Bu tür yazılar yazmak beni çok zorluyor, onu baştan söyleyeyim. Destek veya şifa olmak, sistemi eleştirmek niyetiyle de yazılsa acıyı kanırtabiliyor böylesi yazılar. Yazıya konu olan kişilerde nasıl karşılık bulur bilemiyorsunuz ki? Yine de dayanamadım, yazdım. Çünkü bir video izledim. Birkaç ay önce Van’da kaldığı öğrenci yurdundan sahilde dolaşmak için ayrılan ve 18 gün sonra cansız bedeni bulunan üniversite öğrencisi Rojin Kabaiş’in babasının Narin Güran duruşmasındaki isyanını gösteriyordu. Mahkeme önünde, etrafını sarmış gazeteci, aktivist ve protestocu kalabalığına hitaben – aslında dönüştürücü potansiyeli olsa da kimi zaman oynak, bazen acımasız, hatta meşum kamu vicdanına hitaben – kızının başına gelenlerin ortaya çıkarılması, dosyanın kapatılmaması için çağrıda bulunuyordu. Soğukkanlılığını kaybetmiş, çaresiz, öfkeli bir insanın isyanına dönüşmüş bir çağrı. Elinde Rojin’in son fotoğraflarından biri. Belki de cenazede kullanılan yaka fotoğrafı. Aynısı Kabaiş Ailesi’nin evinin salonunda asılı. Bu fotoğrafta Rojin aynadan yansıyan görüntüsünü yakalıyor. Son görüntülerinden birini.
Nizamettin Kabaiş’in mahkeme önünde yaptığına çağrı falan denemezdi, vecd halinde hem isyan ediyor, hem de yalvarıyordu: “3 aydır tek başıma mücadele ediyorum. Benimle tek başıma olmuyor. Müdürle konuşun, üniversiteye gidin, söyleyin ki bu çocuğumuza ne oldu? Ama hiç kimse ses olmuyor.” Baba Kabaiş, belki de daha önceki benzer adli vakaları medyadan takip ettiğinden, kamu vicdanı denen o muğlak gücü harekete geçirmezse adaletin tecelli etmeyeceğinin farkına varmıştı. Özellikle de kadın cinayetleri söz konusu olduğunda. “Bu çocuğumuza ne oldu?” diye sorun diyordu. Ona siz de ana-baba olun, sahip çıkın demek istiyordu. Çünkü son yıllardaki benzer olaylar gösteriyordu ki, bu münferit bir vaka değildi. Ve kadına/çocuğa/LGBTİ’ye ve benzer birçok kırılgan gruba yönelik şiddetle baş etme sürecinde, kelimenin tam anlamıyla başımızın çaresine bakmak zorundayız. Yanımızda aktivizm yapan STK’lar olursa ne ala. Rojin’in başına ne geldiyse, başka bir zaman başka bir “çocuğumuzun” başına gelebilir. Büyük ve kararlı bir aile olarak çıkılmalı adalet sisteminin karşısına.
Bu kahredici görüntünün bana çok dokunan yanlarından biri diğeri, babanın etrafını saran kalabalıktan döne döne, çırpına çırpına yardım isterken gözlerini kapalı tutmasıydı. Adeta bir ayini kayıt altına alan objektiflerin, cep telefonlarının ve etrafını saranların kederli, şaşkın ve hatta müstehzi gözleri üzerindeyken o gözünü açık tutamıyordu. Yabancı bir kalabalığın nazarına, medyanın alıcı kuş benzeri varlığına ve devlet kapısına alışkın olmayan, o zamana kadar kendi halinde yaşayıp giden bir adamın çaresizliği. Gözünü açarsa nerede olduğunu, ne yaptığını ve kimlerle muhatap olduğunu görecekti. Ciğerini söküp önlerine atacak cesareti kendinde bulamayacaktı belki o zaman. Kaybedecek bir şeyi kalmamış çoğu insan gibi başına ne geleceğini umursamadan yardım çığlıkları atıyordu işte.
”Başkasının acısına bakarken”
Hak savunuculuğu, aktivizm yaparken başkalarının acılarına nasıl yaklaşmalıyız, sorusu hep zihnimi kurcalıyor sivil toplum alanında daha fazla var olalı beri. Sivil toplum örgütleri olarak aramızda bunları tartışıyoruz. Yaşanan acıların görünür olması olumlu dönüşümlerin yaşanması için ateşleyici olabiliyor. Ama bu ateş mağdurun yakınlarının yüreğinin daha fazla yanmasına, mağdurun -hayatta olsun olmasın- haklarının ihlal edilmesine de sebep olabiliyor. İkincil, üçüncül ve daha fazla travmaya yol açabiliyor. Yakın denebilecek bir zamanda ailesiyle savaştan kaçarken göç yolunda hayatını kaybeden Alan bebeğin sahile vurmuş cansız bedeninin yarattığı infial mültecilerin dramına dikkat çekti. Bu görüntü devletlerin iltica politikalarını köklü biçimde değiştirememişse de başından beri andığımız kamu vicdanında yer ettiği için bu konuda hak temelli politik dönüşümler yapılması bakımından tetikleyici oldu. Sözlerle anlatılamayacak bir dramı gözler önüne serdi. Ama aynı zamanda Alan’ın küçücük ve uyur gibi masum görünen bedeni onun olmaktan çıkarılıp adeta kamulaştırıldı. Haber medyasının ve sosyal medyanın içerik ve etkileşim ihtiyacını epey uzun süre karşıladı. Babası ve geride kalan akrabalarının ne hissedecekleri hesaba katılmadı. Tıpkı şimdilerde Narin’e yapıldığı gibi.
”Dedektiflik merakı”
Öte yandan, Rojin Kabaiş’in ölümünde ve benzer travmatik örneklerde gelişmeler mecburen haber medyasından ve buradan beslenen sosyal medyadan takip ediliyor. Herkes kendi meşrebince bir kaynağı izliyor ve çoğunlukla onun doğruluğuna hükmediyor. Oysa medya, özellikle de sosyal medya bize “hakikati” -kaldı ki hakikatin sınırları bile belirsiz – değil kendi hikayesini anlatıyor. Bir olayı sansasyonel yönleriyle, duyguları harekete geçirecek ayrıntılarıyla ele alıyor ki rakipleri arasında öne çıksın, okuyanı, izleyeni, dinleyeni kendine çekebilsin. Zamanla yarışta hem toplanan malzemeyi doğrulamak için vakit yok, hem de o malzeme ilgi çekiciyse doğru olup olmamasının önemi yok maalesef.
Medyanın servis ettiği görüntülere kapılmamak imkansız. Ben de mesela, başta bahsettiğim babanın videosundan önce Rojin’in güneşli bir eylül günü, yurdun önünde babasıyla çektiği, aralarındaki yakınlığı hissettiren videodan çok etkilenmiştim. Böyle bir yakınlık gerçekte var mıydı, düşünmedim bile o an. İzlerken hafızamda canlanan anılara savruldum: ben çocukken, henüz üniversite ve üniversiteli nüfus sayısı azken, küçük şehirlerden Ankara’ya okumak için gelen ve ilk günler evimizde konaklayan genç kadın akrabalarımızın tedirginlikle karışık heyecanını anımsadım. Üniversite kazanabilmiş olmanın yarattığı gururun ve özgürleşme ihtimalinin yanı sıra, bir genç kadın için büyük şehrin tehlikelerine dair onlara empoze edilen korku, aileden ayrı kalmanın yarattığı kalp sızısı, parasal sorunlar, yurt hayatına alışmanın zorlukları ve başarılı olma baskısı. Rojin’in içini kıpır kıpır eden bir başlangıcın eşiğinde durduğunu düşündüm. Ama sosyal medyada onunla ilgili arama yaparken bunun aksini düşünenlerin özgüvenle savundukları teorilere, sözde ipuçlarını birleştirerek vardıkları yargılara denk gelince dehşete düştüm. Rojin’in ölümünü, son zamanlarda yaygınlaşan dedektiflik oyunlarına benzer yöntemlerle çözmeye çalışanları mı ararsınız, şimdiden ‘esrarı çözülemeyen cinayetler’ kategorisine sokup olayın gelişimini anlatan videolar çekenleri mi? Bunlara yıldızını bu olayla parlatmaya çalışan eski polisler, gazeteciler ve ünlüleri de ekleyebiliriz.
Dedektifçilik oynayanlar Rojin’in internet arama motorunda yaptığı aramalardan, son okuduğu kitaptan yola çıkarak başına ne gelmiş olabileceği konusunda ahkam kesiyorlar. Bugün her birimizin son okuduğu kitaba, son arama kaydına bakılsa hakkımızda bin bir çeşit spekülasyon üretilir. Bu ipuçlarından yola çıkarak Rojin’in intihar ettiğine inananlar ailesini töhmet altında bırakacak tahminlerde bulunuyor, Narin cinayetinde yaşananlara gönderme yapıyorlar. Medyanın durmaksızın servis ettiği ayrıntılardan yola çıkarak Rojin’in karakterine, ölmeden önce yaşadıklarına, ruh haline dair çıkarımlarda bulunuyorlar. Online haber portallarında, Youtube kanallarında ve sosyal medyadaki içeriklere yaptıkları yorumlarda birbirleriyle kavga ediyor, hakaretler, tehditler savuruyorlar.
Bir insanın ölümü, geride kalanların travması, olayı takip edenlerin oyun aracına dönüşmemeli. Kötü niyetli olmayan yaklaşımlar, yorumlar, tahminler bile yıkıcı olabiliyor çünkü. Üstelik soruşturmanın seyrini etkileyebiliyor. Bunun yerine kurumların sorumluluğuna ve adalet sisteminin işleyişindeki sorunlara odaklanmak hak savunuculuğu yapmak için de bir çıkış yolu olacaktır. Başkalarının acısına bakarken, hiçbir acının kişisel olmadığını ve sadece başkalarının başına gelmediğini, toplumsal bir yara olduğu için de hepimizin acısı olduğunu anlamalıyız ve sormalıyız:
Rojin Kabaiş’e ne oldu? Gülistan Doku nerede?