Son dönemlerde, futbol, birçok kirli olayla birlikte, yeniden ve yeniden gündem olmaya başladı. Nedense ardarda geldi olaylar. Aslında istatistik bilimi bu denli rastlantıya bir önem atamaktan yanadır. Yani, bu kadar rastlantı, “rastlantı” diye geçiştirilemez anlamında. Öyle ise, en azından üzerinde durmaya değerdir. Biz, üç olayı ele almakla yetineceğiz. Aslında, çok daha fazlası var. Ama bu üçü, oldukça öne çıkmış durumda.
İlk olay “Fatih Terim Fonu”dur. Fatih Terim Fonu, sonunda Terim’in ülkeyi terk ederek, büyük bir yerden geldiği belli olan emirle, Yunanistan’a, sanırım Panatinaykos’un antrenörlüğüne “atanması” ile bir yere bağlandı. Bu ilgi çekici “Terim Fonu” davası, hızla örtüleceğe benzemektedir.
Anlaşılan, DenizBank’ın bir ekibi, bir biçimde Terim Fonu’nu devreye sokmuştur. Banka müdürü, öyle görünüyor ki, tüm suç üzerine yıkılmış olan bir çeşit “kurban”dır. Hayır, suçsuz olduğunu söylemiyoruz. Ama belli ki, olayların “yaratıcısı” o değil. Belli ki, arkada Ağar ve eroin mafyası vardır. Belli ki, iş Saray’a kadar uzanmaktadır. Saray bu meselenin çözümü için devreye girmiştir.
Saray’ın içinde olduğu bir süreçle, kendisi ırkçı olan Terim, bir komşu ülkenin takımına antrenör olarak “atanmıştır.” Ağar ve Erdoğan olmadan, bu atama zor görünüyor. Bu “atama” birkaç şeyi göstermektedir.
İlki, demek ki Terim, İtalya’da mafya için iş gördüğü dönemde de, şimdi de, bir çeşit uluslararası mafyatik organizasyonun elemanıdır. Kendisinin ırkçı ve saldırgan futbol ideolojisinin temsilcisi olduğu biliniyor. Ama bağlı olduğu organizasyon, onu bu durumdan çekip çıkartacak kadar güçlü ve Terim’e, Yunanistan takımını (ırkçı olduğu için bunu istemesi daha az olasılıktır) dayatacak kadar etkindir. Böylece Terim, “Terim Fonu” ile aldığı paraların, cebe indirdiklerinin bedelini de ödeyecektir. Yunanistan, bir sessizlik alanı mı olacaktır? Bilemiyoruz ama görünüyor ki bu organizasyon, Türkiye’de de, Yunanistan’da da, başka ülkelerde de futbol alanında etkili bir organizasyondur.
İkincisi, Terim, özellikle ve daha çok, eski Galatasaray takımından gelmiş olan futbolcuların paralarına göz koymuştur. Irkçı şef, bu kez, bilinmez neden, yolsuz kalmış bir dolandırıcı gibi, en yakınındaki futbolcuları dolandırmaya aracılık etmiştir. Acaba Terim Fonu, onun bağlı olduğu şebekenin mi icadıdır, yoksa kendisinin daha alt düzey bir “dümen”i midir? Bu soru henüz yanıt bulmamıştır.
Öyle anlaşılıyor ki Terim, Mehmet Ağar ve Saray ile yakın ilişki içindedir. Yine öyle anlaşılıyor ki Terim’e Erdoğan eli ile bir iyilik yapılarak, sanki Ağar’ın Erdoğan’a borçlanması sağlanmaktadır.
Açıktır ki Mehmet Ağar olmadan bir Fatih Terim olmaz ve bu bağ, öyle masum bir bağ değildir. Ağar, muhtemelen yeni uyuşturucu baronudur ve doğrudan ABD’ye kadar uzanan bir ağın temsilcisidir. Bu ağ, elbette Yunanistan’a kadar da uzanmaktadır.
Şimdi, tüm parasını kaybetmiş futbolcular, içeriye atılmış bir banka müdürü vardır. Bunların hemen hepsi, arkadaki mekanizmanın, mafyatik örgütün yanında, çok ama çok masum kalırlar. Şimdi, bu mafyatik organizasyon, patlamış bu pisliği nasıl temizleyecek sorusu ile uğraşmaktadır ve elbette bunun için de birilerinin bedel ödemesi esastır. Terim’in Yunanistan’a atanması, bu temizlik operasyonunun bir parçasıdır. Demek ki, temizlik sürecinde Ağar, Saray ve başkaları birliktedir. Bu da, aslında bu suç operasyonunun, daha yukarılara ulaştığını göstermektedir.
Futbol, biliniyor, gerçekte işçi sınıfının, yoksulların, toplumun sömürülen kesiminin sporudur, öyle doğmuştur. Mahalle aralarında, büyük ya da küçük yeşillik, boş alanlarda oynan bu oyun, çok uzun bir geçmişe de sahiptir. Ama kapitalizm, futbolu “keşfetti.”
Kapitalist emperyalist sistem, bir şeyi keşfetti mi, hem onun tarihini değiştiriyor, geçmişini yeniden formatlıyor hem de onu tartışmasız, tüm güzelliklerinden arındırıyor. Mesela Amerika kıtasının “keşfini” hatırlayalım. Sanki Amerika kıtası yokmuş, sanki orada kimse yaşamıyormuş, Avrupalı efendiler, boş bir alanın varlığını bulmuşlar gibi konuşulmaktadır. Oysa Amerika kıtasının “keşfi”ni, bir de Amerikan yerlilerine, o topraklarda yaşayanlara sormak gerekir. Onlar buna “Genosid” diyorlar. Avrupa’nın emperyalist “keşfi”, kıta Amerikasının yağmalanması demekti, Amerikan yerlilerinin katledilmesi demekti.
Futbolu keşfedince kapitalist dünya, onda iki şey birden buldu. İlki onu kitleleri uyuşturmak için bir araca çevirebileceklerini, bu yolla “ulus devlet” ideolojisini daha da güçlendirebileceklerini anladılar. Öyle ya, eğer dünya futbol organizasyonu bir dünya kupası organize ederse, ne olursa olsun, bir ülkenin takımını desteklemek doğaldır ve bu “doğal”ı, daha ileri bir hâle çevirip ırkçı bir şeye dönüştürmek, en azından olanaklıdır. İkincisi ise, her alanın olduğu gibi bu alanın da, ciddi para aklama ve kumarhane alanı hâline getirilebileceğini keşfettiler.
Futbol, kapitalist devletin gerçekte kitleleri yönetmesi için bir araç hâline getirildi. Ama bunun için, onun “halktan” kopartılması gerekli idi. Futbolu halktan kopartmak demek, öncelikle onu “yeşil sahalar”dan kopartıp, “arena” ya sokmak demektir. Arenada kralın huzurunda dövüşen gladyatörlere benzemese de, arena, her zaman bir huzura çıkma havasıdır ve burada gizli kral “para”dır. Bu elbette işin bir yönüdür. Stadyumlar, aslında futbolun, toplumsal bilincin oluşumunda bir etken hâline getirilmesi için gerekli idi. Bu, aynı zamanda, futbolu bir “seyir oyunu” hâline getirmek de demektir. Mesele, artık sahada oynanan futbol değil, seyircisi imal edilen bir futbol idi. “Seyirci imalatı”, futbol endüstrisinin ürünüdür.
Futbol seyircisi, kapitalist devletin özel bir “imalatı” hâline getirildi. Taraftarlık, sadece bir çeşit fanatiklik ile, insanların yönetilmesinde bir kolaylık demek değildir. Hayır, devlet, daha da ileri gitti ve taraftarlığı, özel imalat alanı hâline getirdi. Mesela Galatasaraylı olmak, örnek olsun Terim döneminde aynı zamanda ırkçı olmak demek idi. Elbette, bunu tüm taraftar için sağlamaları mümkün değildir. Ama amigosundan antrenörüne, futbolcusundan takımın gizli yöneticilerine, açık yöneticilerine kadar tüm aşamalarda, ideolojik bir imalat gerçekleştirilmektedir. Bu sadece bir takım için geçerli değildir, Terim Fonu diye bir olay olduğundan, örnek de Galatasaray oluyor. Hepsi budur.
Sahada iki adet 11 kişilik ekiple oynanan futbol, artık, yüz binlerce kalabalıkla seyredilen bir oyun hâline gelmiştir ve esas para bu seyircilerden gelmektedir. Seyirci, onların gözü ile tüketici, hem para vermekte, dolayısıyla “sağılmakta”dır, hem de bu para vermiş, çoğu yoksul seyirci, kendisine verilen, devlet tarafından enjekte edilen milliyetçiliği, ırkçılığı taşıyacak bir güruh hâline gelmektedir.
Elbette bunun tersi de mümkündür. Ama devletin bu organizasyonu, açık olarak bilinmektedir. Örnek olsun Terim, aynı zamanda ülkemiz futboluna tam olarak ırkçı-faşizan ideolojinin yerleştirilmesi için bir müdahaledir. Bu müdahale ile, mesela artık Metin Oktay, Lefter vb. gibi sadece golcü değil, temiz futbolcular bulmak da mümkün değildir.
Futbol artık sadece sahada oynanan bir oyun değildir. Bu işin en azıdır.
Futbol mesela iddia vb. adlarla anılan kumarhanedir.
Futbol mesela milyonlarca dolarla alınıp satılan futbolcular ve bu yolla para aklama için uluslararası alanda meşru bir alandır. Futbolcu, maç oynarken, kendisinin satış değerini yükseltip yükseltmeyeceğini düşünmektedir. Bu tek hedeftir. Bunun yolu, bildiğiniz gibi, futbolcuyu refere eden, öne çıkartan, onun hakkında olumlu haberler vb. üreten menajerlik sistemidir. Böylece, futbolcu da “imal” edilir hâle gelmektedir. Her “mal” imalat sürecinden geçer.
Futbol aynı zamanda, egemenin kendi iktidarı ve egemenliği için, kitleleri yönlendirmek için kullandığı bir alandır. Elbette bunlar sadece futbol için geçerli değildir. Basketbol için de aynısı geçerlidir. Yeter ki, yeterince seyirciye, seyirci isimli nitelikli tüketiciye sahip olsun. Hangi alanda bu gerçekleşiyorsa, o alanda para aklama, o alanda kumarhane ve o alanda egemenin ideolojik müdahalesi için zemin oluşuyor demektir.
Terim Fonu olayı, aslında baştan aşağıya bir suç örgütü organizasyonudur. Ve ulaştığı yerler oldukça önemli olmalıdır ki, olayı örtmek için bu denli hızla hareket edilebilsin.
TC devleti, tüm tetikçilerini, kendi adına suç işlettikleri kişilerden seçer. Kişi bir suç işler, bu suçu örterler ama bundan dolayı kişinin suçunu affedenler, onu kullanmak konusunda daha da ileri giderler. Terim Fonu’nda ismi geçenlerin tümü, belki bankacı hariç, daha başka suçlar için kullanılacaktır. Onların “affedilmesinin” bedeli olacaktır.
İkinci olay, hakem dövülmesi olayıdır. Evet, her “seyirci” hakeme küfreder. Küfür futbolun bu hâlinde (yani borsa-kumarhane sistemi içinde ırkçılık başta olmak üzere devletin ideolojik olarak yönlendirdiği bu hâlinde), en masum şeydir. “Küfür kalbin vantilatörüdür” sözü, muhtemelen futbol sahalarından gelmektedir. Seyirci, verilen kararlar kendi takımından yana ise, haksız da olsa bu kararı destekler, tersi ise hakeme küfreder. Böylece, sahada olup biten için, seyirci gözünden bakılınca, haklı olma hâli ortadan tamamen kalkar. Bu aslında seyirciyi azgın bir tüketiciye, mantıksız bir hâle çevirmek için önemlidir. Taşkın duygular ne kadar geliştirilmiş ise, mantık ve akıl o kadar geriye düşüyor. Bu durumda, kendine yapılan haksızlık, eğer başkasına yapılıyorsa bu alkışlanacak şey hâline geliyor.
Hatta içinde TV şirketleri, tekeller, holdingler, mafya grupları, kara para aklayıcıları, devlet adına uzmanlar bulunan futbol endüstrisi için, örneğin 2023-24 sezonunun şampiyonunun kim olacağını da önceden belirler. Bu maksimum kâr amacına dönük operasyondur. Bazan bu o kadar açık hâle gelmektedir ki, mesela son yıllarda, Türkiye’de seyirci sayısı azalmaktadır. Çünkü madem sonuç önceden belli, çünkü madem bu denli yüksek paralar var vb. düşüncesi, maç seyretme isteğini de azaltmaktadır.
Bu durum, tüm kapitalist ülkelerde vardır. Ve içinde para olmadan FIFA, hiçbir gerçek etkinlik yapmaz. Böylece futbol, dünya çapında bir özel operasyon alanı hâline gelir. Bu aslında oldukça ideolojik bir organizasyondur da. Mesela Rusya’ya karşı dünya çapında uygulanan sportif ambargolar, aslında bu ideolojik çerçeveyi göstermektedir. Afganistan, Irak vb. işgali nedeni ile, Filistin işgali nedeni ile, ne ABD’ye, ne İsrail’e bir ambargo uygulanmaz. Mesela Fransız ırkçılığının Cezayir’de, Afrika’da yaptıkları nedeni ile Fransız milli takımının dünya kupasına katılması yasaklanmaz vb.
Ama bizim ülkemizde, biraz daha ileri durumlar yaşanmaktadır.
Saray Rejimi diye bir olağanüstü devlet örgütlenmesi var.
Saray Rejimi, biliniyor, emperyalist paylaşım savaşımı, Kürt devriminin gelişimi ve Gezi ile başlayan toplumsal karşı çıkışın etkileri altında, burjuvazinin olağan yöntemlerle yönetememesi nedeni ile organize edilmiş bir olağanüstü devlet yapısıdır. Bu nedenle “seçimle gitmez” diyoruz.
Bu yapı, Saray Rejimi, futbola da buna uygun müdahale etmektedir.
Biliniyor, Saray Rejimi’nin ekonomi politikası, “rant, yağma ve savaş ekonomisi” üzerine kuruludur. Bunu anlamadan, spor kulüplerinde olup biteni de anlamak mümkün değildir. Bu birinci olarak akılda tutulmalıdır.
İkincisi, biliyoruz ki Saray Rejimi, aynı zamanda ciddi bir sermaye aktarını, sermaye transferi de demektir. Hem halktan zenginlere para ve kaynak aktarılıyor hem de TC devletinin tıpkı ilk yıllarında var olan “devlet eli ile zengin yaratma” politikasının bir türü devreye sokuluyor ve onlara para aktarılıyor. Saray Rejimi, daha açık olarak inşaat, enerji, sağlık, madencilik alanları başta olmak üzere, yeni ve Amerikancı zenginler yaratma politikası uygulamaktadır. Bu, ülkemizde yerleşik sermayenin daha çok Avrupa sermayesi ya da onunla bağlı sermaye olması gerçeği ile de bağlantılıdır. TC devletini tetikçisi hâline getiren ABD, ekonomik alanda da güçlü hâle gelmek istemektedir. Bu açıdan, Saray eli ile, belli kesimlere daha özel sermaye transferi gerçekleştirilmektedir.
Futbol da bunun içindedir.
Bunun için, Saray Rejimi, her alanda tam bir “rant-yağma-savaş ekonomisi” planı uygulamaktadır. Bunun için ise, özel kadrolar devreye sokulmaktadır. Ankaragücü takımının başkanı hakem döverken, aslında bu organizasyondan güç almaktadır ve artık bu konuda sinirlerine hâkim olma gereğini bile duymamaktadır. Nasıl ki herhangi bir yasayı dinlemek için bir dikkatleri kalmamış ise, aynı biçimde futboldaki bu çürümeyi de örtmek için bir çabaya ihtiyaçları yoktur.
Futbola, Türk-İslam sentezi içinde müdahale eden TC devleti, elbette bunun için özel kadrolara da sahiptir. Hem futbol gelirlerini yağmalamaktadırlar hem para aklamaktadırlar hem de yeni zenginler yaratma hevesindedirler. Bu arada ırkçı bir yapılanma için özel kadrolar devrededir. Bu nedenle, Ankaragücü başkanını kim tutabilir ki? O hem para babasıdır hem ırkçı devlet yapısının bir parçasıdır hem de mafyanın uzantısıdır (tıpkı Terim gibi). Demek ki, istediği zaman hakem dövebilir. Artık hakemi tehdit etmek, ona maç öncesinde rüşvet önermek eski ve yavaş kalmaktadır. Oysa Saray Rejimi, “hızlı” karar alma yeridir.
Üçüncü olay, Suudi Arabistan’ın başkentinde Fenerbahçe-Galatasaray maçının oynanamamasıdır. Aslında oynanmak üzere iken oynanamamasıdır. Suudilerin 2034 yılında dünya kupasının kendilerinde oynanması için verdikleri rüşvetleri destekleyecek şekilde, Fenerbahçe- Galatasaray maçının kendi ülkelerinde oynanmasını istedikleri anlaşılıyor. Erdoğan, parayı çok sever, hele hele Suudi ve Katar sermayesini çok ama çok sever ve onların isteğini emir addeder. Suudiler de, herhâlde, bunca paraya hevesli bir yapı varken, onlardan bir iyilik isteyebilir. İstemişler. Böylece maçın orada oynanmasına karar vermesi için Erdoğan hazırdır. Nasılsa “Türkiye yüzyılı” başlamıştır. Hem zaten ABD için de, AB sermayesini dengelemek üzere Katar ve Suudi sermayesinin TC’ye akması uygundur. Saray için bu çoktan uygundur. Canlı bir milyon dolara Saray’ın neler yapacağını allah bilir.
Yeşil sahaların rengi ile doların yeşili de birbirine çok yakındır.
Hem İslam’ın yeşili de doların yeşili ile en azından, NATO ile birlikte, çok yakın arkadaştır.
Böylece Fenerbahçe-Galatasaray maçının, 100. yıl şenlikleri çerçevesinde Suudi Arabistan’da oynanması uygundur kararı Saray’dan çıkmıştır. Futbol Federasyonu Başkanı da “gereğini” yapmak üzere kulüplere iletmiş, elbette onlar da boyun eğerek kabul etmiştir.
Saray’ın futbol federasyonunun başına getirdiği kişi, bu konuda zaten başka bir iradeye sahip olamaz. Bu durumda, Saray’dan gelen emirle işleri yürütecektir.
Sanıyorum, iki ülkenin yetkilileri, yani Türkiye ve Suudi Arabistan futbol federasyonları maç için bir anlaşma, bir çeşit iş-akışı planlamış olmalıdır. Mesela maç kaçta başlayacak, hangi otelde kalınacak, bilet fiyatları ne olacak, takımların formaları nasıl olacak vb. gibi. Bu durumda, mesela hangi takımın formasında Atatürk resmi olacak gibi konuların da önceden biliniyor olması gerekir. Gerekirdi belki ama anlaşılan Türkiye Futbol Federasyonu, bu konuda titiz davranmamış. Söylenen şu: Suudi Arabistan, Atatürk fotoğraflı formalara ve bazı pankartlara izin vermeme kararı almış. Bu durum, maçın oynanmamasına kadar ilerlemiş.
Aslında, Suud tarafı, bu maçı istemiş ise, bu maç için para ödemiş ise, bu maçın 2034 Dünya Kupası’nın Suudi Arabistan’da oynanmasına bir adım olacağını düşünmüş ise, yaptıkları saçma olmuş demektir. Bu tutum ile uyuşmayan bir “engelleme” ortaya koymuşlardır. Bu nedenle, muhtemelen, takımların Atatürklü formalarla sahaya çıkması sonradan gelişmiş olmalı. Ya da başka bir şey mi var? Acaba Suudi Arabistan, mesela Filistin meselesine ilişkin pankartlardan mı korkmuştur? Bu konuda bilgi eksiği olduğu açıktır. Genel geçer açıklamalar, işin içyüzünü göstermekten çok uzaktır.
Sonuçta Futbol Federasyonu Başkanı istifa etmiştir. Demek ki, Saray Rejimi içinde diplomatik kriz oluşmaması için bir fedakârlık gündeme gelmiştir ve birileri buna sevinmiş olmalıdır, üzülenler de olduğu açık. Belki de bir Saray içi grup kadro kaybetmiştir. Fenerbahçe ve Galatasaray takımları geri dönmüştür.
Her iki takım, aslında maçın Suudi Arabistan’da oynanmasına açıktan karşı çıkmamışlardır. Üstelik seyirci, büyük bir ağırlıkla bu maçın orada oynanmasından yana değildi, kararı sevmemişti. Ama takımlar, karara boyun eğmiş görünmekteydi.
Maç oynanmayınca, bu durum, bir çeşit “zafer” olarak sunulmaya başlanmıştır. Tam da 100. yıl kutlamalarına uygundur. Madem bu durum bir “zafer”, o hâlde, bu maçı başından orada oynamayı reddetmek gerekmez miydi?
Şimdi, bazı çevreler, “Atatürk kazandı” gibi ucuz yollu zaferler aramaktadır. Oysa daha bu sürecin nasıl işlediği bile belli değildir. Saray’ın içindeki kavgaların bu işteki rolünü henüz bilmiyoruz. Kimin niye sevindiğini de. Herkes sonucu, kendi cephesinden kullanmaya çalışmaktadır. Takımlar geniş seyirci kesiminden aldıkları-alacakları tepkilerden kurtulmuş gibidir.
Futbolun, egemenin, özel olarak Saray’ın ideolojik alanı içindeki durumunu görmeden, bu sonuçları “zafer” ilan etmek, çok ileridir.
Bu üç olay, aslında futbolun içinde bulunduğu çürümenin bir göstergesidir.
Sadece uluslararası kapitalist sistem değil, aslında Saray Rejimi de çürümüştür.
Bu çürüme futbolda da kendini gösteriyor.
Artık futbol, büyük bir kumarhane hâline gelmiş kapitalist ekonominin bir parçasıdır. Seyircisi özel olarak imal edilmeye, şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Egemen bu yolla, tüm topluma müdahale etmenin yollarını aramaktadır.
Ama sınıf mücadelesi her yerde işlemektedir. Bu seyirci, bu kitle, yaşadığı toplumun sorunlarından azade değildir. Ve elbette, gün gelir, iktidarın tüm manipülasyonları tersine döner.