26 Haziran 2023’te, Fransa, az gördüğü bir tepki ile karşılaştı. İçten içe birikmiş olan öfke, artan yoksulluk, zorlaşan yaşam koşulları, en alttakilerin her şeylerini kaybetmeye hızla başlamış olması, bir kıvılcımla ateş aldı.
Afrika kökenli bir Fransız polis kurşunu ile can verdi. Çocuk denilecek yaştaydı. Ve polis, bu saldırıyı sadece “göçmen” meselesi vb. nedenlerle yapmadı. Tersine, artan ırkçılık, en önce polis teşkilâtlarında, devletin kolluk kuvvetlerinde ortaya çıkıyor. Devlet, kendine bağlı paramiliter, Neonazi birlikleri harekete geçirdiğinde, kolluk kuvvetlerinin yolu açmasını, saldırgan ırkçıları koruduğunu hissettirmesini istiyor. Olan da budur.
Doğrusu, biz olayın “göçmen”, “dışarıdan gelenlerin kültürel uyumu” vb. üzerinden bir tartışmayı, aslında ırkçılığı hafifleterek kabul etme, kabul ettirme olarak görüyoruz. Bu nedenle, doğrusu bu konuda “aklıselim” çağrılarının yanlış adrese yapıldığı düşüncesindeyiz.
Ülkemizde, şuna terörist de, buna terörist de tartışmalarına benziyor. Oysa, asıl terörist devletin kendisidir. Burada da ırkçı olan devlettir, egemenlerdir. Ve köleliği aratmayan bir sömürü düzenini sürdürmek, devletin daha şiddetli saldırılarının da temelidir. Burada olan da budur. Önce, devletin ırkçı olduğunu kabul ederseniz, zaten taşlar yerine oturmaya başlar. Ondan sonra, “aklıselim” tartışmak mümkündür. Devletin terörist olduğunu kabul etmeden, “aklıselim” tartışma ne demektir ki?
Fransa’daki eylemler, bize birçok başka şeyi göstermektedir.
Eylemcilere karşı, Neonazi örgütlenmeleri, bizzat devletin desteği ile sahaya sürüldü. Bizdeki ırkçı, “milliyetçi”, “dinci” çevrelerin sahaya sürülmesi gibi. Hep arkada devlet koruması vardır. Bu dün de böyle idi, bugün de böyledir. Ve devlet, egemen sınıfın devleti alaşağı edilene, parçalanana kadar da böyle sürecektir.
Macron, “demokrasinin beşiği”nde, Erdoğan’ı aratır cümleler kurdu, “sosyal medyanın denetimi”, kapatılmasını gerektirecek durumların değerlendirilmesi gerektiğini vb. söyledi. Ne güzel; Batı’nın demokrasileri, bizim diktatörle bu kadar hisdaş, bu kadar kardeş imiş, bir kere daha gördük. Artık, Fransız, Alman, İngiliz, Amerikan vb. demokrasileri üzerine maval okuma dönemini kapatırsınız umarız.
Demek ki, günümüz devletini, sınıf savaşımını bir kere daha tartışabiliriz. Belki bu yolla, daha sağlıklı sonuçlara varabiliriz. Bizde, “diktatör” olarak nitelenen Erdoğan ile, mesela Trump, Biden, mesela Macron, mesela Janson gibi “liderler” arasında bu denli bir benzerlik acaba rastlantısal mıdır? Ayakları üzerinde duramayan bir cumhurbaşkanı, sözlerine hâkim olamayan bir başbakan, hava ile el sıkışan bir başkan, birikimleri ile diplomatik burjuva geleneğin en fakiri liderler, bu kadar niye birbirine benzerler? Sahi, bu burjuvalar, başka adam mı bulamazlar? Mesela ülkemizde, Erdoğan’ı yenecek “burjuva” lider yok diyelim, peki Erdoğan, bu zulmü çekmek zorunda mı? İğnelerle ayakta duruyor, dopinglerle yaşıyor, suyu kimin verdiğini kontrol ederek sese göre davranıyor, bu ne zalimliktir! Bu adamın bunca eziyet çekerek cumhurbaşkanı ve her şeyin başkanı olması şart mıdır, yok mu AK Parti’den başka bir aday? Bu ne zalimane bir şeydir! Biden’ı her gördüğünde, TC devletinin ve Saray’ın seçtikleri, “bak bizimki bundan daha iyi” diye avunmak zorunda mı? Adam mı yok, bu kadar mı kötü hâliniz?
İşte bu benzerlik, bizce rastlantısal değildir. Batı’nın, Putin ve Xi’ye diktatör demesi, aslında kendi durumlarını temize çıkartmak içindir. Gerçekte, her yerde, böylesi bir eğilim var; birikimsiz, kolay yönetilebilir, saçmalamaları normal tipleri ülkelerin başına koyuyorlar. Sanki her biri, çürümeye yüz tutmuş bir mezardan çıkmış tuhaf yaratıklar gibiler.
“a) Temsilî demokrasi artık temsilî demokrasi olmaktan çıkmıştır. Parlamento seçimlerden koparılmıştır. Genel oy parçalanmış, devletin halkı kandırma aracı dışında işlev görmez olmuştur.
“b) Bunun daha açık ifadesi genel oy ve temsile dayalı sistem artık işlememektedir. Parlamento, hükümet, muhalefet, siyasi partiler, seçimler devlet mekanizmasını örten birer şaldır. Bu şal bir kez kaldırıldı mı, devlet çarkı tüm çıplaklığı ile ortaya çıkar.
“c) Söylenenler göstermektedir ki, günümüz kapitalizminin her ülkede şu ya da bu biçimde vücut bulan ortak bir devlet biçimi söz konusudur. Bu devlet tekelci polis devletidir.” (Deniz Adalı, Tekelci Polis Devleti, Kaldıraç Yayınevi, 4. Baskı, s. 133).
Bu satırların ilk yazıldığı yıl 1990 öncesidir, kitabın ilk baskısı 1990’dır. Yani daha ortada SSCB’nin dağılmasının bulutları var ve daha bu “tip” liderler bu denli çoğalmış değildiler.
Bir; egemen sınıfın baskı aracı olan devlet, daha önceki devletlerin, yani kendinden önceki egemen sınıfların baskı aracının bir devamıdır. Dar anlamda, birebir devamı değil. Her egemen sınıfın kendi gerçekleri var. Köle sahipleri için devletin örgütlenmesi daha farklıdır, ama işlevi aynıdır. Feodal beyler için devletin şekillenmesi farklıdır. Burjuvalar için daha farklı. Ama burjuva devlet, o köleci devletin birçok mekanizmasını almıştır, kendine göre şekillendirmiştir. Devlet olarak, tek bir devlet farklıdır, o da proletarya diktatörlüğü. Çünkü proletarya diktatörlüğü, kendini adım adım, dünya devrimi geliştiği ölçüde sönümlendirir. Emperyalizm var olduğu, emperyalist tehdit var olduğu sürece, bu sönme gerçekleşemez. Bu da “yozlaşma”ya karşı çok büyük bir dikkati gerekli kılar.
İki; devlet, her zaman sınıf savaşımına göre şekillenir. Tıpkı bir örgütün, kurulduğunda tarihsel birikimi almayı hedeflese de, ancak o birikimi savaş ve mücadele içinde elde etmesi gibi. Devlet, sadece kendi geçmişinden, üzerinde yükseldiği, miras aldığı önceki devlet geleneklerinden öğrenmez, aynı zamanda, egemenlik sahasında, hatta uluslararası alanda süren sınıf savaşımlarından da öğrenir.
Devletler, sınıf savaşımına göre şekil alır. Devrime kalkışmış bir ülkede işçi sınıfı iktidarı alamazsa, burjuva devlet, açık bir karşı-devrim ile buna yanıt verir. Bu nedenle, Paris Komünü sonrası bütün Avrupa burjuvazisi, işçi sınıfını açık düşman ilan etmiştir. İngiltere’de başlatılan metafizik okulu ya da Almanya’da Nietzsche gibi filozofların işçi sınıfını düşman ilan eden açıklamaları, bilimi manipüle etmeleri ve bu yolla Hitler faşizminin temellerini oluşturmaları, Paris Komünü ya da işçi sınıfının mücadelesi ile yakından ilişkilidir.
Birinci Dünya Savaşı’nda, kendi aralarında dünyayı paylaşmak isteyen emperyalist güçler, bu savaşı sonuna vardıramadan, Ekim Devrimi ortaya çıkınca, yine aynı tepkiyi verdiler. Devlet makinasını, baştan aşağıya hazırlamaya, bir uluslararası karşı-devrim örgütlemeye başladılar. Bu örgütlenme, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yenilen faşizmin tüm dişlilerini alarak, geliştirildi. İşte tekelci polis devleti analizi tam da buna dayanır.
Üç; gidip gelen bir faşizm yoktur. Burjuva devlet, her türlü örgütlenmesinde bir diktatörlüktür. Burjuva devletin İkinci Dünya Savaşı sonrası, NATO ve onun denetiminde Gladio tipi örgütlenmeler geliştirmesi, bir yandan faşizmin gelişi, bir yandan demokrasiye dönüş vb. değildir. Devlet, sınıf savaşımına göre, iç savaşa göre örgütlenmektedir. Kapitalist egemenlerin devrimden ve sosyalizmden duydukları korku, onların kâbusudur ve bu nedenle, faşizmi hiçbir zaman aratmayacak örgütlenmeleri sürekli var etmişlerdir. Faşizm, bu olağanüstü devlet örgütlenmesinin, karşı-devrimin bir ilk biçimidir.
Dört; bu devlet, iç savaşa göre örgütlenmiştir. Tekelcilik onun sınıf karakterini gösterirken, polis vurgusu iç savaş örgütü olması özelliğinin altını çizmek içindir. Sadece dar anlamda polis teşkilâtından söz etmiyoruz; kapsamlı bir denetleme sistemi, bir gözetleme sistemi vb. vardır. Manipülasyon, yalan, baskının her türü bu işin içindedir. Tekelci Polis Devleti kitabının yazıldığı dönemlere göre bugün, devletin kontrol ve gözetim sistemleri ile ilgili oldukça gelişmiş verilere sahibiz.
Demek ki bir yandan emperyalist aşamada bir devlet örgütlenmesi gereksinimi ortaya çıkmıştı, bir yandan da Ekim Devrimi ile başlayan süreç, kapitalist devletin karşı-devrim örgütlenmesi yanıtını beraberinde getirmişti.
Beş; tekel, tekelci kapitalizmin ana unsurudur. Bu tekelcilik, pazarın kontrolüne dayanır. Pazarın kontrolü, tekellerin pazar hâkimiyetidir. Hâkimiyet ilişkileri, beraberinde akıl almaz bir şiddeti getirir. Bu sadece örneğin İngiltere’de kaçak viski üretiminde ortaya çıkan silahlı çeteler demek değildir. Onlar masum kalır. Tekelci her güç, kendine ait polisiye bir örgütlenmeye de sahiptir.
Hâkimiyet ilişkileri ve bunun gerektirdiği şiddet iyice anlaşılmadan, tekelci polis devleti, günümüz burjuva devleti anlaşılamaz. O nedenle, adamlar trol orduları kurar, devleti baba sanan solcularımız, liberal solcularımız da, “troller devlete sızdı” derler. Adamlar tarikat örgütlenmelerini geliştirirler, bizimkiler de kalkar, “tarikatlar devlete sızdı” derler. Batı demokrasisi hayranlığını kıble bilmek ve NATO tedrisatından geçmek tam da budur.
Bu beş madde yeterlidir.
Biliniyor, biz Marksistler, içinde bulunduğumuz çağa, Paris Komünü’nden bu yana, sosyalist devrimler çağı ya da kapitalizmin yıkılışı ve sosyalizmin kuruluşu çağı deriz. Bu çağın ana karakteridir.
Bir çağı, teknik buluşlara göre adlandırmak doğru değildir. Edison dönemini “ampul çağı” diye anmıyoruz. Ama burjuva ideologlar, bize bu çağ ile ilgili sürekli yeni kavramlar sunuyorlar; bilgisayar çağı, bilişim çağı, sanayi ötesi çağ, endüstri 4.0 vb. Tüm bunların içinde bazı gerçeklikler olabilir. Ama bunlar, içinde yer aldığımız çağı karakterize etmezler.
Tüm emperyalist dünya, tüm kapitalist dünya, devrimlerden korkmakta, devrimlere karşı akıl almaz önlemler almaktadır. Onlara göre, acaba akışını önlemek istedikleri bu çağ, neyin çağıdır?
Bugün, SSCB’nin çözülüşünden bu yana 30 yıl geçti. Bugün, 33 yaşındaki bir kişi, SSCB ile ilgili ancak kitaplardan, filmlerden vb. bilgi edinebilir durumdadır. Buna rağmen, bizde Gezi ortaya çıktığında, Saray’ın kimyası bozulmuştu. Bugün, Fransa’da eylemler başladığında, sadece Fransa yanmıyordu. Türkiye’de devlet, Saray Rejimi, olaylar bize sıçrar mı diye soranlara soruşturma açmaya başlamıştır. Bu korku neyin korkusudur?
Macron’u korkutan nedir ki, polis gücünün yanı sıra, Neonazileri devreye sokmuştur? O güzelim pastalarını atıştırdıkları cafelerde burjuvalar, gelecek endişesini bir kere daha hissetmiştir. Oysa ortada örgütlü bir ayaklanma yok, kendiliğinden bir sosyal patlama var. Öldürülen bir gencin ardından, halkın öfkesinde bir taşma söz konusudur. Bu öfke, gasbedilen sosyal hakları nedeniyledir, yoksullaşma ve artan açlık tehdidi nedeniyledir; bu öfke açığa çıkan adaletsizlik nedeniyledir, bu öfke işsizlik nedeniyledir vb. Ve elbette, bir yerden başlayacaktır, başladığı yer, polisinin sistem için tehdit olarak gördüğü, en yoksul kesimlerdir.
Ve elbette bu yoksullar, şiddeti kullanacaklardır. Zira, şiddeti esas olarak kullanan, esas olarak terörist olan devletin kendisidir. Bu devlete karşı, her yol ve araçla savaşmak, işçilerin, kadınların, gençlerin hakkıdır ve meşrudur.
Elbette, bunu daha örgütlü, planlı bir biçimde yapmak esas olandır. Ama kendiliğinden eylemler, adı üstünde kendiliğinden karakterde olduklarından, böylesi bir siyasal planlamaya bağlı bir rota izlemezler.
Ve elbette, sokaklarda mücadele edenler, yani en geniş anlamda işçi cephesi, örgütsüz olduğu oranda, karşısına dikilecek tüm devlet çarkını, yenilgiye uğratamazlar. Devlet hem polisini devreye sokar hem Neonazilerini, hem liberal solcularını hem asalak burjuva aydınlarını, hem basınını hem kitle iletişim aygıtlarını, hem de devlet konusundaki toplumda yaygın önyargılarını. Tüm bunlar devlet adına, egemen için, sistemi savunmak üzere devreye girerler.
Fransa’da da olan budur. Hatta tüm Avrupa, bugün bunun önlemlerini almaktadır. Ve işçi sınıfının ana gövdesi, beyaz renkli derileri ile ağır sanayi işçileri sürece seyirci kaldıkça, sistem köklerinden sallanmaz. Sistem, bunu garanti altına alabilmek için, hemen meseleyi bir göçmen meselesine çevirmeye çalışır. Oysa, yüz yıldır Fransa’da yaşayan onlardır ve yüz yıldır toplumun en alt tabakasını oluşturmaktadırlar. İşçi sınıfı, bu kesimleri, kendi parçası, kendi devriminin bir bileşeni olarak ele almadığı sürece, birleşik bir mücadele yürütmeyi de başaramaz.
Bu nedenle, Birleşik Emek Cephesi, günümüz işçi sınıfı mücadelesinde oldukça önemli bir yer tutmaktadır. İşçilerin bayrağında enternasyonal kazılı olmalıdır. Başka bir yolla, enternasyonal geliştirilmeden, işçi sınıfı kendini, toplumsal mücadelenin siyasi ana aktörü olarak ortaya koymakta hep eksik kalacaktır.
Evet, Avrupa’da bir hayalet dolaşmaktadır. Bu bildiğimiz, tanıdık devrim hayaletidir. Ve bu devrim hayaletine can verecek şey, işçi sınıfının siyasal devrimci örgütleri olacaktır.
Bugün, Saray Rejimi’nin, TC devletinin Fransa’daki olaylardan duyduğu korku, boşuna değildir. Tersine çok anlamlıdır. Gezi sendromudur bu, devrim korkusunun ne denli derin olduğunu göstermektedir.
Emperyalist metropollerde başlayan kitlesel eylemler, daha çok, sömürge ülkeleri etkileyecektir. Bu, günümüz dünyasında devrimin gelişimi açısından önemlidir. Emperyalist ülkelerdeki her kitlesel eylem, bir süre sonra, kendini sömürge ülkelerde daha sağlam biçimde gösterecektir.
Sürecin bir önemli yönü de savaşa ilişkindir. Fransız devleti de dâhil, tüm Avrupa devletleri, bir savaşın içine girmişlerdir. Bir yandan kurtulmak istedikleri ABD denetimini yeniden kabul etmiş durumdadırlar. Ama gerçekte, bu kabul ediş, sadece ABD’ye boyun eğme değildir, aynı zamanda kendi egemenliklerinin gereğidir. Çin ve Rusya karşısında pazar kaybetme korkusu, onları savaş yanlısı konuma getirmiştir bile. Sadece ABD değil, artık tüm Batı, savaş yanlısıdır. Ukrayna savaşı, Suriye savaşı bunun en somut örneklerini vermektedir. Öyle Batı hayranlığı ile, “Batı demokrasisinin bir parçası olmak NATO’ya evet demek ise, evet diyeceğiz” diyen liberal aydınların, artık burjuva asalak aydınlardan bir farkı kalmamaktadır. Savaş politikaları konusunda Batı’yı temize çıkartma girişimleri, liberal aydınları, hızla NATO’cu savaş yanlısı asalak aydınlarla aynı yere taşımaktadır.
Fransa gösteriyor ki, her savaş aynı zamanda, şu ya da bu gelişmişlikte bir iç savaştır. Bu sadece Türkiye için geçerli değildir. Bu durum Fransa için de, İngiltere için de, Almanya için de, ABD için de vb. geçerlidir. Haziran sonunda Fransa’da yaşanan sürece bunu da ekleyerek bakmak gerekir.
Evet, bir hayalet dolaşmaktadır.
Bu devrim hayaletidir.
Burjuvaların bu devrime karşı azgınca saldırıları, onların bu hayaleti, daha önceden de tanıyor olmaları nedeniyledir.
İşçi sınıfının kurtuluş davası, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya hayali, sınıfsız bir dünya isteği, yeniden şekil bulmaktadır. Bu yol, elbette, metropollerde de yankısını bulup kendisini gösterecektir. Bunun sömürgelerde ortaya çıkışı ise, çok daha şiddetli olacaktır.