Mehmet Barlas, çok uzun süredir, “en liberal” olarak ortalıkta dolaşanlardan biridir. Liberalliği ile, dolara olan düşkünlüğü, ona has bir karakter yaratmış mıdır?
Sanmıyoruz.
Aslında onun benzeri çoktur.
Bu tarz, az bulunur değildir ve karakterleri yüzyıllardır birbirine benzer.
Mehmet Barlas’ın liberalliği ya da mesela bir “iktidara” desteği, en çok bin dolara bakar. Çok korku, az dolar cinsindendir.
Konu kalemlerini satmak, her türlü yalan ve hileye başvurmak, karanlıklar üretmek olunca, aslında bunlardan daha çok hiçbir şey, özellikle bu dönemde, bulamazsınız. Saray Rejimi, bunlara “çok” ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle “çok”turlar. Yoksa sayılarının çok olması gerekmez.
Bunlardan o kadar fazla bulunabilir ki, asla karaborsaya düşmezler, bu tür mal “kalemler” konusunda tedarik sıkıntısı yaşanmaz. Saray Rejimi, kendi doğası gereği, zaten bunlara yolları açar.
Ama bunların bir bölümü, sadece “her devrin adamı” olarak iş görmezler. Aynı zamanda, kendilerine “efendi” ya da “sahip” tarafından verilen emrin gereği, kime yalakalık edeceklerini çok iyi bilirler.
Demek oluyor ki, bunların bir bölümünün, iki efendisi var gibidir: Biri açık olandır, Saray’dır. İkincisi ise arkada olan ve gerçek anlamda “efendi”, “sahip” olanlardır. Barlas ve onun gibiler, aslında sadece ve sadece arkadaki efendiye sadıktırlar. Arkadaki efendi, gerçek anlamda “dolar” sahibidir ve “sahip” olarak adlandırılmasında da bir sakınca yoktur.
Bir mal olarak para ile değerleri ölçülen bu tip gazeteci vb. takımı, sahiplerine göre iş tutarlar. Sahip, onları elbette görünürdeki patronlarından çok daha iyi besler. Aynı zamanda esas bağlılıkları da “sahibe”dir.
Öyle ise, mesela Nagehan Alçı da benzer karaktere sahiptir.
Ama Barlas, en eski “mal”lardandır ve eskidiği için, daha uygun fiyatlara iş görebilmektedir. İşleri basittir. Yorucudur ama basittir. Her gün, bir çeşit fetva verecekler ve her gün bu bir çeşit “analiz”leri ile, Saray’ın alkışını alacaklar, en çok da arkadaki “sahip” için ne kadar değerli olduklarını kanıtlayacaklar. Saray’ın alkışını almaları yetmez, orada, “sahip” adına biraz olsun yer tutacaklar.
Karakterleri de birbirine çok benzer.
Bu nedenle, Mehmet Barlas ve Hayrettin Karaman üzerine dursak, sanırız, diğerleri alınganlık yapmazlar (Nagehan Alçı’ya değinmeden geçmedik ki, zira en çok o, bugünlerde alıngan olabilir. Afganistan görevi dönüşü, daha demokrat olma emri almıştır, ama bundan da ürkmektedir). Ne de olsa, onların bir anlamda gediklileridir bu ikisi. Her ikisinin de bir “sahibe” hizmet ettiklerinden şüpheniz olmasın ve her ikisinin de görünürdeki patronu Saray’dır. Yani, Saray’a, “sahipleri” öyle istediği için hizmet etmektedirler ve Saray, sık sık şaşırıp, onların “zekâ” dolu hizmetleri için, iyi ödemeler yapmaktadır. Böylece “sahip”, her zaman bir taşla, birden çok kuş vurmayı başarmaktadır. Hem ödemeyi başkasına yaptırıyor hem de sadakatlerini “SADAT”çılığa çeviriyor.
Mehmet Barlas, ülkenin en liberalidir. Liberallik konusunda eline su döken olmaz desek yeridir. Buna uygun olarak, epeyce iş kovaladığı da kesindir. Ve cukkasını, en az Hayrettin Karaman kadar doldurmaktadır. Karaman’ın cukkası da, “hayret” verici olmalıdır.
Barlas, Kasım ayının ilk günlerinde, “zekâ” dolu bir hamle yaptı.
Sahip adına patrona yol gösteren böylesi “ayarlanmış” karakterlerin de kendine özgü bir zekâsı vardır.
Barlas, “CHP kapatılabilir” dedi.
Son derece “liberal” bir yaklaşımdır. AK Parti kapatılacaksa, parti kapatmaya karşı olursun, ama HDP kapatılacaksa, niye karşı olasın ki? Ve bu arada CHP kapatılabilir dersen, HDP’nin kapatılması, çoktan konu olmaktan bile çıkar. Aslında Barlas’ınki, bir tarz düşünsel “antreman”dır. Sahip, Barlas ağzından, “CHP kapatılabilir” diyerek, aslında herkesin ayağını denk alması gerektiğini söylemektedir. Öyle, “iktidar olacağız, ilk seçimde bunlar gidecek” diye fazla konuşmak yok. Herkes, burada bir “sahip” olduğunu bilmelidir.
İşte Barlas ağzından verilen mesaj budur.
Bu kadarla sınırlı mıdır? Değildir.
Barlas, “150’lik liste”den de söz etmektedir.
TC devleti adına Lozan’da görüşmelerde bulunan heyet, işgalci güçlere hizmet etmiş 600 kişinin cezalandırılacağını söyler. Masada bulunan “efendiler”, başlarında İngiltere ve ABD, yani şimdi Barlas gibilerin “sahip”leri, “olmaz” derler. 600 fazla gelir. Bu listenin 150’ye indirilmesini isterler. Ne âlâ değil mi? 600 ihanetçin var ama sen 150’sini cezalandırmakla yetinmeyi kabul ediyorsun. Neyse, bu ayrı bir tartışmadır. İşte Barlas, derin tarih bilgisini devreye sokarak, “sahip”ten aldığı bilgi ile, 150 kişilik bir listemiz neden olmasın, der. Bu liste, 150 siyasal yasaklı bir liste olur. Yani, özel bir liste hazırlanır, mesela İYİ Parti’den şu, CHP’den şu, Saadet’ten şu gibi. Saray’a “muhalefet” edenlerin bir kısmı bu listeye alınır, böylece, onlar devre dışında bırakılır demektedir.
Demek, “Barlas, sadece dolar saymasını bilmiyor. Görünüşe göre, listenin 150 kişilik olabileceğini de hesaplamıştır” diyebilir miyiz? Hayır, diyemeyiz. “Sahibi”, kendisine 150 rakamını özellikle telaffuz etmesini salık vermiştir. Yoksa Barlas’ın, 150 kişiyi sayma durumu yoktur. Zaten bu 150 kişiyi, önce Bahçeli (yani Atasagun) sayar. “Bölücü kebapçılar” derken, acaba bu listeyi mi hazırlıyordu? Bahçeli’nin eksik kaldığı yerde, Perinçek devreye girer. Böylece, ABD-İngiliz listesi oluşmuş olur. Tam da bu nedenle, tarihsel bir olaya gönderme yapılmaktadır.
Barlas’ın sahibi ABD ise, ABD, bu yolla, Avrupalı rakiplerine, dün müttefiki olan NATO’daki karar vericilere diyor ki, “sizin en gözde 150 adamınızı yasaklı listeye koyarız.” İşte mesaj budur. Şimdi, bugünlerde, muhalefete biraz fazla hız veren diğer sahipler, bunun üzerine düşünmek zorundadır.
Sanırım, Barlas’ın meselesi biraz olsun anlaşılmış olmalıdır.
Burada bir mola verelim ve ikinci kahramanımız, Hayrettin Karaman’ı tahtaya kaldıralım. Hayrettin Karaman, sadece AK Parti’nin değil, aslında, AK Parti ile bağlı İslamî hareketin de “fetvacı”sıdır. Çok ünlü fetvaları vardır ve son günlerde patlattığı, Sünni kızın Alevi erkekle evlenmesinin caiz olmadığı yolundaki dâhiyane fetvası, öncekilerin yanında “uvertür” gibi kalır.
Hayrettin Karaman’ın ilginç fetvalarını hatırlarsınız. 17-25 Aralık sürecinde ayakkabı kutularının para yuvası olarak kullanıldığını gördüğümüzde, Karaman, devreye girdi. Tam biz, “ayakkabı kutularının farklı kullanım alanları” hakkında fetva beklerken Karaman, farklı bir fetva verdi. İşte “zekâ” budur. Ve Karaman, “peygamberin de %10 aldığını” hatırlattı. Buyurun tarih bilgisinin faydalı olduğuna dair bir kanıt daha. Bu aslında, bir nevî suçu kabullenmek idi. Ama, zaten bu fetvalar, İslamî kesime seslendiği için, bu yolla gitmiş olması “cesur”ca bulunmalıdır. Zira, “suç”u, ta peygambere kadar götürmekteydi.
Demek, Saray gediklisi ve “sahip” adına yol göstericisi olan bu Karamanların, kendine has bir cesaretleri de vardır. Bir tarafa dolarlar, diğer tarafa ise dinin emirlerinin değiştirilmesi konunca, dünya malına olan isterik heves, bunlara ayrı bir cesaret veriyor olmalıdır. Bir de korkularını unutmayalım, “sahip” dediğinin pek affı yoktur.
İşte bu Karaman, hayret ettirecek bir fetva verdi. 2021 Kasım ayının başındadır. Karaman, “bir Sünni kız, bir Alevi genç ile evlenemez” demiştir. Soran oldu mu bilmiyoruz; acaba Alevi kız, Sünni erkekle evlenebilir mi? Yani, erkek egemen düşünceye uygun olarak, kız, erkek olana “tabi” olacağından, erkeğin Alevi olması, kızın da Aleviliğe meyletme zorunluluğunu getirir. Karaman, hayret edilmeyecek şekilde böyle düşünür.
Fetva son derece “mal”cadır, çünkü, fetvanın gerekçesi ortaya konmamıştır. Neden Sünni kadın, Alevi erkek ile evlenemiyor? Öyle ya bunun bir gerekçesi olmalıdır. Mesela peygamber %10 vergi alırdı ve adı da vergi idi. Erdoğan’ın “Bay %10” lakabı, aslında vergi almasından gelmiyordu. Erdoğan %10’u, Karaman yardımı ile “akladı”, böylece İslamî camiaya, “burası İslam toprağı değildir, savaştayız ve bu %10 toplanıp, İslam adına kullanılacak” demiştir. Bunları yaparken, peygamberi de alet etmiş, küçük bir cambazlıkla, o da %10 alıyorduya getirmiştir.
Fetvacıların, mutlaka ve mutlaka biraz olsun cambaz olmaları gerekir. Zira savaştayız, bir fetvacı, eğer cambazlıkta sınır tanımaz bir seviyeye gelmemiş ise, yandık ki ne yandık.
Cambazlıkta sınır tanımaz fetvacı seviyesi nedir?
Öyle ya, bunun da ölçülebilir olması gerekir. Buyurun sayın okuyucu, tahminde bulunun: Cambazlıkta sınır tanımayan bir fetvacı seviyesi nasıl tarif edilebilir?
Sünni kızın Alevi erkeğe aşkına dönelim. Mesela bir Müslüman kadın, bir Hıristiyan ile evlenebiliyor da, konu Alevi ve Sünni olunca, neden Alevi erkek, Sünni kız ile evlenemiyor? Yoksa, Saray çevresinde böylesi bir durum mu var da, bu fetva devreye girmiştir? Sünni kız, eğer Alevi erkeğe olan aşkını bir evlilikle sonuçlandıramıyorsa, bu durumda Sünni kızın Şirin misali aşkını haykırma hakkı var mıdır, yok mudur? Fetvacılıkta sınır tanımayan seviye, buna yanıt versin.
Karaman’ın alanı, İslamî harekettir. AK Parti tabanına, orada dini referans alarak yaşadığını iddia edenlere sesleniyor. İslamî yaşamalarının ne derece samimi olduğunu bir yana bırakalım. O, AK Parti’nin oy deposuna, “oy için” değil ama, oraya sesleniyor. Zaten, mesela bizim gibilere seslenmiyor. Zaten, mesela AK Parti’ye oy vermeyecek olanlara seslenmiyor. Bu nedenle, “fetva”ları çok “kıymetli”dir. Kim bilir her biri adına, ne kadar para kesmektedir? Kıymet varsa, ölçülebilir demektir. Kaç dolar? (Lira kusura bakmasın, 1 lira 0,1 dolar oldu.) Barlas, kesinlikle bu değeri bilir. Emin olun, ileride işler ters giderse, Barlas, Karaman’ın ne kazandığını yazacaktır. Afganistan’a giderek, yeni görevler almış olan Nagehan Alçı’nın ücretini Barlas, liberal ahlâk gereği ücretin gizliliğine saygıdan yazmayacaktır, yoksa “sahip” onun mamasını kesecektir.
Karaman’ın marifetlerine dönelim. Madem böyle bir konuya girmişiz.
26 Eylül tarihli Hayrettin Karaman makalesinin başlığı “Dedim, dedi…” şeklindedir (makalesi, kendi sitesinde ve Yeni Şafak’ta bulunabilir).
Bu yazısında Karaman, kendisi soruyor (belki de kendisine sorulmuş soruları kendisi formüle ediyor) ve kendisi cevap veriyor. Birkaç alıntı yerinde olacaktır, zira anlatması kolay değil.
“H.K.- Bu eksikler, aksaklıklar, suiistimaller nefse mağlup olmalar, mal-kadın-mevki imtihanını kaybetmeler, vazifeye zengin başlayıp yoksul veya aynı servet ile çıkacak yerde yoksul başlayıp haram-helâl demeden zengin olmalar… yirmi yıldan beri değil, bin yıldan fazladır var!
“Eski zamanlarda bunları dile getirenlerin dillerini kesiyorlardı, şimdi hiç değilse yalnızca uçlanma yolu tıkanabiliyor.”
Harika değil mi? Madem bu haram ve helâl demeden zengin olmalar hakkında konuşuyoruz, öyle ise, AK Parti şöyle savunulacak; “bunlar 20 yıldan beri değil, bin yıldan fazladır var.” Madem bin yıldan fazladır var, öyle ise sorun olmaz değil mi?
Şimdi, siz, bir inanmış Müslüman olarak (onlara sesleniyor Karaman), AK Parti’yi eleştirdiğinizde, bilmelisiniz ki (zira Hayrettin Karaman, fetvacıdır ve derin bilgindir, size hatırlatıyor), eskiden bunları dile getirenlerin dillerini kesiyorlardı. Şimdi, öyle bir şey de yapılmıyor.
Ne cambazlık ama!
Hoca, ne oldu çalıp çırpmalar? Yanıt: Zaten bin yıldır var bunlar. Tehdit de arkasından geliyor. Konu, dili kesmeye geldi.
Demek bu mantıkla, bin yıldır işlenmiş olan hiçbir günah, aslında günah değildir. Hırsızlık, bin yıldır var, öyle ise sorun yok, ırza geçme, bin yıldır var, öyle ise sorun yok, kamu malını yağmalama, bin yıldır var mı, var. Öyle ise sorun yok. Bin yıldır var olan sömürü düzeninde, aslında yeni olan şey de yeni değildir, öyle ise sorun yok. İyi de mübarek Karaman, o zaman fetvaya ne gerek var? Sen kendi kendini mi inkâr edersin?
Bir alıntı daha:
“Çürümüşlüğün ölçüsü görecelidir. Daha sağlamını yapmak için gemiyi terk ederseniz zaten korsanlara bırakmış olursunuz.
“Sağlam yapı sağlam malzeme ile olur.
“Ortalık sağlam ve kullanınca bozulmayacak malzeme ile dolu mu? Ya mevcut kumaşla elbiseyi dikip dayandığı kadar giyeceksiniz ya da başka kültür, din ve medeniyetin terzisine işi bırakacaksınız.”
Demek, çürümüşlük kabul ediliyor. Gizlenemediği için kabul ediliyor. Samimi Müslümanlara sesleniyor. Diyor ki Karaman, “sağlam malzeme mi var” ki kullanmıyoruz?
Diyor ki Karaman; işi başka kültür, din ve medeniyetin terzisine mi verelim? Tehdit, her zaman, kendine bir yer açıyor. Karaman’ın ağzından, uygun tehdit her zaman bulunuyor.
Karaman diyor ki, çürümüş bir AK Parti iktidarı var. Kayda böyle geçmelidir. Ama, biz buna mecburuz. Çünkü, sağlam malzeme yok. Madem malzeme sağlam değil, öyle ise çalıp çırpılması da normaldir. İyi de Bay Karaman, neden bir Müslüman, sağlam olmayan malzemeye mecburdur? Ne yapmak için? Nereye kadar dayanmak için? Mesela İslam devletine mi? Sahi, sen böylesi bir devletten yana mısın? Sahi Erdoğan böylesi bir devletten yana mıdır? Sahi, sizin, cebinizi doldurmak ve hırsızlıkta seviye artırmak dışında bir hesabınız mı var?
Şöyle devam ediyor Karaman:
“- Önünüze kurtlu bulgur koysalar pirinci aramaktan vazgeçip bunu yer miydiniz?
“H.K.- Yemeyince açlıktan öleceksem daha temizini buluncaya kadar yerdim. Hayatta kalınca da temizlemek için elimden geleni yapardım.”
İşte size fetvacı Karaman.
AK Parti çevresinde dağılma var. Eleştiriler içeride kaynama yaratıyor. Karaman, buna uygun, “saygın”lığını tüketmek üzere kaleme sarılıyor. Bir yanda tehdit, bir yanda para var. Ona da kalem sarılmak düşüyor. kaleminden karanlık damlıyor. Kan damlamak üzere, kalemini Alevi genç ile Sünni kızın aşkına getiriyor. Karaman, kanı özlemiştir.
Görecelilik nedir biliyor. Daha ne olsun!
Ama cambazlık, fetvacıda özel bir hâl almış.
“Allah’ın cebinden peygamberi çalmak” eğer bu değilse nedir?
İşte size seviyenin adı. Bilmem uygun mudur? Bunlar “Allah’ın cebinden peygamberi çalar”lar.
Demek, AK Parti kurtlu bulgur olmuştur ve yine de Müslüman’ın onu yemesi gerekir, yoksa aç kalacak ve açlıktan ölecek. Önce bunu ye, sonra hayatta kalırsan, temizlenirsin.
Oysa Müslümanlıkta, açlığa dayanmak da bir irade olarak ele alınır. Her direniş kültüründe böyledir. Direnen, açlık nedeni ile, karnını doyurmak için, kendini satmaz. Satana savaşçı denmez.
Acaba, burada biraz duramaz mıyız?
Durup, bu tuhaf hilelerden, bu “sahip” için yüksek paralar eden açıklamalardan, daha öteye gidemez miyiz?
Deneyelim.
Demirören, bir Rum iş insanının fabrikasına, işine, malına çökmüştür ve bunun için o kişiyi katletmişlerdir. Bugün, Demirören, havuz medyasının en büyük ortaklarındandır ve bakın ki siz, medya şirketlerini almak için kendisine özel olarak verilen krediyi, daha geri bile ödememiştir. Ödemeyeceği de bellidir. Katil olarak işadamı hâline gelen ve bu yolla saygınlık bulan bir hilebaz, Erdoğan’ın karşısında ağlayabilir ama o krediyi vermez. Elbet onun da bir dosyası vardır. Yoksa, Soylu’ya, biraz para verir, ondan birkaç tape satın alır.
Peki Demirören, nasıl bir “burjuva kültür”e sahiptir?
Nasıl bir kültüre sahip olduğu, eylemlerinin belirleyeni olan Rum iş insanını katletmesi sürecinden bellidir.
6-7 Eylül olaylarında, devlet bizzat, çevredeki esnafa, Rumların mallarını vermeyi teklif etmemiş midir? Öldür, ırzına geç, malını al. Devlet için cinayet işle, karşılığında malını al. Ve bu katiller, devlet adına öldürürken, sadece “vatan millet” uğruna öldürmemişlerdir, bir de üç-beş kuruş almaktan geri durmamışlardır.
Osmanlı’nın zengin kesimleri, daha çok Rum ve Ermeni kökenden gelenlerdir. Yahudilerin ticarette ve Saray çevresindeki etkinliği, daha çok son yüzyılına rastlar Osmanlı’nın.
Biz elbette, “burjuva” olanları, burjuva sınıfı övmek için bunları yazmıyoruz. Biz, işçi sınıfının iktidarı ile, sadece ülkemizde değil, bölgemizde ve tüm dünyada sermayenin varlığa son vermekten söz edenleriz. Ama, burjuva kültür diye bir şey vardır. Bizim ülkemizde burjuvazinin “yaratılması” süreci, bizzat devlet eli ile olmuştur. Bu Rum ve Ermeni burjuvalar, bir kültürün de taşıyıcıları idiler. Evlerindeki müzik aletlerinden kadın-erkek ilişkilerine kadar, edebiyata olan ilgilerinden yemek kültürlerine kadar, para karşısındaki tutumlarına kadar bu kültür yansır. Oysa, onların katledilmesi ile mallarına konan yeni zenginler, böylesi bir birikime sahip değildirler ve “görgüsüz”dürler. Demirören örneğine bakın, görgüsüzlüğü paçalarından akmaktadır. Ne eğlenmesini bilir ne şarkı dinlemesini, ne sevmesini bilir ne nefret etmesini. Sadece kadınlarını aşağılamayı, güçlü olana boyun eğmeyi, pusu kurmayı bilirler.
Eczacıbaşı, onca yıldır sanata olan ilgisine karşın, aynı özellikleri taşır. Geçenlerde Bodrum’da ortaya çıkan bir arazi sorunu üzerine aldığı tutumu hatırlayın. Eczacıbaşı’nın farkı, o, Rumların mallarına 1950’lerde el koymuştu. Menderes döneminde yükselmiştir. Menderes dönemi zengini, elbette 12 Eylül dönemi zenginine göre, mesela piyanoya daha yakın durur. Bu kadar.
“Bu devlete bir millet lazım” sözünü ortaya koyanlar, “millet” yaratırken, elbette burjuva sınıfı da yaratmayı unutamazlardı. Bu eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Devlet egemen sınıf için vardır ve bu devlete bir millet lazımdır. Demek, burjuvaların devlet olanaklarını yağmalaması, “tarihin bir zorunluluğunu” ifade eder. Millet yaratmak için, Ermeni, Süryani, Pontus vb. katliamlarını devreye koydular. Bu insanların mallarına, mülklerine ise, “yaratılmakta olan milletin” gelecekteki soylu sınıfı burjuvalar el koydular.
Buna, argoda, sokak ağzında “çökme” deniyor.
Koçlar, Sabancılar, Eczacıbaşılar vb. bundan ayrı değildir. Tersine, ülkenin ilk zenginleri olarak onlar, hem bu zorla el koyma yolu ile hem de devletin olanaklarının yağmalanması ile servet edinmişlerdir. Sadece onların yağmalama dönemi farklıdır. Şimdi de AK Parti’nin zenginleri ile tanışıyoruz.
Cumhuriyetin en başından beri burjuvazi, mülkiyet değişimi ile ve yine en başından beri, uluslararası sermayenin bir uzantısı olarak yükselmiştir. Şimdiki, AK Parti dönemindeki yeni “Müslüman” zenginlerimiz de, elbette aynı yolu sürdürmektedir. Devlet olanakları ile zengin olmak, bir tarihsel gelenek halindedir.
İşte, hem Barlas’ın liberalliği bu gerçeğe dayanır hem de Karaman’ın İslam fetvaları bu geleneğe dayanır.
Burjuvası böyle bir geleneğe yaslanmış iken, fetvacısının da, liberalinin de başka türlü olması mümkün değildir.
Barlas’ın liberalliği ile Karaman’ın İslam âlimliği, birbirine çok ama çok benzemektedir. Bir çeşit Türk-İslam sentezidir bu.
Biri Alevileri tehdit etmektedir, diğeri ise “150’lik”leri. Biri daha çok tabana yönelmiştir, diğeri devletin kutsal katlarına.
Demek, “sahip”ler, kendi aralarında kapışmaktadır.
Erdoğan sonrası tartışmalarının tam da gündem olduğu bir dönemde bu açıklamalar, başkaları da var, elbette bu kapışmanın izlerini taşımaktadır.
Karamollaoğlu, Kasım ayının ikinci haftasında, daha önceden görüşmek istediği Erdoğan’dan görüşme randevusu almıştır. Gitmiştir ve görüşmüştür. Gazeteduvar, kendisi ile bir röportaj yapmıştır. O röportajda ve basına yansıyan görüntülerde, görüşmenin ilginç bir görüşme olduğu anlaşılmıştır. Görüşme, tam olarak Altun “zekâ”sının izlerini yansıtmaktadır.
İlk olarak, Erdoğan, Karamollaoğlu’nu, araya bir koltuk boş bırakarak, üçlü koltuğa oturtmuştur. Bu üçlü koltuğa oturtmanın anlamı üzerine bir hayli tartışma gündeme gelmiştir. Ama kanımızca, tartışanlar, iki şeyi birden kaçırmışlardır: Bir, görüntüde ortada boş duran koltuk, “bu koltuk Bahçeli’nindir” diyecek şekilde durmaktadır. İletişim konusunda “uzman” olan Altun’un, bu konuda iyi fotoğraf verecek bir ayarlama yaptığına şüphe yoktur, olamaz. Görüşmede, Bahçeli’nin ruhu, o boş koltukta oturmaktaydı. İkincisi şu sorudur: Neden Saray’da, o boş tekli koltuğun yanında, tekli bir koltuğa oturtulmamıştır da Karamollaoğlu, üçlü koltuğa oturtulmuştur? Üçlü koltukta Karamollaoğlu, sanki, eline kolonya dökülecek bir misafir gibidir. Sultan, kendi koltuğunda, tek başınadır, görkemlidir ama Karamollaoğlu, üçlü koltukta bir “sığınmacı” gibidir. Altun, elbette bu tip görüntülerin anlam ve manası konusunda uzmandır. Biri üçlü koltukta bir “misafir”, diğeri ise sultan. Ortada boş koltukta ruhu oturan Bahçeli’nin cismini hayal etmek de seyirciye düşmektedir.
Bu görüşme, elbette ki, “Milli Görüş” hareketinin liderliği koltuğuna, Oğuzhan Asiltürk’ten sonra oturan kişi Karamollaoğlu olduğu için yapılmıştır.
Öyle anlaşılıyor ki, Karamollaoğlu, kendisine önerilen “haram”lar konusunda konuşmayacaktır. Öyle ya, Asiltürk’e, vefatından önce bir şeyler önerilmiş olmalıdır. Ama Karamollaoğlu, bunları dile getirmiyor.
Karamollaoğlu, “anlaşamamak konusunda anlaştık” diyor. Diyor ki, Cumhurbaşkanı, sadece 50+1 konusunda bir sorun görmektedir, ekonomi de, dış politika da dört dörtlüktür demektedir. İyi ama, bunları zaten Saray’a gitmeden de biliyordu. Saray’da, kendisine yapılan teklifleri açık etmelidir.
Tam da, Bahçeli, “biz aslında muhalefet görevindeyiz” hatırlatmasını yapmakta iken, Karamollaoğlu acaba nasıl teklifler almıştır? Hadi diyelim teklifleri, “terbiyesi” açıklamaya müsaade etmiyor, bari hangi tehditler aldığını açıklaması gerekmez mi?
Fetvalar, tam da bu döneme denk gelmektedir.
Barlas, CHP ve İYİ Parti’yi hedef alıyor ve dahası bu partilerin içinde görev yapan ve ABD’ye değil de AB’ye yakın olanları tehdit ediyor.
Karaman, AK Partili seçmen olup da dinî konularda hassas olanlara sesleniyor. Ama bu arada Alevileri tehdit etmenin yolunu da arıyor.
Her tehdit karşısında devletin bir başka koluna sığınmayı adet hâline getirmiş olan Alevi örgütleri, artık bunun bir çözüm olmadığını anlamalıdır. AK Parti tehdit edince CHP’ye, tehdit oradan gelince liberale, hiçbiri olmayınca da Anıtkabir’e sığınmak, yüzlerce, binlerce yıldır yaşadıkları bu topraklarda “sığıntı” hâline gelmek sonucunu doğurmaktadır. Korkunun ecele bir faydası görülmemiştir. Alevi örgütleri, biraz samimi olmak zorundadır. Devlet ile bağlı olmak demek, samimiyetsiz olmak demektir. Devletin hangi kanadına bağlı olursan ol. İster İslamcısına, ister Ergenekoncusuna, ister ulusalcısına, ister mafyasına, kimine bağlı olursan ol, tüm yollar boyun eğmeye çıkar.
Barlas’ın tehditleri, aslında Saray tarafından daha yüksek bir perdeden dile gelecektir. Barlas’ın tehditleri, Erdoğan projesine ABD’nin hâlâ ihtiyaç duyduğunun itirafıdır.