın doğal yasaları tarafından sınırlandırılmış metabolizmada devasız bir yarılma ortaya çıkacaktır; bunun sonucunda toprağın gücü tahrip edilecek ve ticaret yoluyla bu tahribat o ülkenin sınırlarının ötesine taşınacaktır.”
Bu da sermayenin, -emek gibi- doğa üzerindeki sömürüsünü devreye sokarken; “Sermaye, kâr olmadığı zaman veya da az kâr edildiği zaman hiç hoşnut olmaz, tıpkı eskiden doğanın boşluktan hoşlanmadığının söylenmesi gibi. Yeterli kâr olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insani yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler. Kaçakçılık ile köle ticareti bütün burada söylenenleri doğrular.”[31]
Kimsenin inkâr edemeyeceği üzere kapitalizm, doğanın en büyük düşmanıdır; “İnsanın doğadan ve kendinden her türlü öz-yabancılaşması, onun doğa, kendisi ve öteki insanlarla kurduğu ilişkide açığa çıkar.”
“İnsan doğaya ne kadar yabancılaşırsa o kadar toplumsallaşır, ne kadar toplumsallaşırsa da o kadar kendine yabancılaşır.” “İnsanın kendi doğasına yabancılaşması kapitalist toplumun en temel kötülüğüdür,” notunu düşen Karl Marx, çözümün “komün mülkiyeti”nde[32] olduğu vurgusuyla ekler:
“Komünizm insanla doğa arasındaki ve insanla insan arasındaki uyuşmazlığın/çelişkinin gerçek çözülüşüdür; var oluşla özün, nesneleşmeyle öz-olumlamanın (özneleşmenin), özgürlükle zorunluluğun, bireyle türün arasındaki çekişmenin doğru bir biçimde çözülüşüdür. Komünizm tarih bilmecesinin çözümüdür ve bu çözümün kendisi olduğunu bilir.”
“İnsanın öz-yabancılaşmasının, özel mülkiyetin olumlu aşkınlığı/aşılması; böylece insanın özünün kendine ve kendisi için gerçek uygunluğu olarak komünizm… İnsanın sosyal bir varlık(insan) olarak kendine eksiksiz dönüşü olarak komünizm… (Bu dönüş bilinçli olarak ve kendinden önceki gelişmenin bütün zenginliğini kucaklar.) İşte bu komünizm tamamen gelişmiş natüralizm olarak hümanizme eşittir ve tamamen gelişmiş hümanizm olarak natüralizme eşittir/eşdeğerdir.”
Burada durup, XIX. yüzyılın başından beri kapitalizmin doğayı sömürme, talan ve yok etme eğiliminin nedenlerini-sonuçlarını tespit etme ve alternatif toplumsal bir vizyon koyma çabası güden Marksizm’e ilişkin şu vurguyu yapmamızda yarar var: Karl Marx’ı düşüncesini, “genç Marx” ve “olgun Marx” dönemleri olarak ayırıp, ‘1844 El Yazmaları’nın yazarı ile ‘Kapital’in yazarı arasında, epistemolojik kopuşlar olduğunu ileri sürerek; bunun üzerinden farklı bir Karl Marx vurgusuna müracaat edenler; onun düşünsel birikiminin bütünlük taşıdığını, çok yönlü/ boyutlu/ katmanlı bir içeriğe sahip olduğunu unutup; teorik gelişiminin diyalektik sıçramalar ve yoğunlaşmalar (kopuşlar, kopuştan kopuşlar) şeklinde biçimlendiğini kavrayamıyorlar; “birbirinden farklı”(!) Karl Marx’ların ekoloji sorununu ihmal ettiğinden söz edenler gibi…
Tekrar anımsatalım: Marksizm için, “Doğa insanın inorganik bedeni”dir; insanı doğadan ve doğadaki diğer canlılardan bağlantısız ve ayrı bir yerde gören tüm “büyüme” düşünceleri elinin tersiyle itip, ciddiye almaz.
Malum: Kapitalist üretimin her şeyden önceki birincil hedefi sermayenin değerlendirilerek; büyü(tül)me öyküsüdür. Çünkü kapitalizmin, doymak bilmez kâr etme arzusuyla üretim kapasitesini sürekli olarak artırmasından başka var oluş tarzı yoktur.
Bu durum da Marcus Tullius Cicero’nun, “Doğayı örnek alırsak hiç yanılmayız; Paul Ehrlich’in, “Doğa insan olmadan da yaşar; ama insan doğa yok olduktan sonra yaşayamaz”; Terence Mc Kenna’nın, “Doğa dilsiz değil, insan sağır”; Albert Einstein’ın, “Doğaya yakından bak, o zaman her şeyi daha iyi anlayacaksın,” ifadelerindeki bir kez daha doğrulamaktadır…
BİR YAZARIN KİTABI
Don Miguel Ruiz’in, “Ben söylediklerimden sorumluyum; ama sizin ne anladığınızdan sorumlu değilim,” sözlerini anımsatan yazar Kohei Saito; kitabı da, ‘Antroposen’de Marx-Büyümeme Komünizmi Fikrine Doğru’[33]
‘Green European Journal’ ile röportajında Kohei Saito şunları diyor:
“Sosyalist politikalar herkes için daha fazlasını getirecek teknolojik gelişmeyle ilgilidir: daha fazla gelişmeye, daha fazla ilerlemeye, daha fazla verimliliğe ihtiyacımız var. Çevrecilik ise çok fazla tüketim ve aşırı üretim olduğunu vurgular; burada doğayı koruma amacıyla yavaşlama vurgusu öne çıkar.
Ancak Marx’ın her iki konuyla da ilgilendiğini fark ettim: Herkesin hayatını korumak ve doğayı korumak. Kapitalist anlamda daha fazlasına sahip olmak gerekli değildir. Marx bolluktan bahsederken özel jetlerimiz ya da malikânelerimiz olmasını kastetmiyordu. Para aracılığı olmadan herkes için tıbbi bakım, herkes için ulaşım, konut, su, elektrik ve garantili temel ihtiyaçlarımız olursa bolluk içinde yaşayabileceğimizi, iyi bir hayat sürebileceğimizi kastediyordu.
Bu tür bir bolluk sosyalizm ya da komünizm için yeni bir temel olabilir çünkü bu eşitlikle ilgilidir. Ancak bugünkü anlamda daha fazlasına sahip olmak istiyorsak, bu sadece ekolojik felâkete yol açar. Bir orta yol tutturmak için bolluğu yeniden tanımlamak gerekiyor; Jason Hickel’i izleyerek ben buna radikal bolluk diyorum. Bu, bir şeyleri paylaştığımız, birbirimize yardım ettiğimiz ve güvenlik hissine sahip olduğumuz çok farklı bir bolluk türüdür.
Çevrecilik olmadan sosyalist politika, daha fazla üretip daha fazla tüketerek daha fazla eşitlik yaratmakla ilgili olacaktır… Sosyalistler kapitalizmi eleştiriyorlar ama aynı zamanda hâlâ kapitalist değerlerin içinde sıkışıp kalmış durumdalar…
Önerdiğim şey Rus Devrimi türünden bir devrim değil. İktidarı ele geçirerek bu sistemi yıkabileceğimizi düşünmüyorum. Ulusal parlamentoda iktidarı ele geçirsek bile, bu durum ekonomik sistemi değiştirmez. Daha gerçekçi olansa Rosa Luxemburg’un reform yoluyla devrimci reelpolitik fikri; örneğin zenginleri vergilendirerek azami bir gelir sağlamak. Reformlar ve politikalar, her ne kadar kapitalizmin hemen üstesinden gelmese de, günlük algı ve davranışlarımızda pek çok değişiklik yaratabilir…
Umduğum şey, Rus Devrimi’nde olduğunun aksine yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru bir değişim…
Küçülme yaklaşımının komünizmden ya da en azından sosyalizmden bir şeyler öğrenmesi gerekiyor. Sosyalizm uzun bir ekonomik planlama geleneğine sahiptir. Çok kötü planlama örnekleri vardır, söz gelimi Sovyetler Birliği’nin aşırı merkezi bürokratik planlaması gibi, ancak planlamanın tek türü bu değildir. Planlamanın farklı ve daha demokratik yollarını keşfedebiliriz…
Şu anda haftada beş gün çalışıyoruz, çoğunlukla da 40 saatten fazla. Bunu hemen dört güne indirebiliriz ve teknolojiyle birlikte gelecekte bu sayıyı üç güne kadar düşürebileceğimizi sanıyorum. Yani haftada 25 saat çalışacağız. Tüm bu yeni zamanla ne yapacağız? Ailemizle daha fazla vakit geçireceğiz. Bahçeyle uğraşacağız, spor da yapabiliriz. Biraz gönüllü çalışacağız; ayrıca ne üreteceğimizin ve yerel yönetimimizin alacağı kararların planlanmasında biraz siyasi katılımımız olacak. İşe arabayla değil otobüs ve tramvayla gidip geleceğiz ve işyerimiz daha yatay olacak. Daha fazla iş rotasyonuna sahip olabiliriz. İşin en iyi kısmını her zaman aynı kişi yapmamalı ve birileri de onların kıyafetlerini temizlememeli. Yeni teknolojilerle işleri daha fazla paylaşabilir ve rotasyona tâbi tutabiliriz. Örneğin ben bir üniversite hocası olarak yerel topluluklarda ya da cezaevinde de dersler verebilirim. Becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zamanımızı sadece para kazanmak için değil, aynı zamanda topluluklar inşa etmek ve yeni nesiller yetiştirmek için de kullanabiliriz.”[34]
Yazar, “Reformlar ve politikalar, her ne kadar kapitalizmin hemen üstesinden gelmese de, günlük algı ve davranışlarımızda pek çok değişiklik yaratabilir…” diyen bir sosyal reformcuyken; “Rosa Luxemburg’un reform yoluyla devrimci reelpolitik fikri; örneğin zenginleri vergilendirerek azami bir gelir sağlamak…” söylencesi de “ya reform ya devrim” diyen Rosa Luxemburg ile ilişkili değil!
“Sosyalistler kapitalizmi eleştiriyorlar ama aynı zamanda hâlâ kapitalist değerlerin içinde sıkışıp kalmış durumdalar…” türünden “büyük laflar” etmeyi seviyorken; örneğin, “kimmiş o sosyalistler” sorusunu yanıtlamıyor!
“Önerdiğim şey Rus Devrimi türünden bir devrim değil. İktidarı ele geçirerek bu sistemi yıkabileceğimizi düşünmüyorum,” demesine diyor da ne öneriyor?
“Umduğum şey, Rus Devrimi’nde olduğunun aksine yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru bir değişim…” ya da “Planlamanın farklı ve daha demokratik yollarını keşfedebiliriz…” vb’i önerileriyse politik olmayan dilek ve temennilerin ötesine geçmiyorken; yine içerikten yoksun büyük laflar eder: “Tarihsel materyalizmi yapı sökümüne uğratmak.” (s.270)
“Dolayısıyla, Komünist Manifesto’da anlatılmış olan hikâye ne kadar erişilebilir ve yüreklendirici olursa olsun, Marx’ın nihai vizyonunu muhakkak yansıtmaz.” (s.266-267)
“Marx’ın komünizm vizyonunun dönüşümü.” (s.303)
“Büyümeme komünizmi, genç Marx’ın Prometheusçuluğunun tam tersidir ve hiç de Liebig’in soygun tarımı eleştirisine tepkisinden sonra Kapital’de ortaya koyduğu “ekososyalizm” duruşuyla aynı değildir.” (s.326)
“Son Marx ve onun yeni komünizm fikri.” (s.292)
“Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerinin basılmasında yaşanan önemli gecikme, Marx’ın komünizm fikrinin onun son yıllarında değişmiş olma olasılığının bir göstergesidir.” (s.309)
“Marx, nihayetinde büyümeme komünisti hâline geldi.” (s.265)
Bu tür tavırların ne ve nasıl olduğunu eski Almanya Dışişleri Bakanı “Yeşil Lider” Joschka Fischer’in, Avrupa Birliği’nin (AB) kendi nükleer caydırıcılığına ihtiyacı olduğu vurgusuyla, “Almanya nükleer silahlara sahip olmalı mı? Hayır. Avrupa mı? Evet. AB’nin kendi nükleer caydırıcılığına ihtiyacı var,”[35] türünden “eleştirel”liklerden biliriz…
Kohei Saito, “Dünya yanıyor. ‘Tarihin sonunun sonunu’ deneyimliyoruz… Pandemi, savaş ve iklim bozukluğunun tamamı demokrasiyi, kapitalizmi ve ekolojik sistemleri kronik krize sokan ‘tarihin sonu’nun semptomlarıdır,” (s.13) diyor demesine de; bu bir şeyin “sonu” değil; sınıf mücadelesinin seyri…
“Birçok insan, mevcut yaşam biçiminin felâkete doğru ilerlediği gerçeğinin tamamen farkında. Fakat kapitalist sistem aşırı üretim ve aşırı tüketimin dayanılmaz yıkıcı gücüne karşı bir alternatif önermiyor,” (s.14) saptaması da, “zayıf” ya da “güçlü” bir sosyalist seçeneğin tarihin sayfalarında kayıtlı olduğu gerçeğinin üzerinden atlıyor. Kohei Saito, bundan habersizmiş gibi!
“Kapitalizm artık ilerici değildir. Bunun yerine üretimin ve yeniden üretimin genel koşullarını tahrip eder ve hatta insan ve insan olmayan varlıkları ciddi var oluşsal tehdide maruz bırakır,” (s.15) “hikmeti”ni dillendiren yazar sakın unutmasın: V. İ. Lenin, ‘Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’[36] ile ‘Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm’de[37] bunların altını çizmiş ve (“Marksizm başından sonuna dek yeniden yorumlanmalıdır,” (s.383) diyen Kohei Saito benzeri) sosyal reformculara hatırlatmıştı!
Buna rağmen yine de, “Marx’ın politik ekonomi eleştirisinin ekolojik yönleri Antroposen’de Marxgil mirası diriltmeye yönelik merkezi alanlardan biri hâline geldi. Özellikle “metabolik çatlak” kavramı, çağdaş kapitalizmin ekolojik eleştirisi için vazgeçilmez bir kavramsal araç işlevi görmeye başladı. Bu kavram, küresel ısınma, toprak erozyonu, akuakültür, hayvancılık faaliyeti ve nitrojen döngüsünün bozulması gibi çağdaş ekolojik meselelere uygulanabileceğini göstererek Marx’ın kapitalist üretimin yıkıcı yönüne yönelik eleştirisinin doğruluğunu ispat eder,” (s.19) diyen yazar Karl Marx’ı “Fakat tekçilik doğaya sürekli artan müdahaleyi meşrulaştırarak Antroposen için başarısız bir Prometheusçuluğu bir kez daha canlandırıyor,”[38] diye yorumlamaktan da geri durmuyor!
Sonra da “Marx gerçekten büyümeme komünizmini önerdiyse neden kimse geçmişte buna işaret etmedi ve neden Marksizm üretimci sosyalizmi onayladı? Bunun basit bir nedeni Marx’ın ekolojisinin uzun bir süre görmezden gelinmesiydi. Dolayısıyla ilk olarak onun bastırılma anının izini sürmek gereklidir. Marxgil ekolojinin bu şeceresi (bastırılmış) Marx’ın kendisiyle başlar.” (s.22)
“Marx, 1970’lerden beri tekrar tekrar saf ‘Prometheusçu tutumla’ suçlandı.” (s.31)
“Günümüzde Marx’ın ekolojisinin en azından varlığı -kullanışlılığı ve bilimsel geçerliliği şimdilik bir yana- geriye dönük olarak o kadar açık görülüyor ki insan, neden bu kadar uzun süre ihmal edildiğini merak ediyor.” (s.35)
“Marx’ın ekolojik meselelere olan ilgisi oldukça uzun bir zamandır ciddi Marksist düşünürler arasında dahi ihmal edilmiştir. Marx’ın sosyalizminin doğanın tahakkümüne yönelik Prometheusçu (teknoloji yanlısı, ekoloji karşıtı) bir savunuyla karakterize edildiği söylenmiştir,” (s.29) satırlarıyla Karl Marx’a atıf yapıp, “Marxgil ekolojinin yeniden keşfi”ne (s.37) çağrı yapar.
Ardından da ekler: “Ne yazık ki, özgürlüğü teknik ilerleme üzerinden gerçekleştirmeye yönelik Prometheusçu rüya henüz gerçekleşmedi. Ya da diyalektik bakımından söyleyecek olursak, niceliğin niteliğe doğru diyalektik dönüşümü, teknik ‘ilerleme’nin gezegen üzerinde kontrol edilemeyen yıkıcı bir güç olduğu bir yoldan gerçekleşiyor. Prometheusçu fikirler, başarısızlık tarihlerine rağmen politik ekoloji üzerinde çok büyük etki göstermek için geri dönüyorlar.” (s.211)
“Marksistler geleneksel olarak teknolojik ilerlemeye sempati duyarlar. Genellikle yalnızca üretici güçlerin daha ileri gelişiminin post-kapitalist üretim tarzı için maddi koşulları hazırladığını söylerler.” (s.210)
“Bu kitap boyunca ‘geleneksel Marksizm’ ve ‘klasik Marksizm’ arasında ayrım yapıyorum. Her iki okul da Kapital’de detaylandırılmış olan Marxgil yaklaşımın genel geçerliliğini savunur. Klasik Marksizm belirlenimciliğe ve indirgemeciliğe düşmeden Marx’ın emek-değer teorisi, şeyleşme, sınıf ve sosyalizm gibi temel kavramlarını onaylarken, geleneksel Marksizm Sovyet diyalektik materyalizm dünya görüşüne yakındır.” (s.83)
Bu kocaman -uzun mu uzun- lafların ardından yazar: i) “Büyümeme, kapitalizmle uyumsuzdur ve temelde de anti-kapitalist bir projedir.” (s.375)
ii) “Çoğunlukça bilindiği gibi, Marx’ın Batılı olmayan toplumlar üzerine 1868’den sonra yaptığı çalışmalar, onun komünal mülkiyete dayalı Batılı olmayan toplumların devrimci potansiyellerini ayırt etmesini sağladı. Bu değişim, onun Vera Zasulich’e yazdığı ünlü mektupta ve yine onun Rusya’da kapitalist aşamayı baypas ederek bir Rus Devrimi’ne yönelik yaptığı çağrıda görülebilirdir.” (s.264) “Cermen kabileleri toprağa komünal mülkiyet muamelesi yaptılar.” (s.313) “Marx, Mart 1868’de Engels’e yazdığı mektupta ‘en eski olanda en yeniyi’ bulma karşısındaki şaşkınlığından söz etti,” (s.316) saptamalarıyla iki sonuç çıkarır ki, her ikisi de yeni olmayıp, Marksizm’de mevcuttur.
Birincisi, Kohei Saito’nun “Büyümeme” dediği “planlı ekonomi”dir. İkincisi de “Komünal mülkiyet” dediği ise “Kolhoz” ve “Solhoz”dur.
Malum Sovyet Devrimi toprağı alım satım aracı olmaktan çıkartır. Toprak mülkiyeti kamunundur, kolektiftir. Toprağı kullanma ve ondan yararlanma hakkı çiftlik üyelerine bırakılmıştır
Sovyet Devrimi 1920’li yılların sonlarından itibaren başlatmış olduğu “kolektivizm”, konumuz açısından bu dönemin en önemli özelliklerinden biridir.
Devrim’den sonra da 26 Ekim 1917’de onaylanan ‘Toprak Kararnamesi’ ile toprakta özel mülkiyet kaldırılmış, büyük topraklar da topraksız ve yoksul köylüler arasında dağıtılmıştır.
Toprak Kararnamesi ile köylüler, 150 milyon desyatin’den fazla toprağı karşılıksız elde etmişlerdir.
Toprak Kararnamesi uyarınca işlenen toprak oranı yüzde 70’ten yüzde 95’e çıkmış, devlet çiftliklerinin (sovhoz) sayısı 4000-5000 civarında olmuştur.[39]
Bu tedbirler doğrudur; uygulanmasına (süreç içinde) kimi eleştiriler yöneltmek mümkün olsa da.
Burada önemli olan “Marksizm, büyümemeye yönelik bu çağrıya yeterli bir biçimde yanıt veremiyor,” (s.330-331) diyen Kohei Saito’nun “yeni” diye sunduklarının tarihin bilgisi dahilinde olduğudur!
“İlke” düzeyinde bir şey daha: “İnsan olarak doğa üzerinde kurduğumuz egemenlik, onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olabilmemizden öteye gitmemelidir.”
“Hele var oluşumuzun ilk koşulu olan suyu ve toprağı bir alışveriş nesnesi yapmak, insanın kendisini bir alışveriş nesnesi yapmaya doğru atılmış bir adımdır”
“Su ve toprağın alınır, satılır bir mal hâlinde getirilerek bir azınlığın tekeline alınması ve geri kalanların dışlanması ahlâksızlıktan başka bir şey doğurmaz,”[40] der Friedrich Engels.
HATIRLAYIN
“Çağımızda doğanın yok edilmesi artık dünyamızın başlıca sorunudur. Havanın, suyun kirlenmesi, doğanın dengesinin bozulması insanlığın bugünkü sorunlarından başlıcası,”[41] notunu düşen Yaşar Kemal sonuna kadar haklıdır.
Arundati Roy da, bu bilincin yazarıyken; Elias Canetti’nin söylediğini aktarırsak: “Gerçekten bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılmaz. İçine yaşadığımız dünyanın durumunu görmeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.”[42]
Kohei Saito’da, ‘Antroposen’de Marx-Büyümeme Komünizmi Fikrine Doğru’ başlıklı yapıtında haklı duyarlılıklardan hareketle yazarken iyi ediyor da; keşke Karl Marx’ı “tashih etmek” çabası kadar; “post kapitalizm” yerine sosyalizm diyebilip, komünizmden söz edebilseydi. Yani Karl Marx’ın ekoloji konusundaki görüşlerini, kendi post-Marksist kurgularını desteklemek amacıyla kullanmasaydı!
8 Nisan 2024 13:31:21, İstanbul.
N O T L A R
[*] Rojnameya Newroz, Mayıs 2024…
[1] Walter Benjamin’den aktaran: Michael Löwy, Dünyayı Değiştirmek Üzerine, çev: Yavuz Alogan, Ayrıntı Yay., 1999; Michael Löwy, Walter Benjamin: Yangın Alarm, “Tarih Kavramı Üzerine” Tezlerin Bir Okuması, çev: U. Uraz Aydın, Versus Yay., 2007, s.83.
[2] Reyhan Oksay, “Dünyamız Ağır Hasta”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2023, s.14.
[3] Hicri İzgören, “Ekolojik Kırım Devam Ediyor”, Yeni Yaşam, 3 Ağustos 2023, s.10.
[4] Ayça Ceylan, “2023’ün Çevre ve İklim Raporu”, Cumhuriyet Pazar, 31 Aralık 2023, s.2.
[5] ‘Merkez Av Komisyonu’, 2023-2024 av sezonu için Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren listesinde, 69 kuş ve 6 memeli için av yasağı getirirken, 31 kuş ve 4 memeli türünün ise avlanmasına izin verdi. (“Nesli Tüketecek İzin”, Birgün, 3 Ağustos 2023, s.2.)
[6] “Günümüzde reklamcılık kendi ürününü imal ediyor: Her daim doyumsuz, kaygılı, huzursuz ve sıkılmış tüketici. Reklamcılık, ürünlerin reklamını yapmaktan çok, bir yaşam biçimi olarak tüketimi özendirme hizmeti vermektedir. Reklamcılık kitleleri yalnızca mallara değil, yeni deneyimlere ve kişisel doyuma da dayanılmaz bir açlık duymasını sağlayacak biçimde ‘eğitir’…” (Robert Christopher Lasch, Narsizm Kültürü, çev: S. Öztürk-H. Yolsal, Bilim ve Sanat Yay., 2006, s.14-15.)
[7] Ayça Ceylan, “Dünyanın Kalp Çarpıntısı”, Cumhuriyet Pazar, 24 Eylül 2023, s.2.
[8] Erich Scheurmann, Göğü Delen Adam, çev: Levent Tayla, Ayrıntı Yay., 1989.
[9] “Okyanuslar Küresel Isınmanın Etkisiyle Sürekli Değişiyor”, 16 Kasım 2023… https://www.avrupademokrat3.com/okyanuslar-kuresel-isinmanin-etkisiyle-surekli-degisiyor/
[10] Özlem Yüzak, “Çoklu Krizler Dönemi…”, Cumhuriyet, 1 Aralık 2023, s.9.
[11] Özer Akdemir, “ Ebru Voyvoda: Küresel Isınma İçin Felâket Tellallığı Değil Uyarı”, Evrensel, 14 Kasım 2023, s.14.
[12] Tıpta “homeostasis” kavramı, en basit anlamda, vücudun sürdürülebilirliğini, doğru fonksiyonlarla işlemlerine devam etmesi için sistemsel bir dengeyi ifade eder. Metabolik faaliyetler, belli fiziki ve kimyasal reaksiyonların oluşması için gerekli ısı aralığında gerçekleşir. Homeostasis, kelime kökeni itibarıyla dinamik bir denge içinde “aynı kalma” anlamına gelir ki bu durumda sürdürülebilirlik söz konusudur, hayat böylece devam eder. Sürdürülebilirlik varsa sistem başarılı şekilde sürer. Yoksa hastalıklar veya ölüm olur. Yerkürenin de homeostatik bir dengesi ve bu dengeye dayalı yaşamsal bir döngü var. Sürdürülebilir yaşamsal döngü, sistemin unsurları arasındaki uyum ile mücehhez. Su – gıda – enerji ekosistem bağı (water – food – energy nexus) sistemsel bir uyumu oluşturur. Bu uyumun bozulmaması yaşamsal süreçler açısından zorunludur.
[13] Mehmet Doğan Üçok, “Kuraklık ve İklim Değişimi”, Cumhuriyet, 11 Nisan 2023, s.2.
[14] Ayça Ceylan, “Nereye Kadar Dayanabiliriz?”, Cumhuriyet Pazar, 16 Temmuz 2023, s.3.
[15] Gökay Başcan, “Kriz Yerkürenin Sağlığını Bozuyor”, Birgün, 25 Şubat 2024, s.2.
[16] Şeyda Öztürk, “Ortaya Çıkan Tablo Korkutuyor”, Cumhuriyet, 24 Ocak 2024, s.3.
[17] “WMO’dan İklim Değişikliğine Dair Uyarılar”, 20 Ekim 2023… https://www.avrupademokrat3.com/wmodan-iklim-degisikligine-dair-uyarilar/
[18] Ayça Ceylan, “İnsanlığın İklim İkilemi”, Cumhuriyet Pazar, 11 Şubat 2024, s.2.
[19] Emma Hill-Ben Vivian, “Sıcak Hava Dalgalarının Sebebi Nedir?”, Birgün, 24 Temmuz 2023, s.10.
[20] “Azot Kirliliğinin İçme Suyu Kaynaklarına Etkisi 2050’ye Kadar Üç Kat Artabilir”, 20 Şubat 2024… https://www.avrupademokrat3.com/azot-kirliliginin-icme-suyu-kaynaklarina-etkisic
[21] Latif Sansür, “Hava Kirliliği Her Yıl 8 Milyon Can Alıyor”, Sözcü, 6 Haziran 2023, s.20.
[22] “Gelişen Dünyanın Hastalığı: Hava Kirliliği”, 7 Eylül 2023… https://www.avrupademokrat3.com/gelisen-dunyanin-hastaligi-hava-kirliligi/
[23] Merve Kılıç, “Türkiye’yi Bekleyen Tehlike: Su Kıtlığı”, Cumhuriyet, 23 Mart 2023, s.12.
[24] Ayça Ceylan, “Su İçin Eylem Planı”, Cumhuriyet Pazar, 26 Mart 2023, s.4.
[25] “Sulak Alanlarda Toprak Çatladı”, Birgün, 2 Şubat 2024, s.16.
[26] “Alarm Veriyor: Göllerin Yüzde 53’ü Küçüldü”, Sözcü, 28 Mayıs 2023, s.20.
[27] Deniz Öztürk, “Küresel Sorun: Su”, Cumhuriyet, 21 Şubat 2024, s.2.
[28] Ayça Ceylan, “Açıkça Söyleyelim: Suyumuz Bitiyor”, Cumhuriyet Pazar, 22 Ekim 2023, s.2.
[29] Ergin Yıldızoğlu, “İklim Krizi-Büyük Çelişki”, Cumhuriyet, 23 Kasım 2023, s.9.
[30] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.480-482.
[31] T. J. Dunning’den aktaran: Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.788, dipnot.
[32] Karl Marx, Formen-Kapitalist Üretim Öncesi Biçimler, çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Sol Yay., 1997, s.20-21.
[33] Kohei Saito, Antroposen’de Marx-Büyümeme Komünizmi Fikrine Doğru, çev: Onur Orhangazi, Ütopya Yay., 2023, 414 sahife.
[34] “Kohei Saito ile Marx, Ekoloji ve Küçülme Komünizmi Üzerine”, 6 Mart 2024… https://artigercek.com/cevre/kohei-saito-ile-marx-ekoloji-ve-kuculme-komunizmi-uzerine-286743h
[35] “Nereden Nereye?”, 10 Aralık 2023… https://www.avrupademokrat3.com/nereden-nereye/
[36] V. İ. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev: Cemal Süreya, Sol Yay., 1969.
[37] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979.
[38] “Prometheanism: Siyaset teorisyeni John Dryzek tarafından, Dünya’yı, faydası esas olarak insan ihtiyaçları ve çıkarları tarafından belirlenen ve çevresel sorunları insan buluşları yoluyla aşılan bir kaynak olarak algılayan bir çevresel yönelimi tanımlamak için popüler hâle getirilmiş bir terimdir.” (çevirenin notu) (s.20-21)
[39] Yard. Doç. Dr. Menaf Turan, Yüzüncü Yıl Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi “SSCB’de Toprak Mülkiyeti”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 66, No. 3, 2011, s.307-332… https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/35860
[40] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, çev: Arif Gelen, Sol Yay., 1970.
[41] Yaşar Kemal, Ağacın Çürüğü, Milliyet Yay., 1980.
[42] Elias Canetti, Sözcüklerin Bilinci, çev: Ahmet Cemal, Sel Yay., 2015.