HDP eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, tutuklu bulunduğu Kandıra Cezaevi’nden, Suruç Katliamı’nın 2. yıldönümü dolayısıyla mektup yazdı.
Halkların Demokratik Partisi eski Eş Genel Başkanı Figen Yüksekdağ, iki yıl önce yaşadığımız Suruç Katliamı’nın yıldönümü dolayısıyla tutuklu bulunduğu Kandıra Cezaevi’nden mektup yazdı. Yüksekdağ’ın ETHA’da yayınlanan mektubu şu şekilde;
“Bundan iki yıl önce büyük bir özlemin peşinden ve özletmek üzere gitti çocuklar. Ellerinde rüzgar gülüyle fırtına kovalayan çocuklar… Gördükleri düşü hayra yoran, düşle gerçeğin sınırından koşarak geçen çocuklar…
Üstelik ölmekten öte yaşamak, özlem her ölümle daha büyürdü. Kavuşamamak, demiriyle dağlanmış bir yaşamak büyütürdü kendiyle birlikte.
Bundan iki yıl önce büyük bir özlemin peşinden ve özletmek üzere gitti çocuklar. Ellerinde rüzgar gülüyle fırtına kovalayan çocuklar… Gördükleri düşü hayra yoran, düşle gerçeğin sınırından koşarak geçen çocuklar…
Güzel düşler görmek için uykuya yatmaktansa, düşteki gerçeğin ardından yola çıktılar. Gençliğin o sevecen, ivecen merakıyla rüyaların, masalların, imkansızın keşfine gönül verdiler. Kaf Dağı’nın ardından gelecek Anka’yı beklemektense, küllerinden doğmayı bilen yere gittiler. Savaşla, kıyımla, kanla karartılmış, resmi haritalardaki o Suruç-Kobanê sınırını bedenen geçemediler belki; ama onların bilinç ve hareketinin, candan öte canlarının, kaç korku sınırını, kaç duyarsızlık duvarını delip geçtiğini söylemek bile fazla. Ezilen insanlığın sınırlar ve dikenli tellerle bölünmüş şu koca dünyasında, kendilerine ayrılmış hapishaneden çok önceleri firar edenler de onlar değil miydi?
Gezi’nin gezicileri olarak, parçalanmışlık ve tutsaklık lanetinin iksirini, halkları birbirine bağlayan özgürlük yollarında bulmuşlardı.
Halkların bölünüp yalnızlaştırıldığı, acılara ve insani değerlere yabancılaştırıldığı, koparılan her parçanın düşmanlık ve nefretin ağusuyla kurutulduğu bir düzene ait değillerdi. Parçalanan birleşebilir, yalnızlar kalabalıklaşabilir, acılar ortaklaşabilir, düşmanlar barışabilirdi. Bu olasılıktı onları yollara düşüren ve yine bu olasılıktı o kalleş bombanın fitilini ateşleyen.
Savaş cangılına, kan deryasına dönüşmüş bir coğrafyada, iyi olasılıkların, sönmeyen umutların peşinden gitmek delilikten öte suç sayılıyordu elbette. Kobanêli çocuklara oyuncak götürmek, sırtında sınır dışı ağaç fidanı taşımak da bu suça dahildi. Ama umut ve düş yolunun heyecanıyla tutuşanları kim durdurabilirdi ki…
Sonuçta, dağ dağa kavuşamasa da insan insana kavuşur diyen bir halkın evlatları olarak, Batı’yı Doğu’ya kavuşturmak, Gezi’yi Kobanê’yle buluşturmak için dayanışmanın, barışın, kardeşliğin yoluna yoldaş oldular.
Takvimlere bakarsanız, 33 kardeşlik ve insanlık kahramanının hunharca katledilmesinin üzerinden iki yıl geçmiş. ‘Şimdi geriye dönüp baktığımda…’ desem yalan olur. Çünkü iki yıl boyunca geride bırakamadım, hep içimde taşıdım onları. Ölüm beni ıskalayıp onları vurduğundan beri yaşamanın adını özlemek koydum. O da, ölmekten iki harf daha fazla… Direnmek ve özlemek sarkacında gidip gelen bir yaşama, ölümün ürkütücü tılsımı işlemez oluyor bir süre sonra. O kadar çok öldük ki, artık ölemeyiz. Ölümden ötesini keşfederiz bin bir acıyla. Suruç’ta, Ankara’da, kırgın ve öfkeli Kürt kentlerinin bodrum katlarında, ölüp ölüp dirilmedik mi? Her dirilişin acısını ve zulme karşı direnmenin kaç çeşidi olduğunu, katı gerçek sınırlarını geçen bir insanlıktan başka kim bilebilir ki? 33 can, düşle gerçek arasındaki sınırı geçerken, herkes bir sınırdan geçti farkına varmadan.
2015 20 Temmuz’undan bugüne geldiğimizde, toplumun çoğunluğu ölümde de yaşamda da adalet arıyor hala. Suruç’ta olmayan adaleti… Suruç’tan sonra kırıntısı kalmayan, Saraylarda çerez olan adaleti… 2016 20 Temmuz’unda katliamın ilk yıl dönümünde Suruç şehitlerini anmak için oraya gittiğimiz sabah OHAL ilan edilmişti. Suruç için adalet talebinin OHAL darbe dişlileri arasında çiğneneceğini anlamak için başka bir veriye ihtiyacımız yoktu artık. 2015 20 Temmuz’unda Suruç katliamıyla barış sürecine kanlı bir nokta koyarak, çatışma ve savaş sürecini başlatanlar, 2016 20 Temmuz’unda bu kez darbe girişimi bahanesiyle bitmeyen OHAL ve darbelerini ilan ediyordu.
Günlerdir bir hapishaneden, adına televizyon, medya denen başka bir hapishaneyi seyrediyorum. Gördüğüm ve göremediğim yüzlerin kimi gerçekler firar etmesin diye gardiyan, kimi de eliyle-diliyle mahkum. 15 Temmuz kahramanlık ve ölüm hikayelerini anlatıyor bütün kanallar. Duyduğum her hikayede ben de yanıyorum her ölüme. Bugün, 17 Temmuz. Barış, demokrasi ve kardeşlik için canını veren yüzler, binler, ölümün en kalleşine, vahşisine reva görülenler, bir poşetle paramparça bedeniyle ailesine teslim edilenler, katilleri hapiste değil korumada olanlar aklımda. Onlar için demokrasi şehidi demeyecek hiçbir haber kanalı. Pahalı fragmanlar, devasa anma organizasyonları yapılmayacak. Katledildiklerini hatırlatmak, bir karanfil dalıyla anmak bile yasaklanacak. Ölüm dört bir yanı kol gezip, sınır tanımadan can alırken, ‘Bana mı öldüler’ diyecek birileri… Ya da Suruç’ta daha cenazeler yerdeyken söyledikleri gibi ‘Başka ölecek yok muydu, HDP vekilleri niye ölmedi’ diye soracaklar utanmadan. Velhasıl, acılarımız bundan önce ortak olmadığı gibi, bundan sonra da insanlık kapılarını kapatanlarla ortaklaşamayacak.
Bu nedenle, televizyon kanallarına bakıp dertlenmekten vazgeçiyorum. Düğmesine basınca kapanması, gerçekler karşısındaki en zayıf noktası. Oysa, halkların ve üryan bir inançtan başka hiçbir gücü ve silahı olmayan çocukların açtığı tarih sayfasını ne yapsalar kapatamıyorlar.
İki yıl önce Suruç’ta halklarımızın açtığı yeni tarih sayfasını kana bulamak, egemenleri dehşete düşüren kazanımları boğmak için saldırdılar. 7 Haziran’da birleşen halkların kazandığı zaferin, ‘Düştü düşecek’ dedikleri Kobanê’nin direnç ve azametle yeniden yükselişinin, vahşet sınırlarında IŞİD’in tükenişinin intikamı için 33 can aldılar. En hayati yerden, tam da ellerimizin, ruhumuzun birleştiği noktadan vurduklarını sandılar. Oysa tarihsel çizgiyi, bir yerden vurarak kıramazlardı. Düşünsenize; darağacında ‘Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği’ diye haykıran Deniz, Hakkari’ye kardeşlik köprüsü kurmaktan, Kürt halkıyla yoldaş olmaktan vazgeçer miydi? Denizlere can olmak için imdada koşan, ‘Buraya dönmeye değil, ölmeye geldik’ diyen Mahir, Kızıldere’ye gitmekten cayar mıydı? İbrahim, Diyarbakır zindanına yolum düşmesin diye yönünü değiştirir miydi? Hiçbiri olmadı, olmazdı…
İşte, bunun için Suruç’ta sağ kalanlar ‘Kobanê sana yine geliriz’ dediler. Tarih de tanıktır ki, sözlerini tuttular.
Halkların eşitliği, birliği, dayanışma ve kardeşliği ideali nice ölümün içinde yaşıyorsa, ona can verenlerin soluğuyla yaşıyor şimdi. Vahşet ve tecavüz orduları karşısında halkların demokratik gücü ve onurlu barışı ilerliyorsa, bu yola sahip çıkan, güvenip omuz verenlerin yoldaşlığıyla ilerliyor.
Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu öncülüğünde başlayan Kobanê yolculuğu geçmişle gelecek, Türk’le Kürt, Doğu’yla Batı ve çok görmüş-geçirmiş topraklarda yaşayan bütün halklara, inançlara arasındaki tarihsel bağ ve sürekliliğin sembolüdür. Ne kadar koparmaya çalışsalar da yeniden kurulan, kaç kez durdurmak isteseler de sürüp giden bir hakikattir. Bu hakikat, güneşinin önünden bazen bulutlar geçebilir, ama hep orada durduğunu bilirsiniz.
Kobanê IŞİD’den kurtarıldığında yaşanan sevinci çok görenlerin öfkesini hatırlıyorum şimdi. Aslında o günlerde bölüp parçalamışlardı bu ülkeyi. Binlerce ölüm pahasına Kürt’ün ve mazlum halkların yurdunun düşmesi değil de kurtulması iktidara dert olduğunda en keskin kırılma, en şiddetli bölünme yaşandı ruhlarda. ‘Enkazların üstünde çiftetelli oynuyorlar’ diyen, derde düşmüş ses, ‘Birlikte inşa edeceğiz’ diyen sosyalist gençlerin sesiyle yanıtlandı. Bölenler karşısında birleşme görevini onlar üstlendi. Enkazlar üzerinde oyun oynayamayan Kobanêli çocuklar için, toprağa sinen kan kokusunu kendi karanfil kokularıyla tütsüleyip arıtmak için yola çıktılar.
Ne var ki yollar çetin, derde düşen düşman haşin! Yolları savaş ve ölüm tutmuş. Çocukların, gençlerin düşlerine kapılar sürgülenmiş, yanmış, yıkılmış bir kentte oyuncağın işi ne? Hastane, bir de üstüne üstlük kütüphane mi dediniz? ‘Ne iş olsa yaparım, çocukların elini tutarım’ diyenler, hele siz hiç konuşmayınız! Bırakın yapmayı, hayal etmek bile çılgınca! Hangi muktedir dinler sonra, dünyanın dört köşesinde savaş cephelerine kumpanyaların gittiğini. Çocukların yaşadığı yerlere silah ve ölüm giriyorsa, oyuncak da girebileceğine inanma çılgınlığı!
Sonuçta silahların tozu-dumanına, kavşakları tutan imkansızlığa, sinsice kol gezen kıyamet alametlerine rağmen, yola çıkmaktan caymayanlar, yolundan dönmeyenler yazıyor tarihi. Savaşın, kuralsızlığın, vicdansızlığın sınır bekçileri geçişleri tutsa da candan cana, bilinçten bilince açılan yolların buluşmasına mani olamayacağını hala anlamıyor. Kıyametten bir gün önce fidan dikmenin erdemini bilmeyenler, yaşam, özgürlük, kardeşlik, yolcularının soylu eylemini de bilemezler. Taşıdıkları kana bulanmış ağaç fidanlarının, inadına yaşam çağrısını duyamazlar. Bir de reel politikanın kulelerinde risk gözetlemekten bitap düşmüş olanlar anlayamaz düş yolcularını. Hesapsız, dolaysız, zamansız hareketler olmasaydı, insanlığın kuruyup kalacağını unuturlar çoğu zaman.
Halkların barışı, demokratik birliği, kardeşliği lugatımızdaki parlak kelimeler değil. Nasıl büyük bir kefareti olduğunu Suruç’tan sonra Ankara’da yaşadık, gördük. Keşke, hak edilmiş değerler için bu kadar ağır bedeller ödemeseydik. Ama büyük bedellerden sonra, büyük değerlerden asla vazgeçmemeyi daha fazla borçlandık hayata. Çöken kentleri yeniden kurmaktan vazgeçmemeyi, bombalanan halklar arasındaki köprüleri daha güçlü inşa etmeyi borçlandık.
Bu yıl 20 Temmuz’da Suruç’ta, Amara Kültür Merkezi’nde, yoldaşlarımın kanıyla sulanan o ağacın altında olamayacağım. Ama bileceğim ki, ağaçlar ve çocuklar inatçıdırlar. Yaşama sürgün vermenin, kabına sığmaz, haylaz adımlarla yürümenin, düşe kalka büyümenin bir yolunu bulurlar. Onların birleştiren çağrısı, nice farklı bilinci, omuz omuza, yürek yüreğe, onurlu bir yola yoldaş etti. Türkiye’nin dört bir yanından, Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Arap, Alevi, Sünni, sosyalist, demokrat, kadın, erkek, işçi, emekçi, doktor, mühendis, eğitimci, psikolog; annelerle çocuklar, dostlar, yoldaşlar; dalgalanan bayraklar, hepsi hala oradalar. Hepsi hala her yerdeler… Ve daima olacaklar.
Şöyle düşünelim sadece: Doğu’da güneş doğmazsa, Batı’da sabah olmayacağını bilenler, güneşin yüzüne çekilen o karanlık perdeyi yırtıp atmaya gittiler. Her birinin yüzünde yansıyan güneşi görmemiz bundandır. Artık gün ne kadar zorlu geçerse geçsin sabahı görüyoruz. Ve sabahın önüne o karanlık perdeyi çekenler, 33 düş yolcusunun güneşten kopardıkları her parçayı kendileriyle birlikte dört yana taşıdığını unutmasınlar. Onlar çıktıkları yolculuktan omuzlar üzerinde dönerken, Batı’nın hapsedildiği o şoven nefret sınırlarını da çiğneyip geçtiler.
Yola çıkanlara selam olsun bir kez daha. Yanlarında olup ellerini tutamadığım ama coşkun bir sevgi ve gururla gözlediğim ailelerine selam olsun. Dostlarına, yoldaşlarına, unutmayanlara, unutturmayanlara selam olsun!”
Sendika.Org