22.9 C
İstanbul
27 Temmuz Cumartesi, 2024
spot_img

Hrant Dink'in katledilişinin 13. yılında: İsyanların Işığında Halkların Ortak Mücadelesi

Hrant Dink’in katledilişinin 13. yılında ‘İsyanların Işığında Halkların Ortak Mücadelesi’ paneli Kadıköy Eğitim-Sen’de gerçekleşti. Etkinlikte Agos Gazetesi yazarı Pakrat Estukyan, AKA-DER’den Cemre Can Aşlamacı, Jıneps Gazetesi’nden Yaşar Güven ve Nor Zartonk’tan Murad Mıhçı konuşmacı olarak yer aldı.

Pakrat Estukyan: ’13 yıl sonra Hrant Dink’i anmak çok anlamlıdır, fakat çok daha fazlasına ihtiyacımız var’

13 yıl sonra bugün sanırım Hrant’ın oynadığı rolden, üstlendiği misyondan, yaptıklarından, niçin hedef haline getirildiğinden bahsetmek çok anlamlı olmayacaktır. Bu konuda çünkü çok konuştuk, çok konuşuldu. Bu yüzden Hrant özelinde değil, daha çok yaşadığımız güne dair, yaşadığımız zaman dilimine dair konuşmak gerekiyor. Kaotik bir zaman diliminde yaşıyoruz. 50 yıl önce sağlam ideolojilere sahiptik. Tutunabileceğimiz ideolojilere sahiptik. Bu ideolojiler geçtiğimiz zaman dilimi içerisinde çok önemli sarsıntılar yaşadı. Kuramlar, teoriler bugünü de açıklıyor. Çağ dışı olmadılar. Ama onları savunmada artık eskisi kadar inandırıcı olamadığımız bir zaman dilimine geldik. Bahsettiğim ideoloji sosyalizm. Kişisel olarak 15-16 yaşımdan beri sosyalizmin anlamını içeren bir literatür okudum. Kendi anladığım kadarıyla sınıf kavramını öğrendim. Buna paralel olarak da hep belli bir konumda, belli bir noktada durdum. O noktada yürüdüm. Hiç de o noktadan yolumu şaşırmadım.
Artık git gide yeşil hareket, sosyalizm, sol hareket, sömürü, etnik kimlik mücadelesi gibi her şeyi birbirinin iç içe geçtiği, grift olduğu, aslında hepsinin aynı dertlerden muzdarip olduğu halde birbirini duyamadığı bir sürece girdik. Ve bu süreçte itiraf etmek gerekiyor ki kurulu düzene karşı bütün muhalif hareketler ne kadar kitlesel eylemlere yol açabilsek de hatta ve hatta korku ve panik de yaratabilsek de, Türkiye örneğinde geçişte Gezi yaratabilmiş olsak da, iktidarlara korku ve panik yaşatmış olsak da henüz o devasa sömürü makinesine karşı istediğimiz anlamda bir adım atamadık. O çok uluslu şirketlerin, kartellerin kurguladığı düzene henüz çomak sokamadık.
Hrant Dink cinayetinden sonra Türkiye’de oluşan tepki gerçekten çok çarpıcıydı. Çünkü bir defada o cinayetle birden bire sanki bir balon söndü. Üretilmiş bir balon birden bire ‘Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Hrant Dink’iz’ sloganıyla imha edildi. Bunu hiç kimse beklemiyordu. Çok güzel hazırlanmış, sistematik bir şekilde kurgulanmış, oturtulmuş bir şey vardı. O balon hiç kimsenin beklemediği bir şekilde patlatıldı. Ama bu birkaç yıl sonra Tahir Elçi’yi kaybetmemize engel olamadı. Üstelik Tahir Elçi cinayeti de aynı Hrant Dink cinayeti gibi göz göre göre oldu. Aynı yöntemlerle Tahir Elçi de hedef tahtasına kondu. O noktaya geldikten sonra Tahir Elçi’nin öldürülmesi kimseyi şaşırtmadı. Biz bunları engelleyemiyoruz. Bugün hala bu gücümüz yok. Çünkü bizler hala bir tartışmanın içindeyiz; sınıf siyaseti mi yapalım, etnik siyaseti mi yapalım, kimlik siyaset mi yapalım… Aslında böyle bir şey yok. Bir tarafta bütün zulümlerin anası olarak küresel neoliberal kapitalizm var. Sermaye var. Öbür tarafta da ezilen insanlar var. Felaketleri yaratan ortak bir düşman. İnsanlığın düşmanı. O felaketler bazen insanları imha ediyor, bazen de doğamızı imha ediyor. Dünyanın doğal kaynaklarına hükmetmek için olağanüstü büyük tertipler sahneleniyor. Saf olduğumuzdan aldanmıyoruz. Örgütsüz olduğumuzdan bu hale geliyoruz.
Sol kavramanın anlamı nedir, nereye kadardır, bizler ne kadar arınabileceğiz… Bunlar çok ciddi sorular. Ve cevapsız kalmış sorular ne yazık ki. Hepimiz bir dolduruluşun içerisinde gidiyoruz. Hepimiz yıllarca Kemalizm’i de bir sol ideoloji zannettik, öyle tedrisattan geçtik çünkü. Eğitimimiz buna göre oldu. Hiçbirimiz yedi düvele karşı savaştık lafını sorgulamayı aklımıza getirmedik. Bize bir tarih anlatısı sunuldu. Tarih anlatışına göre gerici padişahı devirdik, dinci hilafeti ortadan kaldırdık. Bunlar orta çağ bağnazlığıydı ve aydınlanma devrimi ile cumhuriyete geçtik.. Bir yere geçmedik. Emin olun ki bir yere geçmedik. Aynı kadrolar bir gün önce osmanlı bürokratıyken, bir gün sonra cumhuriyet bürokratı oldular. İtaat terakki fırkası bir süre sonra cumhuriyet halk partisi oldu. İktidarda süreklilik muhafaza edildi. İktidar sadece fesini çıkardı ve fötr şapka taktı. Kadrolar olduğu gibi aktarıldı, günümüze getirildi. Şu anda Türkiye’nin geldiği nokta; bütün umudunu, bütün bekasını savaşa bağlamış, bir hükümetle baş başa. Bu hükümete dur diyebilecek bir irade görebiliyor musunuz? Ben göremiyorum. Sesimiz çıkıyor mu orada? Hayır çıkmıyor. Kanal İstanbul’a karşı daha çok sesimiz çıkıyor. Oysa, Libya’ya asker göndermek kararı, birkaç Kanal İstanbul’dan daha ağır bir vebali taşıyor. Ama bunun ayrımında olamıyoruz. O zaman da bu isyan ateşi gideceği yere gidemiyor. Hedefini yakalayamıyor. Yıkması gereken duvarları, surları ne yazık ki yıkamıyor. Belli bir zaman içerisinde sönümleniyor. Bunun böyle kalması mümkün değil. Çünkü böyle kalması topyekün insanlığın yok olması anlamına gelecek.
Bugün burada toplanmış olmak direnç noktalarıdır. 13 yıl sonra Hrant Dink’i anmak, bir hafta sonra Pazar günü Hrant’ın vurulduğu yerde yan yana gelmek çok anlamlıdır. Veya Tahir Elçi için adalet talep etmek. Tek başına bu meseleler değil, çok ama çok daha fazlasına ihtiyacımız var.

Yaşar Güven: ‘Kendi senaryomuzu yazmamız ve bu senaryoda baş rolü oynamamız gerekiyor’

2007’nin ilk ayında candan can koparıldı. Tek reçete diyalog demişti Hrant ve şunu savunurdu: bir insanın birlikte yaşadığı insanlar hakkında onların etnik kimliği ya da dinsel inançlarının farklılığı anlamında, farklılığını aşağılanması kabul edilebilir bir şey değildir. Bu ırkçılıktır ve bir insanlık suçudur. Aynı cümleyi kuran bu coğrafyadaki pek çok insan için de katledilişi sanki bir mesaj gibiydi.
Genel anlamda bakıldığında devlet aklı küçümsenecek bir akıl değil. Ama aynı zamanda da sürekli kendini tekrar eden bir akıl. Yani farklılıkları kullanan bir akıl. Bugün de devam ediyor. Bugün de iklim çok farklı değil. Hepimiz biliyoruz; gerilimden, çatışmadan, nefretten ve savaştan beslenen bir iktidar söz konusu. Bize öyle bir gündem oluşturuyorlar ki, bizi asıl konuşmamız gereken konuların zemininden de kaydırıyorlar. Asgari ücret gibi, eğitim gibi, sağlık gibi… Bunları konuşamıyoruz, başka şeylerin peşine takılıyoruz. Dolayısıyla biz gündemin kuyruğuna takılmamanın bir yolunu bulmak durumundayız. Bu söylediğim olan bitene kayıtsız kalalım, hiçbir tepki göstermeyelim demek değil. Sadece kuyruğuna takılmayalım. Çünkü bizler bu coğrafyada yaşanan pek çok örnekte görüldüğü gibi halklar ve inançlar olarak aslında yazılan senaryoların figüranları olduk. Duruma bir şekilde müdahil olmamız, kendi senaryomuzu yazmamız ve bu senaryoda baş rolü oynamamız gerekiyor. Bunu becerebilecek iradeyi gösterebilmemiz gerekiyor.
Halkların ve kimliklerin gerçekliğini en iyi bilenler bu halklar ve kimlikler içinden çıkan insanlardır. Yani genel geçer doğrular yerine direkt onlarla kurulacak olan irtibatlarla ve sağlanacak dayanışmayla, ittifakla ancak bu ilişki yürüyebilir. Bunun bilinciyle hareket etmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Literatürde çok kullandığımız bir terim vardır: sınıfına yabancılaşmak. İşte halklar ve inançlar bazında baktığımızda da kimliğine yabancılaşma söz konusu olur bu coğrafyada. Adeta ikili bir baskı altındaydı. Bu baskılardan bir tanesi devletin bizatihi uyguladığı baskıydı. O da bu ülkenin muhalefetinde önemli bir dinamik olan kürt özgürlük hareketi üzerinden bölücü ve terör algısıyla halkların kimlikleri ve inançları üzerine gitmekti.
Hrant bu ülkede cehennemi cennete çevirmeye aday insanlardan birisiydi. Biz de bu coğrafyada daha fazla kan ve gözyaşı akmasın istiyorsak benzer şeye talip olmamız gerekiyor. Ve Hrant’ın hayat arkadaşı Rakel’in veda mektubunda söylediği gibi, bir bebekten bir katil yaratan karanlığın sorgulanmasından vazgeçmemek gerekiyor.

Murad Mıhçı:

75 doğumluyum ve Pakrat abi veya şimdiki gençler gibi biz şanslı bir dönemde değildik. 80 darbesi yaşanmıştı ve kitaplar atılmıştı. Kitap bulup okursanız, mamanız elinizden o kitabı alıp oğlum başını yakacak korkusu yaşardı. Ben öyle bir dönemde okudum. Ben okumalarımın içerisinde Türkiye sol tarihinde 80 sonrasında kendime pek bir yer bulamıyordum. Ülkede sol diye bir grup var ama bakıyorum ittihat terakkici. Eğer ittihat terakkiciler solsa, benim okuduklarım ne.. Ciddi çelişkiler yaşadım ve zor bir dönemdi benim için.
Liseyi İstanbul’un başka bir ilçesinde okumaya gittiğimde Kadıköylü olmayan başka Ermenilerin de olduğunu gördüm. Kendi aralarında Kürtçe konuşan, Kürt Ermenilerle tanıştım ve kendimi onlara çok yakın hissettim.
Bir gün Kadıköy’de bulunan Aramyan Derneğine Agos’un kurucularından Jagdin Bakar geldi ve bir Ermenice gazete çıkacağını söyledi. Agos’un anlamını öğrendikten sonra kafamda bir şeyler canlandı ve tahminimce anadolu yakasının ilk Agos abonesi oldum. Agos sayesinde ilk defa kendi iç dinamiklerimizin eleştiriliyor olması çok hoşuma gitti. Yani Agos diye bir şey çıktı ve bizi uyandırdı.
Bugün Pakrat ahparigin dediği gibi bu anma bir direniş alanıdır. Böyle zamanlarda direniş alanlarında yer almaktan mutluluk duyuyorum.

Cemre Can Aşlamacı: Kapitalizme karşı mücadele yürütmeden, halklar mücadelesi, kadın mücadelesi yürütülebilir mi?

Her sene Hrant’ı anarken Hrant’la beraber kendimizi yeniden anlamaya çalışıyoruz. Biz kimiz? Biz mücadele yürüten insanlar olarak alanlarda, meydanlarda buluşan insanlar olarak ya da belki bu mücadelelerin kenarından geçen ama bizle aynı sorunları yaşayan insanlar olarak kendimizi tanımamız için bir fırsat Hrant. Hrant’ı anlamak bunun yollarından bir tanesi.
Hrant’ın arkasından yürüyen yüz binlerce insan olmasaydı, katliamlar çoğalarak, artarak devam edecekti. Sonrasında bitti mi? Bitmedi. O gün o insanları oraya getiren neydi? Bu insanlar kimlerdi? Bunları düşünüp tekrar yorumlamamız gerekiyor. Yüz bin insanın yüz bini de Ermeni miydi? Ya da hepsi Agos mu okuyordu? Hatta hepsi Hrant’ı mı tanıyordu? Bence böyle değildi. Bütün bunlara gerek de yoktu zaten. Mücadele anlamında ortaklaşılan, adım adım büyütülen bir mücadele olmasa da bu toprakların işçileri, emekçileri, halklar, kadınlar, gençler, geniş tarifi ile ezilenler diye tarif edebiliriz ama bu bir sınıf. Sezgileri ile hareket eden örgütsüz bir sınıf. Belki Hrant katledilene kadar onu tanımıyordu ama Hrant’ı dinlediğinde, onunla beraber birçok şeyi anladı insanlar. Bu yüzden oraya taşınan yüz binlerce insan ortak bir geleceği savunduğu için bence oradaydı. İstedikleri şey çünkü ortaktı. Bu toplumun böyle bir isteği var. Özgür, geceleri aç yatmayacakları, gündüzleri sömürülmeyecekleri bir dünya, ana dillerinde konuşabilecekleri, kucaklaşabilecekleri bir dünya.
Biz ne istiyorsak, biz ne kadar örgütlü bir mücadele yürütebiliyorsak o kadar az zamanı kalıyor karşımızdaki sistemin ve yöneten sınıfın. Bu kapitalist emperyalist sistem ciddi ekonomik siyasi bir kriz içerisinde. Nasıl devam ettirebilecekleri tartışmasını burjuva iktisatçılara bırakalım. Biz ne yapacağımızı tartışalım. Bu gün bizim cevaplardan çok sorulara ihtiyacımız var. Farklı mücadele alanlarından bir araya gelen insanlar olarak bizim doğru soruları sorup bir zeminde buluşabilmemiz gerekiyor. Kapitalizme karşı mücadele yürütmeden, halklar mücadelesi, kadın mücadelesi yürütülebilir mi? Gerçekçi olabilir mi? Sonuç alıcı olabilir mi? Ya da bu örgütlülüğü büyütmeden, propaganda etmeden, yaygınlaştırmadan ne kadar kapitalimze karşı mücadele yürütülebilir?
Halklar alanında da mücadele yürüten kurumlar olarak biz örneğin ekonomik krize dair ne diyeceğiz? Yarın işçilerin grevlerinde bir söz söyleyecek miyiz? Biz mücadele alanlarını birleştirmek için bir şey yapacak mıyız?
Biraz önce de söylediğim gibi biz birbirimizi sezgisel olarak buluyoruz. Çünkü bir mücadelenin nasıl yürütüleceğine dair, tarihimize dair bilincimiz zayıf. Üretim ilişkilerinden bağımsız bir siyaset tartışması yapılıyor. Akp seçmeni, chp seçmeni gibi yanlış bir şekilde ayrıştırıp birbirimize daha uzak hale geliyoruz. Bu bir bakış sorunudur. Tüm sistem üretim ilişkileri üzerine kuruludur. İdeoloji de bunun üzerine kuruyor.
Rakel’in ‘Bedelleri ödenmiş gelecekler Hrant’ları severek, Hrant’lara inanarak olur’ sözü bizi kendimizi anlamamızın yoludur. Bu gün biz bir sınıf olarak toplumun yüzde doksan dokuzu olarak tarihimizi anlamadan, tarihimizle savaşmadan ve birbirimizle barışmadan kendi geleceğimizi kurmanın bir yolu olmadığını düşünüyorum. 19 Ocak’ta Hrant’ın vurulduğu yerde, vurulduğu saatte olacağız.

Son Haberler

ÇOK OKUNANLAR

KALDIRAÇ DERGİSİ'NİN TEMMUZ SAYISI ÇIKTIspot_img
İŞÇİ GAZETESİ'NİN 218. SAYISI ÇIKTI!spot_img

Bizi takip edebilirsiniz

369BeğenenlerBeğen
851TakipçilerTakip Et
14,108TakipçilerTakip Et
1,700AboneAbone Ol