Geçmişte neler söylediğinizin hiç önemi yok, ihalelerin başkasında değil hep sizde kalmasının da hiç önemi yok… Ahlaken, pragmatik bir carpe diem’i şiar edinmiş, ahlaksızlığın ahlakı olarak formüle edilebilecek bu düzende, her şey Breaking Bad dizisinde Walter White’ın dediği gibi (Pandemide de bu kavramı sık duyar olduk) bir hal aldı: “Her şey kontamine oldu.”
Bu ülkede her gün yaklaşık 9-10 kişi intihar ediyor. Enflasyonda ya da vaka sayılarında olduğu gibi gerçek rakamı bilebilmek çok zor ama resmi rakamlar böyle diyor. Bu intiharların gerek geleneksel medyada gerekse sosyal medyada veriliş tarzı başlı başına sorunlu. İntihar edenin kahramanlaştırılması ya da tam tersine mazlumlaştırılması, intihara eğilimli kişiler arasında özendirici olabiliyor. Ancak ortada bir gerçek var ki, neredeyse her gün birkaç genç hayatına dramatik şekilde son veriyor. Birçoğunun ortak noktası, geleceklerinin olmadıklarına inanmaları ve umutlarını kaybetmeleri. Gelecekleri çalınmış gençler, son mektuplarında tokat atar gibi metinler bırakıyor. İsimlerini özellikle vermeden, medyaya yansıdıkları haliyle birkaç örnek: “Merak ediyorum neden kimse bana değerli olduğumu hissettirmiyor? Neden kimse beni sevmiyor? Milyarlarca insan olmasına rağmen neden kendimi bu dünyada yalnız ve değersiz hissediyorum?”, “28 yıldır kurduğum hayallerin gerçekleşmediği gibi, bundan sonrası içinde ümidim yok. Bir işim bile yok”, “Bugün 17 Nisan, doğum günüm. Ne olur ne olmaz bilemem. Allah hayır etsin inşallah. Kimsesiz bırakıldım.” İslam’ın etkisiyle belki dünya intihar sıralamasında alt sıralarda olsak da geçim kaynaklı intihar vakaları da sıklıkla karşımıza çıkıyor artık. 26 bin intiharı inceleyen ve intihar konusundaki baş referans olan Durkheim’e göre toplumdaki intihar oranı, bir sosyal grup veya toplumun anomi derecesinin bir işaretidir. Durkheim, intiharı sosyal bir olay olarak ele alır ve sosyal yapı çöküntüsü ile intihar arasında bir nedensel ilişki kurar. Medyanın her intihar vakasını tekil göstermeye çalışması, toplumsal özelliğinden arındırması bundandır. Tıpkı kadın cinayetleri gibi intihar da bu nedenle politiktir.
Maddi durumu iyi olanların ya da kalifiye eğitim almışların yurtdışına “kaçtığı”, kalanların ise 200 üniversiteden mezun olduktan sonra genç işsizler ordusuna katıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Geleceklerinin daha şimdiden heba edildiğini düşünen, sokak röportajlarında sık sık dile getirildiği gibi umut ya da hayal kuramayan bir gençlik… Bu kadar dip noktaya, ancak planlanmış, organize edilmiş, sistematik bir sürecin sonucunda ulaşılabilirdi.
Geçen 19 yılın birçok çıktısı oldu elbette. Ekonomik krize pandeminin de eklenmesiyle birlikte insanların intihar etmesindeki artışla paralel bir başka durum, daha da fazla palazlandı: Gelen intihar haberlerini okurken dahi kimse utanmıyor. Çünkü bu ülkede her ne koşulda olursa olsun, kimse asla ama asla utanmıyor. Diplomasız bir güreşçi olarak koskoca bankaya yönetim kurulu üyesi atansanız da binlerce öğrencinin ve öğretim üyesinin istemediği rektör de olsanız, yıllarca mevcut iktidar hakkında demediğinizi bırakmamış ve şimdi iktidarın ana dişlisi gibi çalışsanız da hiç utanmıyorsunuz. Her gün 150-200 insan pandemiden ölürken, 20 küsur yaşında AKP MYK üyesinin aşı olmakta beis görmemesi ciddi bir ahlaki çöküntü aslında. Öğrenilmiş, tercih edilmiş, üzerinde hırslanılmış bir tercih bu, hakkı olmadığını bile bile aşıyı olmak… Cüretini bu millete küfrettiği halde, devletten en fazla ihale alarak dünyada ilk 10 arasına giren firmanın pervasızlığından, bakara-makara diyerek dalga geçenlerin büyükelçi atanmasından alıyor, utanmayanların dünyasından yani… Gücün kutsanması o kadar ayyuka çıkmış durumda ki, o AKP MYK üyesi, aşı hiyerarşisinde kendisini zaten “devlet büyüğü” olarak görüyor. O nedenle utanmıyor, o dürtüleri sanki çekildi içlerinden…
Her ne olursa olsun, aşırı özgüven, kolay yoldan para ve mevki kazanmanın geçerli patern olduğu bir düzen hayatımıza yön veriyor. Ülkedeki kutuplaşma burada da kendini gösteriyor. Yaşananlardan başkası adına utananlarla, devletin imkanlarından her daim nemalanma konusunda hiç beis görmeyenler arasında toplumsal bir yarılmadır yaşadıklarımız. Yıllarca FETÖ şarlatanlarıyla kol kola olanların pişkince herkesi “terörist” olmakla suçlayabildikleri ve bunları yaparken asla utanmadıkları bir yarılma… Bir yanda acı mektuplarla hayatına son veren gençlerle, diğer yanda bu arsız nemalanma furyasından pay kapmak için çırpınan yandaş iş adamları, sanatçılar, gazeteciler… Elias Canetti’nin dediği gibi geçiyor yıllarımız: “Her yıl, insanı daha bir utanmaz kılmakta.” Bu ahlaki kutuplaşmanın çok ötesinde, “bizler ve onlar” yarılması aslında… Pink Floyd’un aynı ayrışmayı dile getirdiği, saykodelik “Us and Them” parçasına bağlanalım: “Sadece farklı düşüncedeydim, fakat gerçekten, terbiyesizliğin bir maliyeti yok değil mi?”
Geçmişte neler söylediğinizin hiç önemi yok, ihalelerin başkasında değil hep sizde kalmasının da hiç önemi yok… Ahlaken, pragmatik bir carpe diem’i şiar edinmiş, ahlaksızlığın ahlakı olarak formüle edilebilecek bu düzende, her şey Breaking Bad dizisinde Walter White’ın dediği gibi (Pandemide de bu kavramı sık duyar olduk) bir hal aldı: “Her şey kontamine oldu.”
Peki kurtuluş yok mu? Cevap da Ingmar Bergman’dan gelsin: “Utanç, Dünya’yı bir tek utanç kurtarabilir.” Tıpkı Boğaziçi Üniversitesi öğrencisinin Rektör’e tokat gibi sorusuna verecekleri yanıt olduğu zaman değişecek her şey: “Hocam hiç utanmanız yok mu?”