Aile kurumunun tarihsel süreç içerisinde, üretim ilişkilerine bağlı olarak ortaya çıkışı ve gelişimi gibi, tüm toplumsal ilişkiler ve toplumsal yaşamın içerisinde açığa çıkan tanım ve kavramlar da üretim ilişkilerine bağlı olarak şekillenmektedir. Tarih boyunca “çocukluk”, toplumların üretim ilişkileri ve buna göre şekillenen üst yapı kurumlarının belirlediği sınırlamalar ile devamlı olarak yeniden tanımlanmıştır. Benzer şekilde, “büyümek ve erişkinlik”, tarihsel olarak bireyin üretim ilişkileri içerisindeki konumu ile şekillenmiş ve sınıfsal temelleri olan tanımlamalar olarak açığa çıkmıştır. Çocuk istismarı üzerine yapılacak çalışmalar ya da geliştirilecek mücadele hattı içinde yaşadığımız kapitalist-emperyalist sistemi dışlayan ya da çocuk istismarının sisteme içkin yönlerini ele almayan bir biçimde yapılamaz.
Bu nedenle, öncelikle çocukluk kavramının ortaya çıkışını incelemek, kapitalist-emperyalist sistem içerisinde çocuk istismarının yerini anlamak açısından aydınlatıcı olacaktır. Çocukluk kavramı, bebeklikten farklı olarak, biyolojik bir kategori değil, toplumsal bir kurgu olarak açığa çıkmıştır. Çocukluğun, tarih boyunca üretim ilişkilerine bağlı olarak yeniden şekillenmiş hatta çocuğun üretim ilişkilerine dahil oluş biçimlerine göre açığa çıkmış ve şekillenmiş olduğunu kavramak, çocuk üzerindeki sömürüyü ve çocukluğun bizzat bu sömürünün bir sonucu olarak yaratıldığını anlamayı kolaylaştıracaktır.
Bekir Onur’un deyişiyle “Çocukluk, doğal bir gerçeklik değil, tarihsel süreç içerisinde toplumsal koşullara bağlı olarak ortaya çıkan çelişik bir olgudur.”
Çocukluk fikrinin ortaya çıkışını izleyen en önemli tarihsel argümanlardan biri Philippe Aries’nin “Yüzyıllar Boyunca Çocukluk” çalışmasında bulunabilir. Aries, çocukluk, aile ve okul kavramlarının birbirine bağlı gelişimini izleyerek, çocukluk kavramının Batı kültüründe çok yeni olduğunu ileri sürmüştür. Aires’e göre Ortaçağ’da, yaklaşık olarak 5. ve 13. yüzyıllar arasında, insanlar çocukluğu yaşamın farklı bir dönemi olarak görmüyor, çocukluğu bir yaş aralığıyla tanımlamıyor, modern anlamdaki çocuk ve çocukluk terimlerine Ortaçağ’da rastlanmıyordu. Erkek çocuk, bakıma muhtaçlık anlamında bağımlı konumda olan herhangi bir yaştaki erkekle eşdeğerdi. Çocuklar beş-yedi yaşına kadar, yani yetişkin dünyasına girinceye kadar bebek sayılıyordu. Ayrı bir çocukluk dünyası mevcut değildi. Çocuklar görünüşte küçük yetişkinler gibi görülüyorlardı. Aries, doğum ve bebek ölüm oranlarının yüksek oluşunu bu tabloyu yaratan önemli etkenlerden biri olarak yorumluyordu; altı yaşından küçükler ailenin üyesi olarak kaydedilmiyordu. Çocuk, beş ile yedi yaşlar arasındaki bir zamanda yetişkin dünyasına bütün yönleriyle girmeye başlıyor; yetişkinlerle aynı oyunları, öyküleri, oyuncakları, şarkıları ve giyim tarzlarını paylaşıyorlardı. Birbirinden ayrışmış bir çocukluk ve yetişkinlik dünyasından bahsetmek mümkün değil gibiydi.
Aries, batı toplumlarında 17. yüzyılı çocukluğun keşfedildiği dönem olarak tanımlıyor, aynı zamanda erkek çocukların çocukluğunun, kız çocukların çocukluğundan daha erken ayrıştırıldığını ve egemen sınıflarda bu farkın daha da belirginleşerek çocuk kıyafetlerinin dahi ayrışmaya başladığını söylüyordu. Ariés’e göre, modern çocukluk kavramı temelde burjuvazi ve aristokrasiye özgü bir olguydu ve öncelikle erkek çocukları kapsıyordu.
1600’lerin başlarında çocukların dünyası yetişkinlerden farklılaşmaya başladı; ayrı giysiler, kendilerine ait öyküler, oyunlar, müziklerle bir çocuk dünyası yaratılmaya başlandı. Bu süreçte mahrem fikrinin dönüşümü ve çocuklardan saklanacak sırların açığa çıkışı da çocukları yetişkinlerden ayıracak bir rol üstlenmeye başladı. Ancak bu tablo hala egemen sınıfın çocuklarını kapsıyordu; ezilenler arasında eski tutumlar devam etmekte ve çocuklar yetişkinlerin dünyasını paylaşmayı sürdürmekteydiler.
Bu da bize, aynı dönem açığa çıkan çocukluğun ayrışması fikrine karşı, pratikte yine çocukların toplumsal yaşamda küçük yetişkinler olarak karşılık bulduğu sınıfsal bir tabloyu gösteriyor. Çocuk, tıpkı yetişkin dünyasındakine benzer şekilde emeği sömürülüp, toplumsal cinsiyet rollerinin baskısına maruz kalıyordu. Böylece kız çocuklar ev içinde “küçük kadınlar” gibi konum alıp bir yandan da feodal aile ve mal paylaşımı ilişkilerine bağlı olarak erken yaşta evlendirilirken, erkek çocuklar da “küçük adamlar” gibi fabrikalarda işçi olarak yer alıyordu.
Çocukluk kavramının ortaya çıkışını ve dönüşümünü tartışan Neil Postman’a göre de çocukluk fikri, Rönesans’ın icatlarından biridir. Bilim, ulus-devlet ve dinsel özgürlük ile birlikte hem toplumsal bir yapı hem de psikolojik bir koşul olarak çocukluk, 16. yüzyıl esnasında ortaya çıkmış ve günümüze kadar dönüşmüş ve desteklenmiştir. Postman’a göre kitle iletişimindeki biçim ve öz değişimi, çocukluğun farklı bir biçimde tanımlanmasına yol açmıştır. Matbaanın icadıyla birlikte toplumsal yaşam dönüşmüş, yetişkinlik ayrı bir anlam kazanmış ve okuryazarlığın gerekliliği çocukla yetişkini ayrıştıran bir etken olarak işlemiştir. Çocuklar minyatür yetişkinler olmaktan çıkıp genişleyen enformasyon dünyasının dışında kalmış, gelişkinleşmemiş yetişkinler olarak algılanmaya bu dönemde başlanmıştır. Bu noktada, Aries’in çocukluğun burjuvazi aristokrasiye özgü bir olgu olduğu tespitine dönersek, matbaanın icadıyla gelişen enformasyon dünyasının da zaten burjuva ve aristokratların erişimine açık olması aynı zamanda bu sonucu yaratmıştır. Yani üretim aletleri üzerindeki özel mülkiyet, son derece sınıfsal gelişen bir çocukluk dünyası yaratmıştır. Bu süreç aynı zamanda resmi eğitim sisteminin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Eğitim; çocukları yetişkinliğe hazırlayan bir kurum işlevi görmeye başlamıştır.
Aynı dönemde aile kurumunun “modern aile” biçimine dönüşümü söz konusuydu. Aile, küçük, ayrı çekirdek bir birim olarak tanımlanmaya başlandı. Ortaçağ’dan sonra çocuk kavramı, “modern aile”nin şekillenişi ve okulun rolü ile paralel çizgilerde gelişti ve birbirlerini güçlendirdi. Okul, çocukluk gelişiminin özel yaş dönemlerinin sınırlarını çizmeye sebep oldu ve aileye çocuğun refahına özel ilgi göstermesi gerektiğini öğretti. Çocuk, yetişkin topluluğundan uzaklaştırıldı ve ona farklı beklentiler ve ayrı bir toplumsal yaşam içeren özel bir statü verildi (Joel Spring, 1975). Aries ve Postman da bu dönemde açığa çıkan bireyciliğe yönelik modern eğilimi, “modern aile”nin gelişimiyle ilişkilendiriyordu ve bireycilik fikrinin, çocukla yetişkin arasında yarattığı ayrıma vurgu yapıyordu.
Ariés’in çalışması (1962) çocukluğun toplumsal bir olgu olduğunun düşünülmeye ve tartışılmaya başlamasını sağlaması açısından kıymetli ve ön açıcı olmuştur. Ancak kendisine yöneltilen, çocukluğun ortaya çıkışını Batı toplumlarından incelemesi eleştirilerinin yanı sıra, Aries veya Postman’ın görüşlerinde eksik olan, tüm bu sürecin gelişimini dayandırdıkları etkenlerde dahi, ekonomi politik nedenleri göz ardı etmiş olmalarıdır. Örneğin; matbaayla birlikte yetişkinler ve çocukların enformasyon biçimlerinin ayrıştığı açıktır; ancak matbaanın ortaya çıkışını yaratan koşulların ve enformasyon ihtiyacının üretim ilişkileriyle bağını ortaya koymadan yapılan bu tartışma, çocukluğun ve hatta yeni yetişkinlik tanımının üretim ilişkilerine bağlı olarak şekillenen toplumsal yaşamdaki anlamını kavramakta yeterli olmayacaktır. Ekonomi politik nedenleri göz ardı eden çalışmalar, çocukluğun ortaya çıktığı dönemde dahi açığa çıkan farklı çocukluk deneyimlerini ve hallerini açıklamaya ya da yaratılan çocukluk fikri ve çocukluk çağına rağmen, çocuklar üzerinde artan sömürü ve şiddetin sebeplerini açıklamaya yetmeyecektir.
Çocukluk kavramının ortaya çıkışına dair tezlere ilişkin şunu söylemek mümkün; aslında büyümek, her zaman yetişkinle bebeği ayıran temel bir fark olarak durmuştur. Ancak bu “büyümek” tarifi, biyolojik bir kategori geçişinden bağımsız olarak şekillenirken, her daim büyümeyi asıl tanımlayan, üretim ilişkilerindeki sınıfsal roller olmuştur.
İnsanlık tarihine baktığımızda ilkel komünal toplumlarda gündelik yaşam doğaya karşı kolektifin birliği ve ortak paylaşım üzerine kurulu iken, artık-ürünün ortaya çıkması ile üretim aletlerinin de özel mülkiyetinin ortaya çıktığını görüyoruz. Toplumda artık üretim aletlerine sahip olanlar, hakimiyet kurarken, diğerleri hakimiyet boyunduruğuna girenler olarak konumlanmaktadır. Hakimiyet ilişkilerinin ortaya çıkardığı şiddete bağlı olarak gelişen toplumsal ilişkiler artık ezen/ezilen, sömüren/sömürülen ekseninde şekillenmektedir. İnsanlar artık kan bağı ile kurulan “aile” içerisinde değil üretim ilişkilerinin sonucu olarak şekillenen bir ekonomik birim içerisinde yaşamaya başlamıştır. Bu şekilleniş, aile yapılarını da değiştirerek bugünkü bildiğimiz modern aileye dönüşmesine sebep olmuştur.
Aile ekonomik bir birim olarak toplumsal yaşamda konumlanırken, hakimiyet ilişkilerinin ortaya çıkardığı şiddeti de beraberinde getirmektedir. Çocukların aile içerisindeki konumlanışı ise buna göre değişmekte ve bu şiddete maruz kalan nesneler olarak yaşamalarına sebep olmaktadır. Aile kurumunun ekonomik bir birim olarak şekillendiği sınıflı toplumlar içerisinde çocuk, özel mülkiyetin devamlılığını sağlayacak bir araçtır. Çocuk üzerinden aktarılan özel mülkiyet aynı zamanda aile kurumunun da yeniden üretilmesini sağlar. Her yeni nesil, potansiyel bir aile kurumu oluşturmak için sürekliliği sağlayacak bir araç olarak var olur. Sınıflı toplumlarda çocuğun özel mülkiyet aktarımını sağlayacak bir araç olarak kullanılması aile içerisindeki sömürüsünün başlangıcıdır. Sömüren/sömürülen ekseninde şekillenen toplumsal ilişkilerin doğurduğu sınıf çatışmaları ise bu çatışmayı egemenin çıkarını sürdürecek biçimde araçlar sağlayacak yeni bir kurum gerekliliğine itmiştir. Yani devlet kurumu. Özel mülkiyetin ortaya çıkışı ile birlikte üretim ilişkilerine bağlı olarak değişen toplumsal ilişkileri incelemiş olduk ve çocukların sömürüsünün temeli olan aile kurumu ve bunun üzerinde yükselen devlet kurumuna kısaca bir giriş yapmış olduk. Ancak çalışmaya köleci ve feodal toplumları dahil etmeyerek yalnızca kapitalist sistem içerisinde çocuğun yerine bakarak devam edeceğiz.
“Modern aile” olarak ortaya çıkan burjuva aile, üretim biçimi bağlantısı nedeniyle gerekli olan bir mülk alışveriş birimidir. İşçi sınıfı ailesi ise pazara emek gücü olarak katılacak çocukların yani yeni iş güçlerinin sağlayıcısıdır. Kapitalistin sermaye birikimi, artı-değerin ortaya çıkması ile artacak dolayısıyla kapitalist artı-değer üretimi için daha çok emek gücü talep edecektir. Bu talebi gerçekleştirecek olanlar ise burjuva çocukları değil işçi sınıfı çocuklarıdır. Marx, işçi sınıfının yeniden üretilmesi ile ilgili şunları söyler: “İşçi sınıfının sürekli olarak mevcut tutulması ve yeniden üretilmesi, sermayenin yeniden üretimi için her zaman gerekli olmuş ve her zaman gerekli olacak bir koşuldur. Bunun yerine getirilmesini kapitalist iç rahatlığıyla işçinin kendini ve neslini devam ettirme içgüdüsüne bırakabilir”. Kapitalist sermayesini artırırken, bunu işçinin emek gücü karşılığı aldığı ücreti düşürerek sağlar. Ücreti düşen ve emek gücü sömürüsüne maruz kalan işçi insani yaşam koşullarına sahip olmaktan uzaklaşır. Üretim ilişkilerindeki sınıfsal savaşımın karakteri, aile ilişkilerindeki değişime yol açar. İşçinin ezilmişliği sınıflar arasındaki bariz sömürüden kaynaklanır ve işçide açığa çıkan öfke haneye aile içi şiddet olarak döner. Sömürü, şiddeti ortaya çıkarırken aile içinde şiddete maruz kalan özneler de her zaman kadınlar ve çocuklar olur.
İşçi sınıfının doğan her çocuğu, kapitalizmin sunduğu “modern aile” sınırları içerisinde yaşamasına bağlı olmaksızın pazar için yeni bir ucuz iş gücüdür. Çocuğun aile içerisinde yetiştiği durumda, ebeveynlerin çalıştığı koşulda dahi çoğunlukla haneye giren ücret işçi ailesinin ertesi gün yaşamını devam ettirmesine yetmez. Marx asgari ücret ile ilgili şunları söyler: “Bu asgari ücret, tıpkı ürünlerin üretim maliyetlerine göre ayarlanması gibi, tek bir bireye değil, tümüyle bu bireyleri oluşturan ‘tür’e göre ayarlanır. Milyonlarca birey işçinin var olma ve türeme işlevlerini yerine getirmelerine yetecek kadar para kazanamamaktadır. Ama tüm işçi sınıfı ücretleri, kendi dalgalanması içinde bu noktaya iner”. Bu durumda işçi sınıfı ailelerinde çocukların toplumsallaşması erken yaşta ucuz iş gücü olarak pazara dahil olmaları ile başlar. Kadın emeğinin de toplumsal ölçekte kapitalist üretime katılarak toplumsallaşması, kapitalistlerin işçi ücretlerini düşürerek kadın emeğini sermaye yatırım alanı haline getirmesine yol açmıştır. Ancak kapitalist sistemde çocuk işçiler kadın işçilerden de daha az ücretle kayıt dışı çalıştırılmaktadır. Sonuçta ailenin tüm bireylerinin üretime katıldığı durumda haneye giren ücret arttığı için “yaşam standartları”nın yükselmesi beklenirken aslında bireylerin emek gücü değeri düşmekte ve sömürü artmaktadır.
Aries’in tespitlerinde eksik kalan bir yan da emek üretkenliğini artırmak amacıyla devinim kazanan teknolojik gelişmenin içeriğinin, ortaya bir çocukluk kavramı ve yeni bir yetişkinlik kavramı çıkarmış olmasıdır. Yani basitçe, çocukluğu yaratanın teknolojik gelişmenin yarattığı yeni toplumsal yaşam olduğunu söylemek yetersiz olacak, çocukluk fikrinin emek-sermaye arasındaki çelişkiden doğduğunu göz ardı edecektir. Keza ergenlik tanımının ortaya çıkışı da bunu kanıtlar niteliktedir, yaklaşan sanayi devriminin gerekliliği olarak ortaya çıkan zorunlu eğitim süreci ve bunun etkisiyle çocuk işçilikte gerçekleşen dönüşümle birlikte; çocuklukla yetişkinlik -üretime katılım- arasında geçen bu süre, yeniden tanımlanmaya ihtiyaç duyulmuştur.
Joel Spring bu süreci şu şekilde ortaya koymuştur:
“On dokuzuncu yüzyılda Birleşik Devletler ve İngiltere gibi gelişmekte olan sanayi ülkelerinde alt sınıfların çocukları fabrikalar için gerekli emeğin önemli bir unsurunu oluşturuyorlardı. Küçük yaşta çalışmaya başlamaları nedeniyle alt sınıf çocuklarının çocuklukları yoktu denilebilir. Öte yandan, orta sınıf çocukları gelişmekte olan beyaz yakalılar için gerekliydiler. Bu, okullarda özel eğitimi gerektiriyordu ki bu da emek pazarından uzaklaştırılmaları ve aileye bağımlılık durumunda tutulmaları anlamına geliyordu.
Birleşik Devletler’de on dokuzuncu yüzyılın sonlarında bir dizi etkenin bileşimi sonucunda daha fazla çocuk ve genç, emek pazarından çıkarıldı. Sanayiciler, teknolojik değişimlerin artık çocukların fabrikalarda kullanılmasını gerektirmediğini düşünüyorlardı, sendikacılar ucuz çocuk emeğinin ücretleri düşüreceği kaygısını taşıyorlardı ve beyaz yakalılara ihtiyaç artmıştı. 1920’lerden itibaren insan emeğinin üretkenliğinin artması daha fazla gencin iş gücünden çıkarılmasına ve lise kayıtlarının artmasına yol açtı. Giderek daha fazla makinelere dayanan bir ekonomik sistemde artık genç insanlara ihtiyaç yoktu. Bu değişikliklerin bir etkisi kendi psikolojisi ve kültürel tarzı ile birlikte bir ergenlik kavramının gelişmesiydi.”
Bu dönemde, ucuz çocuk emeği, bir taraftan patronların kolayca ulaşabileceği bir hedef haline gelirken, diğer taraftan da çocukluk giderek okul sistemi içinde tanımlanır olmuştur. Çocuk emeğine olan talep ve buna paralel çocuğun okula gitmesi gerekliliği konusundaki görüşler, Avrupa’da 19. yüzyılın sonlarında yoğunluk kazanmıştır ve bazı çevreler, fabrikayı çocukları sokaktan kurtaran ve yetişkinliğe geçişini sağlayan önemli bir sosyalleşme süreci olarak romantize ederken, diğer bazıları çocuğun fiziki ve entelektüel gelişimini olumsuz yönde etkilediği gerekçesiyle çalışmalarına karşı çıkarak çocukların yerlerinin okul olduğu görüşünü savunmuşlardır. Zaman içinde ikinci görüş galip gelerek etik değerlere ve uluslararası anlaşmalara temel olmuştur (Yakın Ertürk, 1996).
Buradan da anlaşıldığı üzere, çocukluk kavramının emek-sermaye çelişkilerine bağlı olarak açığa çıkışıyla birlikte, çocukluk fikrinin içeriği de aynı çelişkiden beslenen ideolojik yaklaşımlarla doldurulmuş ve çocuğun üretim ilişkileri içerisindeki yerinin belirleyecek şekilde çocukluğun kurumsallaşması devletin ideolojik aygıtlarıyla desteklenmiştir. Çocukluk üzerine gelişen toplumsal değerler, ahlaki tartışmalar, fetvalar, yasalar ve kurumlar burjuva ideolojiye bağlı olarak inşa edilmiştir.
Çocukluk kavramıyla birlikte, çocukla ilgili açığa çıkan toplumsal değerler de aynı çelişkiden beslenmiştir ve tüm bu çelişkilerle birlikte 20. yüzyıl bir sözde çocuk yüzyılına dönüşmüştür. Bu çelişki, çocuğun üretim ilişkilerinde emek sömürüsü ve artı değer üretimindeki yeri anlaşılmadan açıklanamaz. On dokuzuncu yüzyıldan beri tartışmanın nesnesi haline gelen çocuğun, yirminci yüzyılda görünürde elde ettiği pek çok hakla birlikte tam bir tüketim “nesne”si olmaktan kurtulamaması ve şiddetin ve istismarın daha belirgin bir nesnesi haline gelmesi bu çelişkiyi açıkça göstermektedir. Çocukluk kavramının inşasıyla birlikte, çocuk, toplum yaşamın içinde bir özne olarak değerlendirilmek ya da tartışılmaktan ziyade, toplumsal yaşam içerisinde edilgen bir nesne olarak konumlandırılmaya daha çok yaklaşmıştır. Bu, emek sömürüsüne dayanan ideolojinin bir sonucu olarak açığa çıkmış ve çocuk, çocukluk kavramıyla birlikte daha da nesneleşmiştir. Bu haliyle, aynı zamanda sömürünün, şiddetin, istismarın daha da odağına, hedefine çekilmiştir. Aynı dönem, çocuğun bir araştırma nesnesi olarak mercek altına alınması da kapitalist sistem içerisinde sömürü odaklarının daha da incelenmeye muhtaç hale gelmesiyle benzerdir. Çocuk üzerindeki sömürünün ve araştırmaların ve ilginin benzer ivmeyle artışının arkasında yatan sebep budur. Çocuk üzerine gelişen bilimsel çalışmaların akıbeti de kapitalist sistemde sosyal bilimlerin kapitalist çıkarlar doğrultusunda gelişimiyle paralellik göstermiştir.
Bugün en belirgin haliyle gözlemlediğimiz “çocuk odaklı pazar” da bunu göstermektedir. Bir yandan, çocuk ve çocukluk üzerinden bir tüketim sektörü ve buna hizmet edecek şekilde bir pedagojik hegemonya yaratılırken, aynı zamanda çocuklara yönelik şiddet, istismar ve sömürü artmıştır. Kapitalist-emperyalist sistem içerisinde çocuk ticareti hiç olmadığı kadar artmış, cinsel istismar, çocuk pornosu ve çocuk fuhuşuyla çocuk pazarı hiç olmadığı kadar genişlemiş ve küreselleşmiştir. Çocukluğun ortaya çıktığı döneme benzer şekilde, bugün de burjuvazinin çocukluk üzerindeki ideolojik hegemonyası, burjuva çocukları için çocuğu pamuklara saran, “ideal gelişimi” için çabalayan ve bu yaklaşımla araştırmanın nesnesi haline getiren bir çocukluk yaratırken; işçi sınıfı için çocuk, pazarda bir meta haline gelmiş, tüm şiddetin, emek sömürüsünün ve vahşetin üzerinde uygulandığı bir edilgen nesneye dönüştürülmüştür. Çocukluk, burjuva ideoloji içinde çocuklukla “özneleşirken”, işçi çocukları içerisinde “kimsesizleşmiştir”.
Çocuk istismarı üzerinden yürütülen tartışmaların sadece belirli bir ırk, din ya da kültür ile ilişkilendirilmesi, kapitalist-emperyalist sistem içerisindeki ideolojik hegemonyanın sürdürüldüğünün kanıtı niteliğindedir. Egemenin ideolojik hegemonyası toplumu şekillendirdiği gibi tartışma ya da mücadele hattının yönünü de şekillendirecek şekilde işletilmektedir. Sistemin kendisini her gün yeniden üretmesi, sınıf savaşımını gizleyecek her türlü örgütlenmeyi gerektirdiği gibi sistemin günlük yaşamı örgütlemesi de aile, devlet, kamu kurumları ya da medya kullanılarak toplumsal yaşamın örgütlenmesinden geçer. Egemenliğin sürdürülmesi için işçi sınıfına karşı her türlü ideolojik baskı aygıtı kullanılmakta ve toplum şekillendirilmektedir. Çocukların maruz kaldığı cinsel istismar konusu sistemin işleyişinin anlaşılması için daha detaylı bir çalışma gerektirirken, konu kapsamında din üzerinden yürütülen ideolojik hegemonya örneği verilerek konuya kısa bir girizgâh yapılacaktır. Emperyalist ya da sömürge ülkelerde sistemin işleyişi o ülkedeki toplumsal dinamikler ve koşullara bağlı olarak şekillenmektedir ancak baki olan egemenin ideolojisi ve çıkarının sürdürülmesidir. Bu yüzden dini örgütlenmelerde yaşanan çocuk istismarı ile ilgili verilecek olan örnek kasıtlı bir biçimde sömürge bir ülke değil emperyalist bir ülkeden seçilmiştir. Fransa Katolik Kilisesi tarafından görevlendirilen “Kilisede Cinsel İstismar Bağımsız Komisyonu”nun yayınladığı raporda, 1950’den bu yana 216 bin çocuğun dini görevlilerin cinsel istismarına uğradığı açıklanmıştır. Çocuklara yönelik cinsel istismarın dini örgütlenmelerde yaygın bir şekilde yaşanması tesadüf değildir. Kapitalist sistemde dini örgütlenmeler tüm yaşamı boyunca sömürülen sınıfa azla yetinmeyi, boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve tüm umudunu “cennete” saklamayı aşılar. Patronlar için çalışan işçi sınıfı üzerinde din ile baskı kurularak işçi yalnız bırakılır, örgütsüzleştirilir. Doğa karşısında yenik düşen ilk insanların mucizelere, kendinden büyük bir şeye, tanrıya inanması gibi sömürülenler de sömürenlere karşı mücadelesinin yetersizliğine inandırılır. “Oysa yine din, başkalarının emeğinin sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının ceremesini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cennette de rahat yaşamaları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar. Böylelikle din, halkı uyutmak için afyon niteliğindedir. Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir”. Egemenlerin sınıf üzerindeki din boyunduruğunun, toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması olduğunu akıldan çıkarmak burjuva dar görüşlülüğünden başka bir şey değildir. Dolayısıyla, çocukların cinsel istismara maruz kalmasını salt toplumların ya da ırkların inançları üzerinden değerlendiren teoriler, kapitalist-emperyalist sistemin din ve onun yapılanmaları içerisinde kurumsallaştığı, hatta tarihsel süreç içerisinde bu yapılanmaların ekonomi-politik çıkarlara uygun bir biçimde gerçekleştiğini gizlemektedir.
Egemenlerin toplumu din örgütlenmeleri üzerinden bir algı ve düşünüş biçimi yaratarak şekillendirmesi, toplumda bir “rıza” yaratarak içinde yaşanılan gerçekliğin egemenin istediği şekilde değiştirilmesinin de yolunu açar. Bu rıza ve şekillendirme aynı zamanda emeğini sömürdüğü sınıfı yönetmenin kolaylaşması da demektir. Din ile toplumda oluşturulan “inanç değerleri”nin gerçekliğin yeniden inşasında nasıl kullanıldığından bahsettik. Vereceğimiz örnek ise Baykuş İmparatorluğu kitabında ABD’de kurulan seks kölesi yetiştirme programından olacak. CIA tarafından yürütülen bir eğitim programında 3 yaşındaki kız çocukları seks, travma, ödül, ceza sistemi ile dünya ve gerçeklikten tamamen çıkarılarak seks kölesi olarak yetiştirilmektedir. Gerçeklikle bağı kopartılan çocuklar Clinton, Kissinger gibi isimler ve birçoğunun istismarına maruz bırakılmaktadır. Egemenlerin her türlü baskı aygıtı ile gizlemeye çalıştıkları sömürü üzerine kurulu düzende 3 yaşındaki kız çocukları egemen sınıftan olanların seks kölesi olarak kullanılabilirken toplum egemenlerin hakimiyeti için farkı baskı aygıtları kullanılarak şekillendirilmeye devam edilir.
Medya bir yandan tekellerin pazar hakimiyetini sağlamak, tüketim kültürünü yaymak, yaratmak ve talebi yönlendirmek için kullanılırken bir yandan da emperyalistlerin sömürge ülkelere uyguladığı yağma ve savaş ekonomisini gizlemek için “batılılaştırma” adı altında haberler yapmakta kullanılır. “Pazar hakimiyeti her zaman ve her çeşitten şiddet demektir. Pazar hakimiyeti, gazete köşelerini tutan kalemşörlerin kaleminden damlayan kandır, filmlerin içine giren cinsel şiddettir, çek-senet mafyasıdır, devlet çarkının her aşamasıdır, işçi sendikalarının satın alınması, polis gücü, tekelci gruplara ait askeri örgütlenmeler demektir” Pazar hakimiyeti emperyalist aşamasında kapitalizmin pazarın kontrolü için gerektirdiği şiddet ilişkilerini de beraberinde getirir. Dünya hem ekonomik olarak hem de toprak olarak yeniden paylaşılmaktadır. Paylaşım savaşımında sıcak bölgelerde savaşanlar ise işçiler ve onların çocuklarıdır. Savaşın ortasında kalan çocuklar ülkelerinden göç etmek zorunda kalırken göç edemeyenler savaşın şiddeti ile baş başa bırakılır. Sömürge ülkelerdeki çocuklar egemenlerin paylaşım savaşı içerisinde şiddete maruz kalan özneler olarak konumlanırken bir yandan da ucuz emek gücü olarak sömürüye maruz kalırlar. Bu çifte sömürüyü görmezden gelip egemen ideolojisini sürdüren, toplumda bu ideolojinin pekişmesine ön ayak olan bazı teorisyenler ise sistemin üstünü örtmektedir. Emperyalistlerin sömürgeleştirdiği ülkelerde çocuğun iş gücü olarak pazara katılımını “yoksulluk düzeyi” ile ilişkilendirenler sistemin işleyişini göz ardı etmenin yanında yoksulluğun sınıfsal niteliğini de yok sayar. Bu teoriler sömürge ülkelerdeki çocuk emek gücü sömürüsünün yüksekliğini “az gelişmişlik” olarak tanımlamaktadır. Oysa, egemenlerin artan ucuz iş gücü talebi sömürge ülkelerden sağlanmaktadır. Sömürge ülkelerdeki çocuklar ve göçmen çocuklar üzerinden kurulan bu emek gücü sömürüsü egemenlerin ekonomi politikalarının bir sonucu olarak çocuk işçiliğinin sömürge ülkelerde yüksek oranda olmasına yol açmaktadır.
Çocukların erken yaşta iş gücüne katılımı ile ilgili Dünya Sağlık Örgütü’nün yayınladığı “Çocuklara Yönelik Kötü Muamele” başlıklı rapora bakacak olursak, dünya genelinde her dört çocuktan birinin fiziksel şiddete maruz kaldığını açıklanmıştır. Rapor, dünya çapında çocukların yüzde 23’ünün sarsılma, dayak yeme ve dövülmeyi içeren fiziksel şiddete maruz kaldığını belirtmiştir; çocukların yüzde 36’sının tehdit, azarlama, aşağılama ve baskı uygulama gibi duygusal şiddet mağduru olduğu kaydedilmiştir. Dünya genelinde ise istismara uğrayan çocukların yüzde 26’sı cinsel istismara maruz kalmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün raporuna göre, cinsel istismar mağdurlarının yüzde 18’ini kız çocuklar, yüzde 8’ini ise erkek çocuklar oluşturmaktadır.
Özetle, aile kurumunun tarihsel süreç içerisinde, üretim ilişkilerine bağlı olarak ortaya çıkışı ve gelişimi gibi, tüm toplumsal ilişkiler ve toplumsal yaşamın içerisinde açığa çıkan tanım ve kavramlar da üretim ilişkilerine bağlı olarak şekillenmektedir. Tarih boyunca “çocukluk”, toplumların üretim ilişkileri ve buna göre şekillenen üst yapı kurumlarının belirlediği sınırlamalar ile devamlı olarak yeniden tanımlanmıştır. Kapitalist sistem içerisinde çocuk, artı-değer üretimi açısından değerlendirilmek istenmekte ve çocuk bu sürece, emek gücü, tüketici veya sermaye olarak dahil edilmek istenmektedir. Ucuz emek gücü olarak konumlanan çocuk işçilerin istismar ve sömürüsü, emperyalist paylaşım savaşımı ile sürdürülmüş ve I ve II. Dünya savaşlarından sonra özellikle “sömürge”leştirilen ülkelerde ivmesini artırmıştır. Kapitalist-emperyalist sistemin bugünkü biçiminde, bilhassa neoliberal politikaların uygulanmaya başlaması ile çocuk sömürüsüne dayalı büyük bir pazar açığa çıkmıştır. Çocuk işçilik, çocuk kölelik, fuhuş ve porno sektörü, organ ticareti vb. birçok alanda çocuk istismarına dayalı büyük bir küresel ekonomi yaratılmıştır. Sınıflı toplumların tümünde üst yapı kurumları, egemenlerin ekonomik çıkarlarının korunması ve tahakküm kültürünün sürdürülmesini sağlayacak biçimde şekillenmiştir. Kapitalizmde de çocuk sömürüsünün devamlılığı, üst yapı kurumlarıyla korunmakta ve devlet mekanizmalarına entegre edilmiş çocuk istismarı sistematiği; din, yasalar ve toplumsal geleneklerle sürdürülmektedir. Çocuk istismarı tartışmaları, genellikle farklı toplumların dinsel, kültürel, ahlaki normları ve devletlerin buna bağlı politikaları üzerinden yorumlanmaya çalışılsa da çocuk istismarının kapitalist sistem içerisinde tuttuğu yerin anlaşılması, tablonun küresel boyutunu ve kapitalist-emperyalist sistemle bağını kavramak açısından elzemdir.
Çocuk sömürüsünün kapitalizme içkin yönlerinin anlaşılması, bize çocuğun şiddet ve sömürü kıskacından çıkarılması adına da bir yol gösterecektir. Emek-sermaye çelişkilerinden ve sınıf savaşımından bağımsız bir çocukluk sorunu düşünülemez. Asli olan, toplumu, çocuklar da dahil olmak üzere, yeni üretim ilişkilerine bağlı olarak yeniden örgütlemektir. Çocuk istismarının kapitalist-emperyalist sistemle ekonomi politik bağlarının ortaya koyulması ve çocuk istismarına karşı geliştirilecek mücadele hattının sistemi yıkmak ufkuyla şekillenmesi bir zorunluluktur.
*17. Karaburun Bilim Kongresi’nde Politik Bir Mesele Olarak Çocuk ve Aile oturumunda sunulmuştur.
KAYNAKLAR:
- Philippe Aries, Yüzyıllar Boyunca Çocukluk, 1960
- Joel Spring, Özgür Eğitim, Ayrıntı Yayınları, 1991
- Çocuk Kültürü, 1. Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi, 1996
- Neil Postman, Çocukluğun Yokoluşu, İmge Kitabevi, 1995
- Çocuk ve Ergen Gelişimi, Gander & Gardiner, İmge Kitabevi, 1993
- Karl Marx, Kapital Cilt 1, çev. Mehmet Selik – Nail Satlıgan, Yordam Kitap, 2011
- Karl Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Sol yayınları
- 21.Yüzyıl ve Kapitalist-Emperyalizm, Deniz Adalı, Kaldıraç Yayınevi, 2012
- Vladimir İlyiç Lenin, Din Üzerine
- Kapitalizm, İnsan, Bilinç ve Eylem, Deniz Adalı, Kaldıraç Yayınevi, 2020