Açık mektubun konusu, kamuoyunda ‘imzacı’ ya da ‘barış akademisyeni’ olarak bilinen ve ‘KHK’li olmuş’ akademisyenler. KHK’lilerin bütünü ve OHAL KHK’leriyle ilgili düşüncemi yineleme gereği hissetmiyorum, ‘bizim’ için geçerli olan hukuka aykırılıklar, ‘bizden olmayanlar’ için de söz konusu. Ancak burada yalnızca ‘imzacı’ akademisyenlere yaşatılanı bir kez daha, olabildiğince sade biçimde özetleyeceğim ve muhalif gazeteciler ile siyasetçilerden omuz vermelerini talep edeceğim.
Sorgusuz sualsiz, OHAL koşulları fırsat bilinerek işinden edilen onca akademisyeni, yalnızca, bir ‘kurum’ olarak akademi hakkıyla savunabilirdi. Türkiye akademisi ihraç edilen meslektaşlarına destek olmadı. Bireysel tutumlardan değil, kurumsal refleksten söz ediyorum. Akademi sessiz kaldığı için, ihraç edilen akademisyenlere yaklaşık sekiz yıldır türlü eziyet yapılabildi.
Bundan sonrası için de, yine ‘bir kurum olarak’ akademiden umut beslemek için makul gerekçe yok. Tek bir ‘kurul’ bile, “Bunu nasıl yaparsanız?” sorusunu yöneltmeyecek. Lafa gelince mangalda kül bırakmayanlar, ihraç edilen meslektaşları için sesini çıkarmayacak, bugüne dek olduğu gibi. Örneğin hiçbir kurum/kurul, üniversitesinin yönetimine “Yahu hadi işten attınız, yıllar sonra zar zor iade edilen meslektaşlarımız yeniden görevden alınsın diye çaba harcamaktan rahatsızlık duymuyor musunuz?” sorusunu yöneltmeyecek.
Ezcümle, ihraç akademisyenlerin akademiden bir ses duyma ihtimali, hayal. Zor koşullarda çaba harcayan az sayıda meslektaşımız, kendi okullarında çaresiz. Çünkü bu, birkaç kişinin dert edinmesiyle çözülebilecek bir sorun değil. O birkaç kişi, suskunlaşan kurumların dişlileri arasında işini yapmaya çalışıyor.
Sevgili ihraç arkadaşlarım, gerçi biliyorsunuz ama yine de hatırlatayım: Akademinin ne olduğunu bilen, düşünce özgürlüğünü ciddiye alan bir avuç meslektaşımız dışında hemen hiç kimsenin umurunda değilsiniz, degiliz.
Hal böyleyken bu mektup akademiye değil, demokrat/sol basın ve siyasetçilere sesleniyor.
İhraçların başından bugüne dek, muhalif basından gördüğümüz desteği inkâr edemem. T24, Duvar, Diken, Evrensel, BirGün, Artı Gerçek, Agos, Bianet, Açık Radyo muhtelif sol-demokrat haber siteleri, Medyascope, Halk TV… Sevgili Ünsal Ünlü gibi ‘münferit’ yayıncılar… Eş dost, demokrat kesim, az sayıda siyasetçi, elinden geleni yapıyor.
Şimdi, bu satırları okuyan tüm yayıncılardan ve ‘diğer’ herkesten, duyarlı siyasetçilerden, örneğin Youtube programı yapan gazetecilerden bir kez daha rica ediyorum; sizler ne kadar çok omuz verirseniz, akademisyenlere reva görülenlerin duyulması o kadar mümkün olacak.
Yeniden ve tane tane:
- Barış imzacılarının sayısı, ilk imzacılar ve onlara destek olanlarla birlikte 2 binin üzerinde.
- 15 Temmuz ardından başlayan OHAL hukuku döneminde ‘yetkilendirilen’ idareciler, KHK’leri kendileri açısından bir fırsata çevirdi ve OHAL konusuyla ilgisiz çok sayıda yurttaş işinden gücünden edildi. Barış akademisyenlerinden bir kısmı bu kapsamda.
- 2 binin üzerinde imzacıdan, yalnızca 400 küsuru ihraç edildi. Hadi rakamları yuvarlayalım: 2000-400=1600. Demek ki 1600 civarında imzacı ihraç edilmedi. İtibarına düşkün hiçbir üniversite böyle bir skandala imza atmadı. Yalnızca en paçoz idareciler ve en büyük korkusu olanlar, o dönemde göze girmek için pek hevesli davrandı.
- İhraç edilmeyen akademisyenlerin bir kısmı, istifaya ve emekliliğe zorlandı.
- Atılanlar OHAL komisyonuna başvurmak zorundaydı, idari yargıdan önce.
- OHAL komisyonu, hepimizi ‘beş yıl’ oyaladı ve sonunda ‘topluca’ reddetti. Ancak beş yılın ardından idare mahkemelerine başvurulabildi.
- Dosyalar idari yargı yerleri arasında paylaştırıldı. İlk aylarda çok sayıda meslektaşımız toplu olarak ‘ret’ aldı. Ardından, bazı idare mahkemeleri ‘iade’ kararı verince, hepsi durdu. Bir süre sonra parça başı kararlar yayınlanmaya başladı. İki iade, bir ret, bir iade, iki ret…
- İdare mahkemelerinin bir kısmı üç-dört ayda, bir kısmı iki yılda karar verdi. Örneğin ben, iki yılın sonunda ‘iade’ edildim. Yani, yedi yılın ardından. Neden bu kadar zaman beklediler bilmiyoruz. Yargı ‘bağımsız’ olduğu için soramıyorsunuz haliyle.
- Diyelim iade edildiniz. Üniversiteler iade kararına itiraz ederek hemen istinafa, yani bölge idare mahkemelerine (BİM) gidiyor. Bazı üniversiteler yürütmeyi durdurma (yd) talep ediyor ki, meslektaşları bir an önce yeniden görevden alınabilsin.
- İdare mahkemelerinin kararları 13, 14 ve 15 BİM’ler arasında bölüştürüldü.
- 13. Bölge İdare Mahkemesi, istisnasız tüm meslektaşlarımız hakkında olumsuz karar vererek, bir yandan ‘retleri’ onaylarken, diğer yandan ‘iade edilenlerin’ ‘tümünün’ bir kez daha görevden alınmasını sağladı. Yeniden görevden alınanlar başa dönüyor, tüm haklarına yeniden ‘çökülüyor’, eğer ödendiyse tazminatlarına bir kez daha el konuluyor vs.
- Dolayısıyla, göreve iade edilenler ne yapacağını tam olarak bilmiyor. Örneğin, iki hafta önce derse başlamama karşın, dönemi tamamlayıp tamamlayamayacağımı bilmiyorum. Herkes aynı durumda.
- Bir üniversite ise (Marmara) bir meslektaşımızın iadesi istinafta da onaylanmasına karşın henüz göreve başlatılmadı. Tam bir bilim yuvası.
- Tüm bunlar, AYM’nin Füsun Üstel kararı ve birkaç yıl önce verilmiş bir Danıştay (AYM kararını bağlayıcı kabul eden) kararına ‘karşı’ yapılabiliyor.
Kararların içeriği başka bir âlem. Bu yazının konusu içerik değil.
Durum bu. Birileri elbette çok seviniyor olumsuz kararlara. Bizlerin terörle iltisaklı filan olabileceğine iman etmiş bir kitle mevcut. Yeryüzünde, hatta en gelişmiş ülkelerde, dünyanın düz olduğuna ve dönmediğine inanan insanlar mevcutken, kimisinin böyle düşünmesini fazlaca yadırgamıyorum. Allah ıslah etsin. Üstelik, zamanında Radikal İki’deki bir yazımda, bizim memlekette hak/hukuk ‘duygusunun’ annemin tavukları düzeyinde olduğunu yazmıştım da, ertesi hafta makale yazan bir ‘hâkim’, “Murat Sevinç annesinin tavuklarına haksızlık ediyor” demişti. Böyle bir toprakta yaşıyoruz.
Evet, memleketin konu ve sorun yoğunluğunda, hele ki seçim sürecinde kolay değil, biliyorum; ancak yine de aklı başında basın ve siyasetçileri bu konuyu arada bir de olsa gündeme getirmeye davet ediyorum. KHK’lilerin mücadelesi sürüyor, sürecek. Ancak biraz omuz verilmesi fena olmaz. Yapılacak şey çok basit; bizleri değil, hukukun genel ilkelerini, anayasada düzenlenen temel hak ve özgürlükleri savunmak ve yüksek yargı organlarının kararlarını hatırlatmak. Hepsi bu.
Video önerisi: Âdetim değil, ancak konuyla ilgili olduğu için, birkaç ay önce Medyascope’ta Ruşen Çakır’la bu konuda yaptığımız söyleşiyi buraya bırakıyorum.