8.6 C
İstanbul
22 Kasım Cuma, 2024
spot_img

İstanbul Rumları yurtlarından nasıl kopartıldı? – Nikolaos Stelya

Modern Türkiye'nin tarihinde derin bir yara olan 6-7 Eylül olayları, kolektif hafızada kanayan bir yara olmaya devam ediyor. Bu olayın yankıları, cumhuriyetin karanlık sayfalarına da ışık tutuyor.

Bu makalenin yazarı, henüz çocuk yaşlardayken ülkesi Türkiye’de ‘farklı bir yurttaş’ kategorisine ait olduğu hissiyatıyla tanıştı. Bu ilk deneyim, 1980’lerin sonlarında, Taksim Meydanı’nın kalbinde gerçekleşti. Taksim Anıtı’nın karşısındaki meşhur bir tatlıcıdan çıktıktan sonra, Kurtuluş’a doğru giden bir taksiye bindiklerinde Niko, ‘farklı’ olduğunu anlatan bir durumla yüzleşti.

Az evvel yediği enfes krem şokola hâlâ damağındayken, Niko takside annesine Rumca neden bu tatlıya böylesine ‘ilginç’ bir isim verildiğini sordu. Niko sorusunu bitiremeden, annesi telaşla müdahale etti: “Evde değiliz, dışarıdayız, Türkçe konuş!” İronik bir şekilde, çocuğunu ‘korumak’ için bu sözleri sarf eden annenin Türkçesi, Niko’nun aksine, İstanbul Rumcası şivesindeydi.

Bu tecrübeden birkaç yıl sonra, Sirkeci-Adalar vapurunda Galatasaray’daki Zoğrafyon Lisesi’nden Heybeliada’ya doğru yol alan Niko, daha önce hiç görmediği güzellikte yaşıtı bir kız öğrenciyle karşılaştı. Kız, arkadaşlarıyla birlikte Kadıköy İskelesi’nde vapura binmiş ve Niko’nun kitap okuduğu yere doğru ilerlemişti. Genç kızın dikkatini ilk çeken, Niko’nun elindeki Aziz Nesin imzalı “Salkım Salkım Asılacak Adamlar” kitabı ve ceketine iliştirilmiş Zoğrafyon Lisesi arması oldu. Merakı, peş peşe sorulara dönüştü: “Bu kitap ne anlatıyor?”, “İstanbul’da hâlâ Rumlar mı var?”, “Zoğrafyon da ne? Türkiye’de böyle bir isim mi olur?” Anlaşılan genç kızın, ülkesinin yakın tarihine dair pek çok eksiği vardı. Niko, bu sorular karşısında kendisini bir kez daha öz vatanında, bildiği, tanıdığı insanlar arasında ‘yabancı’ hissetse de bu tür sorular yöneltenlere tarih bilinci aşılamanın önemini genç yaşta kavramış oldu.

Modern Türkiye’nin siyasi ve toplumsal tarihinde derin bir yara olan 6-7 Eylül olayları, kolektif hafızada hâlâ kanayan bir yara olmaya devam ediyor. Bu olayın yankıları, makalenin yazarı gibi birçok gayrimüslim yurttaşın ‘farklı bir yurttaş’ deneyimi yaşamasına sebep olurken, cumhuriyetin karanlık sayfalarına da ışık tutuyor. 6-7 Eylül’ün yıldönümünde, bir zamanlar İstanbul’un en büyük cemaatlerinden biri olan Rumların, bugün Türkiye’de nasıl 1500 kişilik küçük bir topluluğa dönüştüğünü mercek altına alıyoruz.

CUMHURİYETİN RUM ORTODOKSLARI NASIL BABA YADİGARI YURTLARINDA KALDI?

Aleksis Aleksandris’in “İstanbul’daki Yunan Azınlığı ve Yunan-Türk İlişkileri 1918-1974” adlı eserinde çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde Rum Ortodoks topluluğunun yaşadığı zorluklar, Kıbrıs sorununun çok öncesine dayanıyor.

Yunanistan ordusunun Küçük Asya’da Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) kuvvetleri karşısında aldığı yenilginin ve ardından gelen Lozan müzakerelerinin gölgesinde, İstanbul Rumları büyük bir belirsizlik ve zorlu bir dönüşüm sürecine girdi. Türkiye’nin zaferi, Yakın Doğu’nun siyasi, askeri ve demografik yapısını derinden etkiledi. 1922 sonbaharında, Anadolu’daki Rum nüfusunun büyük bir kısmı göç etmek zorunda kalırken, Yunanistan sınırları içerisinde kalan çok sayıda Müslüman Türk de Türkiye’ye doğru yola çıktı.

Bu dönemde, Lozan görüşmeleri öncesinde TBMM’nin İstanbul üzerindeki egemenliğini pekiştirmek amacıyla General Refet Bele şehre gönderildi. Aleksandris’in aktardığına göre, Bele’nin gelişi milliyetçi duyguların yükselmesine ve organize gösterilerin artmasına neden oldu. Olası saldırılardan endişe duyan 50 binden fazla gayrimüslim, İstanbul’u terk etme kararı aldı. Bu göç dalgası, yeni doğmakta olan cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan en büyük nüfus hareketlerinden biriydi.

Lozan’da Türk heyeti, İstanbul Rumlarının da mübadele anlaşmasına dahil edilmesini talep etti. Yunanistan ise böyle bir adımın yıkıcı ekonomik ve sosyal sonuçlar doğuracağı konusunda uyarılarda bulundu. Müttefikler de İstanbul Rumlarının önemini vurgulayarak Ankara’nın talebine karşı çıktı. Sonuç olarak, yapılan müzakereler sonucunda bu konuda bir uzlaşmaya varıldı. Anlaşmaya göre, İstanbul Rumları ve Batı Trakya Müslümanları, atalarının topraklarında kalma hakkına sahip oldular.

Ankara, aynı süreçte Patrikhane’nin İstanbul’dan uzaklaştırılması fikrini ortaya attı. Bu öneri, Atina tarafından Patrikhane’nin dini ve tarihi önemi gerekçe gösterilerek şiddetle reddedildi. Müttefikler ve Balkan devletleri de Atina’ya destek verdi. Yoğun müzakereler sonucunda Ankara geri adım atmak zorunda kaldı. Böylece Patrikhane, 4’üncü yüzyıldan beri yurt ve merkez olarak kabul ettiği İstanbul’da varlığını sürdürme hakkını korudu.

MİLLİYETÇİLİĞİN GÖLGESİNDE İSTANBUL RUMLARI: CUMHURİYETİN İLK YILLARI

Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul Rumları için zorlu bir dönemin de başlangıcı oldu. Yeni devletin milliyetçi politikaları, Rumları sistematik baskı dalgalarıyla karşı karşıya bıraktı. Cumhuriyet’in ilk hükümetleri, Müslüman Türkleri kayıran ve gayrimüslimleri ekonomik ve sosyal hayatta gerileten uygulamalara imza attı.

Bu dönemde Rumlar, mülklerini değerinin altında satmaya ve Yunanistan veya başka ülkelere göç etmeye zorlandı. Rum profesyoneller işlerinden çıkarılarak yerlerine Müslüman Türkler getirildi. Eğitim ve kültür kurumları da bu baskılardan nasibini aldı. Lozan Antlaşması’nın azınlık haklarını koruma altına almasına rağmen, Ankara hükümeti bu hükümleri sık sık görmezden geldi.

1925-26 yıllarındaki Türk-Yunan müzakereleri, bu gergin atmosferde bir umut ışığı gibi belirdi. Ancak anlaşmaların uygulanması, bürokratik engeller ve yükselen milliyetçilik dalgası nedeniyle sekteye uğradı.

İstanbul’da 30 Ekim 1918 öncesinde yaşayan ‘yerli halkın’ geri dönüşü de tartışmalara neden oldu. Ankara, 1922-23 yıllarındaki kaotik dönemde şehri terk eden Rumların geri dönmesine şiddetle karşı çıktı. Bu süreçte, 1922’den sonra İstanbul’da bulunmayan Rumların mülklerine el konulması yaygınlaştı. Ankara’nın stratejisi, ‘Papa Eftim’ olarak bilinen ve Türk milliyetçiliğini destekleyen eski bir Rum papaz aracılığıyla ‘Türk Ortodoks Patrikhanesi’ni’ teşvik etmeyi de içeriyordu. Bu durum, Patrikhane ile ciddi sürtüşmelere yol açtı.

1942’de yürürlüğe giren Varlık Vergisi ise, özellikle İstanbul’daki Rumlar ve diğer gayrimüslimler üzerinde yıkıcı bir etki yarattı. Bu vergi, birçok gayrimüslim aileyi ekonomik çöküşe sürüklerken, mülklerin düşük fiyatlarla el değiştirmesini ve bir nevi ‘Türkleştirilmesini’ hızlandırdı.

Tüm bu zorluklara rağmen, 1930’larda İtalyan faşizminin yarattığı tehdit, Türk-Yunan ilişkilerinde bir yumuşamaya neden oldu. Bu durum, Türkiye’deki gayrimüslimler için kısa süreli de olsa bir rahatlama sağladı. Ancak Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşananlar, İstanbul Rumlarının hafızasında derin izler bıraktı.

KIBRIS MESELESİ VE SONUN BAŞLANGICI

Modern literatürde, Kıbrıs sorununun 1954-1964 döneminde İstanbul’daki Rum nüfusu üzerinde derin etkiler yarattığı ve Türkiye’de yoğun bir Yunan/Rum karşıtı duygular ile şiddet ortamı oluşturduğu vurgulanıyor. Özellikle 6-7 Eylül 1955 tarihlerinde meydana gelen pogrom, etnik şiddetin çarpıcı bir örneği olarak, Rum mülkleri ile kutsal alanlarının büyük ölçekte tahrip edilmesine yol açtı.

Bu dönemde milliyetçi akım ile kitle iletişim araçlarının yaydığı propaganda, gerilimi daha da artırmış ve Rum toplumuna karşı sistematik ayrımcılığı beslemiştir. Dönemin gazeteleri ve dergileri, Yunan karşıtı mesajları ön plana çıkararak güvensizlik ve nefret atmosferini güçlendirdi.

Patrik Athenagoras’ın gerilimlerin azaltılması amacıyla yürüttüğü diplomatik çabalara rağmen, sosyal ve politik ortam, Rum azınlığın Türkiye’deki konumunu zayıflatmaya devam etti. Patrik’in tarafsızlığı, Türk milliyetçileri tarafından EOKA ve Makarios’a destek olarak algılanmış ve tepki toplamıştı.

Kıbrıs sorununun yarattığı gergin ortam, Türkiye’deki Yunan azınlığa karşı artan bir düşmanlık ortamı oluşturdu. Bu süreçte Türkiye kamuoyu, İstanbul’daki Rumların Kıbrıslı Rumları desteklediğine ve Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştirilmesi çabalarına katıldıklarına dair derin şüpheler taşıdı. Patrikhane ise Lozan Antlaşması ile belirlenen tarafsızlık ilkesine rağmen, ‘Tercüman’ ve ‘Hürriyet’ gibi gazetelerin hedefi haline geldi.

Patrik Athenagoras’ın diplomatik çabalarına rağmen, İstanbul’daki Rum azınlığın durumu sosyal ve politik iklimin olumsuz etkisiyle daha da kötüleşti; sistematik ayrımcılık ve ekonomik zorluklar birçok cemaat üyesinin zorunlu göçü ile sonuçlandı. Rum toplumu karşıtı atmosfer, 6-7 Eylül 1955 tarihlerinde gerçekleşen pogrom ile doruk noktasına ulaştı. Bu olay, Selanik’teki Atatürk’ün evine bomba atıldığına dair asılsız haberlerin tetiklemesiyle başladı. Olaylar, Kıbrıs ile ilgili Londra Üçlü Konferansı ile aynı döneme denk gelmesiyle gerilimi daha da tırmandırdı.

Pogrom sırasında kalabalıklar, İstanbul’daki Yunan işletmelerini, konutları, kiliseleri ve mezarlıkları hedef aldı. Yetkililer ya müdahale etmekte gecikmiş ya da isteksiz kalmış ve böylece Rum Ortodoks mülklerinin geniş çapta tahrip edilmesine olanak tanınmıştır. Demokrat Parti iktidarı olayları komünistlerin üzerine atmaya çalışsa da birçok yabancı gözlemci polisin ve ordunun pasif tavrına dikkat çekmiş ve gerekli müdahalenin zamanında gerçekleşmediğini vurgulamıştır.

Pogromun mağdurları, yaşadıkları zararlar için sınırlı bir tazminat aldı. Bu durum, Rum toplumunun ekonomik durumunu daha da kötüleştirdi ve belirsizlik ile korku atmosferini pekiştirdi. Yassıada Davası’nda, Başbakan Adnan Menderes ve kabinesinin olayların olası organizatörleri olarak yargılanması dikkat çekiciydi. Sanıklar suçlamaları reddetmiş olsa da, davalarda sunulan tanıklıklar, pogromun organizasyonuna hükümetin karıştığını ortaya koydu. Bu durum, kitlesel linç girişiminin Rum topluluğunu zayıflatma ve Kıbrıs konusundaki Türk tutumunu pekiştirme amacı güden kasıtlı bir politik eylem olduğu görüşünü güçlendirdi.

İSTANBUL RUMLARININ SON GÖÇÜ: ELVEDA İSTANBUL

İstanbul’daki Rum toplumunun 1964-1974 yılları arasındaki son göçü, temelinde Kıbrıs meselesi ve Türk-Yunan ilişkilerine dayanan bir dizi olayın sonucuydu. Bu süreçte Fener Rum Patrikhanesi, sadece dini bir kurum değil, aynı zamanda Türkiye’nin Kıbrıs’taki Yunan politikalarını etkilemek için kullandığı bir nevi baskı aracı olarak da öne çıktı.

İki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tohumlarını atan 1959 Zürih ve Londra Antlaşmalarının ardından, Yunanistan ve Türkiye arasında bir uzlaşma arayışı başladı. Yunanistan Başbakanı Konstantinos Karamanlis’in Ankara’yı ziyareti sırasında azınlık meseleleri ele alınmış, ancak somut bir ilerleme kaydedilememişti.

1962 sonrası Kıbrıs’ta yoğunlaşan kriz, Cumhurbaşkanı Makarios’un önerdiği yeni anayasa ile birlikte, düşmanlıkları daha da tırmandırdı. Aralık 1963’te, siyasi ve yasal anlaşmazlıklar şiddete ve kan dökülmesine yol açan çatışmalara dönüştü. 1964’te Türk jetlerinin Kıbrıs’ı bombalaması gerilimi tırmandırdı ve Ankara’ya İstanbul’daki Rum azınlığa yönelik saldırgan politikaları yoğunlaştırmak için yeni bir bahane sundu.

Bu ortamda, 16 Mart 1964’te Türkiye, İstanbul’da yaşayan Rum vatandaşlarına belirli haklar ve koruma sağlayan 1930 tarihli İkâmet, Ticaret ve Seyrisefainet Mukavelesini tek taraflı olarak feshetti. Bu karar, yeni dönemde herhangi bir hak ve korumadan yoksun kalan 10 binden fazla Yunanistan vatandaşını etkiledi. 24 Mart 1964’te ilk sınır dışı etmelerin duyurusu yapıldı ve Rum toplumunun ekonomik olarak zayıflatılması amacıyla mülkiyet ve vergilendirme konularında katı kısıtlamalar getirildi.

Sınır dışı etmeler artan bir yoğunlukla devam etti ve özellikle Rum toplumunun profesyonel ve önde gelen isimlerini hedef aldı. Bu durum, toplumda korku ve güvensizlik atmosferi yarattı. Aynı zamanda, Fener Rum Patrikhanesi de Türk yetkililerin baskılarıyla karşı karşıya kaldı. Din insanları sınır dışı edildi ve kilisenin dini ve idari işleyişine kısıtlamalar getirildi.

Patrik Athenagoras’ın 1972’deki ölümünden sonra, halefi Patrik I. Dimitrios’un seçimi, Ankara’nın sıkı denetimi altında gerçekleşti. Baskı ve artan zorluklar karşısında, İstanbul’daki Rum azınlığın varlığını sürdürmesi giderek zorlaştı. Belirsizlik, birçok kişiyi başka ülkelere sığınmaya zorladı. Bu koşullar, İstanbul’daki Rum azınlığının son toplu göçüne yol açtı ve yüzyıllardır süregelen bir varlığın sona erdiğini gösterdi.

Alper Kaliber, 1964’te Türk hükümeti tarafından 1930 tarihli İkamet, Ticaret ve Seyrisefainet Mukavelesi’nin feshedilmesinin, yaklaşık 12 bin 500 Rum’un İstanbul’dan sınır dışı edilmesine yol açtığını belirtiyor. Yine 1964 yılı boyunca, sınır dışı etmeler ve diğer baskıcı önlemler nedeniyle Türkiye’deki Rum nüfusunun 80 binde 30 bine düştüğü tahmin ediliyor. On yıl sonra, İstanbul’daki Rum nüfusu dört haneli rakamlara (dönemin tanıklıklarına göre yaklaşık 5 bine) kadar geriledi.

Kıbrıs sorununun doruk noktasına ulaşması, sadece İstanbul’daki Rumlar için değil, aynı zamanda Gökçeada ve Bozcaada’daki Rumlar için de benzer dramatik sonuçlar doğurdu. 1955-1974 yılları arasında, Ankara’nın sistematik milliyetçi politikaları sonucunda bu adalardaki Rum varlığı büyük ölçüde azaldı. Adaların özerk statüsünü hiçe sayan cumhuriyet hükümetleri, İmvros (Gökçeada) ve Tenedos’a (Bozcaada) asker ve mahkum yerleştirdi. Rumlar, atalarının topraklarından sürüldü ve adaların Rum köyleri hayalet kasabalara dönüştü.

Metinde bahsi geçen akademik çalışmalar:

Alexandris, Alexis. İstanbul’un Helen Azınlığı ve Türk-Yunan İlişkileri 1918-1974. Küçük Asya Araştırmaları Merkezi, Atina:1992

Kaliber, Alper. “Re-engaging the self/other problematic in post-positivist international relations: the 1964 expulsion of Greeks from Istanbul revisited.” Southeast European and Black Sea Studies 19.3 (2019): 365-386.

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

ÖZGÜR BİR DÜNYA İÇİN!

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN KASIM SAYISI ÇIKTIspot_img

ARTIK TELEGRAM'DAYIZ!

spot_img

DÜNYAYI İSTİYORUZ!

İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,920AboneAbone Ol