“Şimdiki zaman ve geçmiş zaman
belki de gelecek zamanda mevcuttur;
gelecek zaman ise geçmiş zamanın içindedir.”[1]
Blaise Pascal’in, “Geçmişle övünmek geleceği görememektir,” saptamasına büyük değer biçer; “Eğer toprağı geçmişin ve bugünün pisliklerinden temizleme konusunda başarılı olabilirsek, gelecek nesillere bütün zamanların en büyük ve en güvenli mirasını bırakmış oluruz,” diyen Emma Goldman gibi düşünürüm…
Yüzyıl önce ya da yakın geçmişte yaşananları anlayıp, olanlarla yüzleşmezsek, soru(n)lar aynen devam edecektir; ve ezilenlerin/ ötekileştirilenlerin tarihini bilmeyenler, tarihten öğrenmeyenler her zaman acıları yaşamaya mahkûmdur.
Kolay mı? Ermeni, Rum, Roman, Kürt, Alevî, Hıristiyan, Musevi vd. olmanın hâlâ -şu veya bu biçimde- “suç” sayıldığı coğrafyamızda yeni bir eşitlikçi kardeşlik iklimi geçmişle yüzleşmeyle başlayabilir.
Osmanlı’dan beri devletin (b)ilgisi dahilindeki tehcir, katliam, pogromlar herkesin malumuyken; Pontos, Kapadokya, İyonya, Doğu Trakya’da Rumların yaşadığı etnik temizlik saldırganlığından; 1907-1915 Ermeni Soykırımlarına ve Süryanîlere ya da Koçgiri’den Dersim Katliamı’a; Maraş-Çorum Alevî Kırımları’ndan; oradan da Gazi, Suruç ve 10 Ekim An-kara’ya kadar uzar giden “icraat”lar.
Ama içlerinden biri karşısında devlet hâlâ derin bir suskunlukta ısrar ediyor: 6-7 Eylül 1955 Pogromu…
6-7 Eylül’e dair birçok araştırma ve inceleme yaşananları detaylarıyla ortaya koyarken; Nevzat Onaran şunların altını çiziyor: “Resmî ideolojiye göre, Sünnî İslâm, Türk kültürlü (İskân Kanunu, madde 10, 11) olandı. Ekonomi politiği de milleten Türk ve dinen Sünnî İslâm olmayanın demografik ve iktisadi yapıdan tasfiyesiydi.”
Ayrıca Pakrat Estukyan da, “6-7 Eylül İstanbul’un Türkleştirilmesi ve İslâmlaştırılmasıdır” vurgusuyla özetliyordu saldırganlığı…[2]
Ve bir şey daha: 1920’de Milli Eğitim Bakanlığı, 1921’de ise Sağlık ve Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Rıza Nur ile Topal Osman arasında geçen bir diyalogda, Rıza Nur Topal Osman’a sorar, “Bütün binaları yıktınız mı?” diye. Topal Osman ise “Sağlam olanları kendimize ayırdık” der. Rıza Nur ise “Hayır hayır hepsini yıkın, geride iz bile kalmasın” der. İşte bu soykırımın itirafıdır. Amaçları geride Rumlardan iz bırakmamaktır…[3]
“Geçmiş affedilir mi?” sorusu karşımızdayken; İsmail Hakkı İçten, “Bunların hepsi yara ve devletin yüzleşmesi gerekir,”[4] diyor.
* * * * *
Yerli ve milli hamaset patlamasının yaşandığı milliyetçilik tablosunda bu mümkün mü? İmkânsız değilse de, oldukça güç!
Öncelikle “Milliyetçilik bir analiz aracı değildir; egemen sınıfların kontrolünde kolektif bir dayanışma duygusunun seferberliğidir. Sınıflar arasında uçurumların olduğu toplumlarda bu tarz ‘dayanışma’lar da sadece egemen sınıfların lehine işler”ken;[5] “Milliyetçilik ideologlarına göre, dil bir milletin ruhuydu ve ileride göreceğimiz üzere gün geçtikçe daha fazla, milliyetin can alıcı kriterini temsil ediyordu.”
“Ama etnik kökene genetik açıdan yaklaşmanın sağlam bir dayanağı yoktur, çünkü bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak etnik bir grubun esas temeli biyolojik değil kültüreldir. Bundan başka, modern göçü bir kenara bıraksak bile, geniş teritoryal ulus devletlerin nüfusları, hemen hemen değişmez biçimde ortak bir etnik köken iddiasında bulunamayacak kadar heterojen yapıdadır.”
“Kısacası, analitik düzlemde milliyetçilik milletlerden önce gelir. Milletler devletleri ve milliyetçilikleri yaratmaz, doğru olan bunun tam tersidir.”[6]
Ve hep ötekileştirilene rağmen olur!
İşte bunun içindir ki söz konusu hâle ilişkin Erich Fromm, “Milliyetçilik bizim iğrenç günahımız, putperestliğimiz, çılgınlığımızdır”; Howard Zinn, “Masum insanları öldürmenin utancını kapatacak büyüklükte bir bayrak yoktur”; Arundhati Roy, “Bayraklar, hükümetlerin önce insanların aklını daraltmak için kullandığı, sonra da ölüleri gömmek için tören örtüleri olarak kullandıkları renkli kumaş parçalarıdır”; Samuel Johnson, “Milliyetçilik, vatanseverlik, şerefsiz bir politikacının son sığınağıdır!”; George Bernard Shaw, “Milliyetçilik, sizin doğduğunuz ülkeyi; diğer tüm ülkelerden daha mükemmel olduğunu zannetmenizdir”; Kurt Vonnegut, “Doğumundan beş dakika sonra adına, milliyetine ve dinine karar verdiler. Hayatını seçmediğin şeyleri savunarak geçiresin diye”; Thomas Mann, “Milliyetçi olmak için, belirli bir derecede zihinsel engelli olmak lazım,” uyarılarını dillendirirler!
* * * * *
Egemen ulus milliyetçiliğinin devreye soktuğu kültürel kırımın en önemli sonuçlarından birisi de, kaçınılmaz olarak var olduğu coğrafyadaki kültürel renkleri ve kökleri, geleneksel sürekliliği ve toplumsal hafızayı yok etmekken; Türk(iye) uluslaşmasının yaptığı da tamı tamına budur.
Hatırlayın: XIX. yüzyılın ikinci yarısı ve XX. yüzyılın başlarında bu yolda enerjik adımlar atıldı.
Yerleşim birimlerine Reşadiye, Hamidiye, Aziziye, Arifiye, Ümraniye, İsmetiye, Talatiye, Mahmudiye, Mahmutbey gibi padişah ve şehzadelere gönderme yapan isimler verildi.
Aynı süreçte bu coğrafyanın kadim kültürlerden gelen isimleri de değiştirilmeye başlandı. Mesela Erzincan’ın Gercanis kasabasına Sultan Abdülaziz’in iradesiyle Refahiye adı verilmiş; Dersim Kızılkilise kazası Nazımiye’ye, Megri Fethiye’ye, Atronos önce Orhanili ve sonra da Bursa’ya dönüştürülmüştür.
XX. yüzyıl başında Enver Paşa başkumandan vekili sıfatıyla yayımladığı talimatnamede Osmanlı coğrafyasında Ermenice, Rumca veya Bulgarca gibi Müslüman olmayan kimliklerin diliyle anılan vilayet, sancak, kasaba, köy, dağ, nehir isimlerinin Türkçeleri ile değiştirilmesini istedi.
Söz konusu milliyetçi refleksin tonu giderek arttı; 1921’de Antep mebusu Yasin Bey’e, “Bugün namusumuza, mevcudiyetimize, istikbalimize köpekler gibi saldırmak isteyen bir milletin ismini, ben o memleketli olmak sıfatıyla taşımak istemiyorum. Bu Rum kelimesinin şu saatte atılmasını rica ediyorum” dedirtecek kadar!
Bu müdahalenin sonucunda Karadeniz’de genellikle Lazca, Ermenice ve Gürcüce yerleşim isimleri değiştirilmiştir. Rize’de isim değiştirmelerin oranı yüzde 79, Artvin’de yüzde 88 Trabzon’da yüzde 78, Bayburt’ta yüzde 80 ve Erzincan’da yüzde 66’yı bulmuştu. Kürt coğrafyasına geldiğimizde bu oranlar daha da yükselecektir. Şırnak’ta yüzde 92, Hakkâri’de yüzde 86, Batman ve Bitlis’te yüzde 84, Mardin ve Erzurum’da yüzde 90’ın üzerinde gerçekleşmiştir. Mardin’de 647, Erzurum’da 653 köyün adı değiştirildi. Öteki bölgelerin tamamında benzer bir durum söz konusuydu.[7]
Yapılanların ikiz kardeşleri de “Tedip” ve “Tenkil” idi elbette…
Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Tedip”; uslandırma, yola getirme, terbiye etme olarak tanımlanır… “Tenkil” ise uzağa gönderme, herkese ibret olacak şekilde bir ceza verme, sindirme anlamı taşır: Düşmanı veya zararlı kimseleri ortadan kaldırma. Anlaşılacağı gibi bu iki kavramın ortak anahtar kelimesi ise “düşman nüfus”, ötekileştirilendir![8]
Söz konusu düzlemde T.“C”nin göç/iskan meselelerine dair politikası, genelde Osmanlıdan devraldığı uygulamalar üzerine bina edilmişken; Kemalist yeni rejimin temel arzusu, tek kimlik inşasını mümkün kılacak şekilde nüfusu, mühendislik aracılığıyla yeniden yapılandırmaktı. Bu politikanın somutu da 1934’de çıkarılan 2510 Sayılı İskân Kanunu’ydu. Kanunla ülke üç ana mıntıkaya ayrılmıştı:
Bir numaralı mıntıka; Türk kültürlü nüfusun tekâsüfü istenen yerlerdi.
İki numaralı mıntıka, Türk kültürü olmayan nüfusun nâkil ve iskânına ayrılan yerlerdi.
Üç numaralı mıntıka ise, sıhhat, iktisat, kültür, siyaset, askerlik ve inzibat gibi sebeplerle boşaltılması istenen; ikamete yasak edilen yerlerdi.[9]
Bu elbette nedensiz değildi; şöyle ki: Kapitalist modernleşme mülkiyeti kutsallaştırıldığı için, mülkiyet hakkı da dokunulamaz olarak kabul edilmişti. Bu hem ulus devletin toprağı için hem de onun içinde kurulu mülkiyet adaları için böyleydi.
Gelgelelim bilhassa XX. yüzyıla yayılan kitlesel kırımlar, yangınlar ve göçlerin temelinde açık/örtük ama çoğunlukla mülkiyet meseleleri yer almıştır. Ulus devletlerin nüfus/ etnisite politikaları hâkim kimlik içindekilerin mülkiyetini “kutsal”, ötekilere ait olanı ise dokunulabilir olarak görmüştü. Bu da ötekilere yönelik her tür müdahaleyi güncel tutmuştu. Dolayısıyla modernizm mülkiyeti kutsallaştırırken, mülkiyetsizleştirmeyi de inşa etmişti.
Türk modernleşmesinin öyküsü de dünyadaki bu genel eğilimden muaf olmamıştır elbette. Ermeni Soykırımı’ndan 6-7 Eylül 1955’e bir yanda mülksüzleştirilenler, bir yanda da mülkiyetleri bir anda katlananlara dair öykülerin iç içe geçmişti.
“Gerekçe”yse malum üzereydi ve 1930’lu yılların dergilerini “Ülkümüz, ırkdaşlarımızın saadetidir” ve “Her şeyin üstünde Türk ırkı” sloganları süslüyordu.
1940’lı yıllarda daha keskin bir dil hâkimdi: “Türk kanının temizliği”, “asil Türk kanı”, Türk milli ruhu” gibi ifadeler gazetelerin temel vurgusuydu. Hatta asil Türk olmayanların hayat haklarının bulunmadığı, Türk halkının kabaran buğzundan ve felaketinden kurtulmasını sağladığı için azınlıkların, Varlık Vergisine şükretmeleri gerektiği gibi tehdit edici söylemler de basında yer almıştı.
Ötekine karşı milli manevi duygu öylesine işlemişti ki İstanbul Postası 5 Temmuz 1950’de ülkedeki lokanta, birahane, kokteyl salonları ile bilinen tüm yiyecek içecek satılan yerlerde yabancı uyruklu garsonların çalıştırmayacağına dair Bakanlar Kurulu kararına yer vermişti. Bu politik iklimde ötekilerin mülkiyetine yönelik müdahale bir ölçüde “normalleşmiş” ve belki de her şey bir tetikleyici habere kalmış gibiydi.[10]
* * * * *
Kolay mı?!
18 Eylül 1930’da Ödemiş’in Gölcük yaylasında “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır” sözlerini telaffuz eden Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’tan[11] mülhem milliyetçilik anlayış(sızl)ığı hâlâ gündemdedir; savunulmaktadır…
“Nasıl” mı?
“Kuşkusuz ‘Neo (Yeni) Kemalizm’ olmaz ama ‘Çağının Çağdaşı Kemalizm’ olur, çünkü gerekli ve zorunludur,”[12] diyen Özdemir İnce şu “hikmetler”i de ifade edebilecek kadar fütursuzdur:
“Mahmut Esat Bozkurt, Mustafa Kemal Atatürk’ün hukuk alanında yapmak istediklerinin neredeyse tamamını gerçekleştiren bir yapıcıdır… Türk Devrimi’nin ideolojisi olan Kemalizmin belli başlı kuramcılarından biridir.”[13]
“Kimi Cumhuriyet ve devrim hazımsızlarına göre tek parti döneminin en faşist, en kafatasçı, ırkçı siyasetçilerinin başında Şükrü Saracoğlu gelmektedir, çünkü Öz Türkler demiştir ve azınlıklar ile gayri müslimleri ezmeyi amaçlayan Varlık Vergisi’ni de çıkarmıştır…
‘Öz Türkler’ demiş. Elbette dedi. Sıfatının o dönemdeki anlamına göre ‘Öz Türk’ Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesti: Azınlık-çoğunluk, Müslüman, Hıristiyan, Musevi ve ötekiler… Kapitülasyonlar kalıntısı, komprador ve zengin ecnebiler, yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayanlar ise ‘Öz Türk’ değildi. Şükrü Saracoğlu’nun ırkçılığı, kafatasçılığı bundan ibarettir.”[14]
“İyi de daha ne olsun?” deyip, burada duruyorum!
* * * * *
Söz konusu “zihniyet” mübadele acılarının da mimarıydı![15]
Mübadele trajik bir yolculuğun, hüzünlü göç hikâyesi… Uzun, güç, yokluklarla, hastalıklarla dolu bu yolculukta acı var, ölüm var ve hep arkaya bakış var. Her iki taraftan göçertilen herkesin hikâyesi birbirine benziyor. Özlem bitmiyor. Ardında bırakmak zorunda kaldıklarına özlem hiç yok olmuyor; 30 Ocak 1923 Lozan Konferansında imzalanan 18 senetten ikinci en önemli belge olan zorunlu nüfus mübadelesinden yani resmî adıyla, “Yunan ve Türk Nüfuslarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol”den beri…
Adından da belli, bu nüfus değişimi bir anlaşma sonucuydu. Her iki ulus-devlet de, bu acımasız devlet türünün doğası gereği, “öteki”nden kurtulmak için karşılıklı olarak etno-dinsel temizlik yapmışlardı. Yani bu utanç ortak idi…
Mübadeleyi kim istedi? Ulus-devlet oldukları için, her iki taraf da istedi. İkisi de kendi ülkesinde “öteki” istemiyordu, ama önce Venizelos dile getirdi (Curzon’a söyletti) çünkü ülkesinde yer sıkıntısı büyüktü ve gidecek Müslüman Türklerin arazileri genişti.
Yer sıkıntısı: “Küçük Asya Felaketi” sonunda (1922) Anadolu’dan 1 milyona yakın Rum kaçıp Yunanistan’a sığınmıştı.
Ki, kaçanların bir kısmı hiç Yunanca bilmiyordu ve Yunanistan’ı rüyalarında bile görmemişlerdi. Ayrıca, arada sınıf farkı vardı çünkü gönderilenlerin sosyo-kültürel ortalaması Yunanistan ortalamasının çok üstündeydi. (Hele, Türkçeden başka dil bilmeyen Karamanlıların gönderilmesi de ayrı bir insanlık katliamıdır)
Gelelim 16 Eylül 1964’e.
Lozan Konferansındaki 18 senetten çok önemli biri de 30 Ekim 1930 İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması idi. İstanbul’da Türk vatandaşlığına geçmemiş 12.724 Rum yaşamaktaydı o tarihte.
İsmet İnönü yönetimi Yunanistan’ı sıkıştırmak için, bu antlaşmayı 16 Eylül 1964’de tek taraflı olarak feshetti.
Bizans’tan beri kentte yaşamakta olan bu 7.603 Yunan vatandaşı İstanbullu Rum derhâl sınırdışı edildi. Yani sürüldü. Aile bağları nedeniyle toplam 12.000 İstanbullu Rum, (bazı kaynaklara göre 30.000 Rum) Yunanistan’a gitmek zorunda kaldı.
Bitmedi. İnönü hükümeti 2 Kasım 1964’te yani Sürgün’den 1.5 ay sonra gizli bir kararname çıkartarak sürdüğü Rumların Türkiye’deki taşınmazları üzerindeki “her türlü temliki tasarrufları” durdurdu. Yani bunların alım-satımını, hibe ve bağışını yasakladı, gelirlerini bloke etti.
O güne kadar uğradıkları ayrımcılıkları sineye çekip yine de gelecek umudu besleyen, 1942 Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül 1955 pogromu gibi daha nice durumdan sonra bile bellerini doğrultmaya çalışan İstanbullu Rumlar için bu 1964 yolun sonu oldu. Artık kalamadılar. Türkiye’de kendileri için artık hayat hakkı kalmadığını anlamışlardı. Kalanlar, 2.000 kadar İstanbul hastası Rum oldu.
Nihayetinde 30 Ocak 1923, savaşın hemen ardından ve karşılıklı bir etno-dinsel temizlik idi. 16 Eylül 1964 ise savaş filan yokken tek taraflı bir etno-dinsel temizlikti…[16]
* * * * *
William Shakespeare’in, “Geçmiş bir felakete üzülmek, bir yenisini davet etmenin en emin yoludur,” saptamasından hareketle; geçmişe gözyaşı dökmek yerine onunla hesaplaşacağız; hem de Robin Sharma’nın, “Unutmayın, yaşam artarda gelen mevsimlerden oluşur. Her insan mükemmel yazların ihtişamına ulaşmak için birkaç şiddetli kışa katlanmak zorundadır. Ve unutmamak gerekir ki, kışlar asla kalıcı değildir,” uyarısını kulaklarımıza küpe ederek.
5 Temmuz 2023, 15:04:19, Ankara
N O T L A R
[*] Sosyalist Mezopotamya Dergisi, No:14, Kasım 2023…
[1] Thomas Stearns Eliot.
[2] Özcan Yaman, “6-7 Eylül ve Fotoğraf”, Evrensel, 9 Eylül 2022, s.12.
[3] Tamer Çilingir, “19 Mayıs 1919: Kanlı Bir Tarihin Başlangıcı”, 19 Mayıs 2020… https://www.avrupademokrat2.com/19-mayis-1919-kanli-bir-tarihin-baslangici-tamer-cilingir/
[4] Havva Emre, “Atina’da Hüzünlü Bir Gün… Geçmiş Affedillir mi?”, Birgün, 13 Kasım 2023, s.14.
[5] Taner Timur, “Yüz Yıllık Öykü: Antiemperyalizm ve Bağımsızlık”, Birgün, 19 Mayıs 2021, s.10.
[6] Eric J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, çev: Osman Akınhay, Ayrıntı Yay., 2017, s.24.
[7] Şükrü Aslan, “Coğrafi Yer/ Mekân İsimlerinin Sosyolojik Dili: Kültürel Kırımın Etkisi”, Birgün, 28 Temmuz 2021, s.10.
[8] Şükrü Aslan, “Nüfusun Tedip ve Tenkili”, Birgün, 29 Aralık 2021, s.6.
[9] Şükrü Aslan, “1930’lu Yıllarda Trakya Şehirleri”, Birgün, 14 Aralık 2022, s.6.
[10] Şükrü Aslan, “6-7 Eylül, Ötekiler ve Mülkiyet”, Birgün, 7 Eylül 2023, s.7.
[11] Aktaran: Aydın Engin, “Mahmut Esat Bozkurt Güzellemeleri”, Cumhuriyet, 21 Eylül 2014… https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/aydin-engin/mahmut-esat-bozkurt-guzellemeleri-121655
[12] Özdemir İnce, “Çağının Çağdaşı Kemalizm”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2021, s.3.
[13] Özdemir İnce, “Mahmut Esat Bozkurt, 21 Aralık 1943”, Cumhuriyet, 21 Aralık 2021, s.3.
[14] Özdemir İnce, “Şükrü Saracoğlu”, Cumhuriyet, 28 Aralık 2021, s.3.
[15] 15 yıl gizli gizli buluşarak aşklarını sürdüren Bedia ve Niko’nun öyküsü; Tarih, 11 Şubat 1929… Beyoğlu’nda bir pastane. Kalpleri yerinden fırlayacakmış gibi atan iki genç: Bedia ve Niko. Büyükada’da süren gizli bakışmalardan sonra ilk buluşma sonunda gerçekleşir. Niko buluşmaya o günün uğruna inanarak 11 çiçekli bir buketle gelir. Bedia kışları İstanbul’da, yazları da Büyükada’da geçiren zengin bir ailenin kızıdır. Niko ise Büyükada’da yaşayan İstanbullu bir Rum delikanlısıdır. Aşklarındaki ilk engel Bedia’nın babası olur. Evliliğe karşı çıkan babasını üzmemek için 15 yıl ilişkilerine gizli buluşmalarla devam ederler. Babasının ölümünden iki yıl sonra evlenirler. Bedia artık çok mutludur, Niko’suna kavuşmuştur. Ne var ki o kara güne kadar…
1964’de çıkan bir kararla, Yunan pasaportlu Türk vatandaşı Rumların, iki ay içinde, sınırlı bir kaç (birkaç) eşya ile ülkeyi terketmesi istenir. Ve Niko da gitmek zorunda kalır. Bedia, eşi Niko Cavuri’nin Türkiye’den apar topar gönderilmesinin ardından çok sevdiği adasından da ayrılmak durumundadır. Üç ay sonra Büyükada’daki konağı kapatıp Atina’ya gider. Her ne kadar Niko’sunun yanında olduğu için mutlu olsa da İstanbul’u, adayı hep çok özler. 1965’in Haziran ayında günlüğüne şu satırları yazar:
“Bu sabah uyanınca kendimi adada zannettim. Deniz ve çam kokusu bana adadaki evimizin bahçesini hatırlattı. Sanırım adayı çok özledim. Kimbilir Niko da ne kadar özlemini çekiyor bahçesinin. Fakat belli etmiyor.” 25 Haziran 1965, Lutraki… (Ebru Bozcuk, “Bir Büyükada Aşkı”, Cumhuriyet Pazar, 21 Ağustos 2022, s.2.)
[16] Baskın Oran, “Bir Mübadele ve Bir Sürgün”, 2 Şubat 2023… https://www.avrupademokrat2.com/bir-mubadele-ve-bir-surgun-baskin-oran/