Özgürlük İçin Hukukçular Derneği (ÖHD), Demokrasi ve Dünyada İnsan Hakları için Avrupalı Hukukçular Örgütü (ELDH), İzmir Dayanışma ve Bilimsel Araştırma Derneği (İDA) ve Avrupalı Demokrat Hukukçular Akademisi (AED) tarafından her yıl düzenlenen Ege İnsan Hakları Okulu’nun (İHRAA) 2023 Sonbahar programının ikinci günü yapılan “Deprem ve barınma hakkı sorunu” başlıklı oturum ile sona erdi.
Bu oturumda ilk konuşmayı Ekolojist Koray Türkay, “Deprem ve barınma sorunu” isimli sunumu ile yaptı. Deprem sonrası dönemde gelişen süreçte 3 başlığın öne çıktığını vurgulayan Türkay, “Birincisi öz yönetim ve olanakları, ikincisi devletin ne olduğunun ortaya çıkması, üçüncüsü ise ekolojik yıkım ve ekolojik imar zarariyeti. Özyönetim meselesinde sivil koordinasyonların sistemli oluşunun açığa çıktığını gördüm. Sistematik içinde başlayan dayanışmanın kendisi sorunsuz işledi. İnsanların kriz dönemlerinde en fazla aradığı şey güvendir. Kriz koordinasyonlarının güvenli olduğunu ortaya koyan şey ise devletin verdiği güvensizliktir. Deprem, devletin insanların yaşamla ölüm arasındaki döneminde kârsız bir şey yapmayacağını ortaya çıkarmıştır. Kan, çadırları parayla satmış, şehirlere günlerce girmemiştir” dedi.
Ekolojik talan
Böylesi büyük bir deprem ardından halkların dayanışmasının devlet hegemonyasına karşı güçlü bir karşılık verdiğini kaydeden Türkay, “Başka bir dünyayı kurma olanakları ve açlığı her geçen gün artıyor. Aynı zamanda ekolojik bir yıkım olurken, ekolojik alanlar hafriyatların döküldüğü, talan edildiği yerler haline geldi” diye belirtti.
Dirençli kentler
Ardından Akademisyen Gül Köksal, “Dirençli kent: Neye dirençli, nasıl, kim için?” konulu sunumunu yaptı. Yeşil sermayenin, daha kabul edilebilir, eşitsizlikleri görünmez kılan bir yönelimi olduğunu ifade eden Köksal, “Dirençli kentler tabiri, Dünya Mimarlar Birliği’nin kullandığı bir tabirdir. Kentlerin beton haline gelmesi ve o betonun toplu mezarlar haline gelmesi durumu yaşanıyor. Krizden beslenen sistemin krizi normalleştiren, kök sorunu sorunsallaştırmayan, sistemsel sorunlara karşı dirençli olmaması durumu var. Kapitalist enkazdan sağ çıkmanın asıl yolunun onun yaratıcı yıkıcılığının ötesine geçebilmektedir. Sistem içi onarımlara karşı radikal değişimler gerekiyor. Mevcut işleyişi sistemin sorunlarını açıkça irdelemeden, iktidardan talep siyasetine indirgemek yerine devletin suçuna iştirak etmeyen bir hak mücadelesinden bahsediyorum” dedi.
Kentlerin yıkımı
İmar aflarının suçları topluma yayan, herkesi suçun parçası yapan ve bundan nemalanan bir düzen oluşturduğunu dile getiren Köksal, depremde Hatay’ın yıkılması ve ardından yaşananları Sur’un yıkılması ile karşılaştırdı. Sur’un dünya mirası listesine girmiş eşsiz bir yer olduğunu aktaran Köksal, şöyle devam etti: “Acele kamulaştırma kararı alınarak ve sit alanları tamamen yıkıldı. Koruma amaçlı planların ihlal edildiği bir süreç işledi. Gündelik kadim hayatın tamamen değiştiği bir yer haline geldi. Hevsel Bahçeleri ve Surların ilişkisi de betonlarla bölündü. El konulan yerlerdeki insanlarda kentin çeperlerinde TOKİ konutlarında yaşamaya mecbur bırakıldılar. Deprem bölgesindeki güncel durum da Sur’da yaşananların aynısının olduğunu görüyoruz. Birinde savaşla, birinde de imar afları, plansız yapılaşma ve ekolojik talanın getirdiği bir yıkım vardı” diye konuştu.
Depremin kadın hali
Son konuşmayı ise Barış İçin Kadın Girişimi aktivisti Feride Eralp, “Depremin toplumsal cinsiyeti: Afet için feminist dayanışma deneyimi” isimli sunumu ile gerçekleştirdi. 6 Şubat döneminde kadınların yaşadığı yoksunluğa değinen Eralp, “Kadınların mahrem alanla özdeşleştirildiğini, kadın bedenine dahil olanın kamusal alanda konuşulmasının ayıp olduğunu gördük. Depremde hayatta kalan kadınların nasıl yaşadığını da ‘ayıp’ belirledi. Enkazdan çıkarılmanın da cinsiyetçi yanını görmemiz lazım. Erkeklerin giyim kuşamı sorun edilmezken, kadınların ki bir sorun gibi gösterildi. Yine ailesinin değil kendisi önemseyen kadınlar için ‘kötü’ algısı yaratılır. Bundan kaynaklı depremde de kadınlar için fedakarlık beklenir. Kadınların ihtiyaçları ya ayıp ya da ötelenebilirdi. Erkeklerin, eşlerinin yaşlarını, bedenlerini, bilmediği bir durum vardı. Çünkü bilmesi gerekmiyor. Dolayısıyla bir ailenin ihtiyacını karşılamak için kadınlara ulaşması gerekiyor. Ama kadınların ihtiyaçlarını karşılayamayabiliyorduk. Feministler olarak kadınların taleplerinin görmezden gelinmesini kendi yaşamlarımızdan biliyoruz” ifadelerini kullandı.