Bugünün ihtiyacı avukatların hem kendi hem de diğer direnenlerin mücadelesine teknik hukuk bilgisi ve emeğinin yanında fikrini de katmasıdır.
Toplumsal mücadele, doğası gereği eşitsiz bir gelişim izler. Farklı dönemlerde, farklı dinamikler üzerinden, farklı somut biçimlerle ortaya çıksa da hareketin temelinde belli başlı soyut kavramlar daima yer alır. Bu kavramlardan biri de adalettir. “Adalet”, genel ve havada bir kavram olduğu kadar aynı zamanda görecelidir. Kime göre ve neye göre adalet…Sahi adaletin belli bir ölçüsü var mıdır? Hukukçuların çoğu için adaletin ölçüsü çoğu zaman yazılı normlara riayet üzerinden değerlendirilir. Oysa içinde yaşadığımız hayat bizleri bambaşka bir pratikle yüzleştirmektedir. Boğaziçi’ne atanan rektörü düşünelim mesela. Hem Melih Bulu’nun hem de Naci İnci’nin rektör olarak atanması bilindiği üzere şu anki mevzuata uygundur. Rektör atamaları sonrasında gerçekleşen çeşitli biçimdeki eylemlere polisin saldırmasının; öğrencilerin 2911 sayılı Kanuna muhalefet, görevini yaptırmamak için direnme, halkı kin ve düşmanlığa tahrik vb. isnatlarla yargılanmasının ise hiçbir hukuki dayanağı yoktur. Nitekim süreç boyunca çeşitli biçimlerde öğrencilere destek olan avukatlar da sadece polis şiddeti yahut haksız gözaltı sebebiyle öğrencilerin yanında durmamıştır. Aynı zamanda kayyum rektörün “adaletsiz” olduğunu düşünerek de tepkisini dile getirmiştir. O halde sadece yazılı hukuka riayet edilmesi adaletin tesisi için kâfi değildir. Yazılı hukukun ne olduğu, nasıl var edildiği de üzerine kafa yorulması gereken bir konudur.
Biz avukatların sık sık düştüğü bir hata, günlük hayatın koşuşturması içerisinde mesleği icra ederken faaliyet konumuz olan hukukun aslında ne olduğunu tartışmamak olmuştur. Elbette hepimiz hukukun, fakültede öğretildiği üzere halkın gerçek iradesini yansıtan, bir yasama organı tarafından oluşturulmuş düzenlemeler bütünü olmadığının içten içe farkına varıyoruz. Bildiğimiz anlamda hukuk, üretim ilişkileri bağlamında üst yapıya ait olgulardandır ve iki yönlü bir niteliğe sahiptir. Bunlardan ilki baskı aygıtı olarak kurgulanışıdır. İkinci yönü ise çok daha önemli ve inceliklidir. Hukuk, temel olarak devletin topluma karşı giriştiği her türlü eylem için rıza üretmesine yarayan ideolojik bir aygıttır. Bu rıza belli başlı fiillerin yasaklanmasından tutun da düzen için “tehlikeli” görünen bir kişinin hapsedilmesine, yahut nerede nasıl giyinilmesi gerektiğinden kimin ne kadar maaş alıp, hangi oranda vergi ödemesi gerektiğine çok geniş bir yelpazeyi kapsar. Ancak söz konusu rızayı üretmek meşakkatli bir süreçtir; kitleler nezdinde işler gözüken bir yasama ve kamuoyu tartışmaları gerektirmektedir. Dolayısıyla hukuk, ideolojik işlevini gerçekleştirmek için zamana ve tabiri caizse sergilenecek bir tiyatroya ihtiyaç duyar.
Görüldüğü üzere hukukun kendisi tabiatı itibariyle taraflıdır. Nitekim Saray Rejimi; kendi burjuva hukukunu dahi uygulayamamaktadır. Artık hukukun şiddet dışında bir işlevi kalmamıştır. Adliyelerden başlayarak bürokrasi ve kolluk tam bir çürüme içerisindedir. Kanun mantığının özü önce torba yasalarla katledilmiş sonrasında tamamen rafa kaldırılarak genelgeler devreye sokulmuştur. Onlarca kadın katili adeta “cezasızlıkla” ödüllendirilirken hapishaneler siyasi tutuklularla dolup taşmaktadır. Söz konusu durumu fiili hukuk hali olarak nitelendirmek mümkündür. Gerçekten de bu ülkede kime hangi hukukun ne şekilde uygulanacağı kişiden kişiye, bağlamdan bağlama değişmektedir. Musa Orhan tutuksuz yargılanabilirken Selçuk Kozağaçlı 5 yılı aşkın süredir tutuklu kalabilmekte; vergi mevzuatı emekçiler için en sert haliyle uygulanırken büyük şirketlerin vergi borçları bir kararnameyle silinmekte; bankalar, kredi kartı borçları için çok kısa zamanda haciz koydurabilirken işçilik alacakları senelerce tahsil edilememektedir.
Saray Rejiminin kendi hukukunu bile uygulayamadığı günümüz koşullarında mevcut hukuku, özellikle de direnenler lehine, uygulatmaya çalışmanın pratik faydası elbette inkâr edilemez. Ancak avukatların ufku bu kadarıyla sınırlı kalmamalıdır. Çoklu baro süreci uzun yıllar sonra ilk defa avukatları bir direnişin doğal müttefiki olmaktan çıkarıp kendi direnişinin doğrudan öznesi haline getirdi. Bugün işçiler, kadınlar, öğrenciler, halklar ve daha birçok kesim somut olarak farklılaşan talepler olsa da bütünde insanca, adil ve onurlu bir yaşam için mücadele etmektedir. Bütünde ortak olan talepleri gerçeğe çevirmek mücadeleyi de ortak kılmaktan geçmektedir. Çoklu baro sürecinde ülkenin dört bir yanından avukatlar Ankara’ya giderken işçilerin, kadınların, öğrencilerin de yanımızda yürümüş olduğunu düşünün. O zaman gerçekten cesaret edebilirler miydi ikinci baroya? Elbette böyle bir yan yana geliş kendiliğinden gerçekleşemez. Avukatlar hukuki destek dışında da farklı toplumsal dinamiklerin direnişlerinin yanında olmalıdır. Örneğin bir işçi direnişi sadece polis saldırısına uğradığında avukatların konusu olmamalı, başından itibaren uğrak bir ziyaret noktası olarak değerlendirilmeli, işçilerin adalet istemi bizzat yanlarında olarak desteklenmelidir. Ancak böyle bir yaklaşımlar toplumda var olan adalet arayışı ortaklaştırılıp beraber mücadele etmenin zemini var edilebilir.
Yaşanan herhangi bir haksızlığa, adaletsizliğe karşı direnen her toplumsal kesim karşısında devleti bulmaktadır. Ekseriyetle bu karşı karşıya gelme hali hukuka aykırılığı beraberinde getirerek (polis saldırısı, yalan yanlış bir ÇED raporu, usulsüz yargılama, kötü muamele vb.) biz avukatları konuya dahil etmekte ve direnen öznelerin doğal müttefiki yapmaktadır. Ancak bu ittifakta avukatların rolü her zaman “hukuka uygunluk” talep etmekle sınırlı kalmaktadır. Oysa direnenlerin talepleri genelde “hukuka uygunluğun” çok daha ötesindedir. Güncel bir örnek olması nedeniyle öğrenci hareketine geri dönelim. Öğrenciler kayyum rektörü protesto ederken aynı zamanda bir önermede bulunmuşlardır: “Üniversiteyi bileşenleri yönetsin”. Üniversiteyi gerçek bileşenlerinin yönetmesi mevcut mevzuata göre mümkün olmadığı gibi Anayasaya da aykırıdır. Hatta rektörün kendi yetkilerinden feragat etmesi dahi en iyi ihtimalle görevi kötüye kullanma suçunu oluşturacaktır. Öğrenciler pekâlâ bu durumun farkındadır ve yine de taleplerinde ısrarcı olmaya devam etmişlerdir. Öğrencilerin sergilediği direniş toplumun büyük çoğunluğu tarafından meşru kabul edilmiştir. Böylece toplumca haklı görülen bir direnişin hedefleri/talepleri de meşru gelmektedir. Talebin kendisi siyasidir fakat pratiğe nasıl yansıyacağı, yani biçimi hukuki bir sorudur. Her direniş yeni bir hukuku beraberinde yaratmaktadır. Nitekim direnişin içinden doğan “yeni hukuk” bizzat toplumun adalet arayışının bir yansıması olup biz hukukçuların da fikirsel üretimini gerektirmektedir.
Avukatların salt “hukuka uygunluk” talep ederek bile direnişlerin yanında olması elbette çok kıymetlidir ancak toplumun ihtiyaç duyduğu adaleti sağlamaktan uzaktır. Toplumsal davalarla haşır neşir olan her avukat 2911 sayılı Kanuna muhalefet suçuna epey aşinadır. Gözaltı sürecinden başlayarak kovuşturma evresine kadar daima polis tarafından yapılan “müdahalenin” 2911’e aykırı olduğu vb. tartışılır. Halbuki 2911 sayılı Kanun başlı başına bir adaletsizliktir. Eğer gerçek anlamda bir toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkından bahsedeceksek 2911’in bu hakkı kısıtlamaktan başka bir işlevi yoktur. Uygulanmasını/riayet edilmesini istediğimiz hukuk, egemenlerin hukukudur ve toplumsal olarak arzulanan adaletin vuku bulmasıyla bağdaşmamaktadır.
Avukatların, özellikle de devrimci avukatların, yaşanan her türlü haksızlık karşısında sergilediği direngen tutum bu toplumun hafızasında yer etmiştir. Avukatın, tüm saldırılara rağmen, toplum nezdindeki saygınlığı bu yüzden hâlâ yok edilememektedir. Yine bu sebeple herkesin derinden hissettiği adalet ihtiyacına yönelik avukatların toplumsal mücadele dinamiklerlerinin örgütlenmeleri birlikte üreteceği cevaplar toplumda çok daha büyük bir karşılık bulacaktır. Öte yandan mücadeleye konu siyasi taleplerin nasıl uygulamaya konulacağı yani işin hukuki biçimlendirilmesi halihazırda bizim mesleğimizin konusudur. Biz istesek de istemesek de mesleğimizin biçtiği rol, sahip olduğumuz bilgi bize bu ödevi yüklemektedir.
Bugünün ihtiyacı avukatların hem kendi hem de diğer direnenlerin mücadelesine teknik hukuk bilgisi ve emeğinin yanında fikrini de katmasıdır. Madem onlar baroları bölüyor; biz de barolarımızı mücadelenin odakları haline getirelim. Madem öğrenciler üniversiteleri bileşenleri yönetsin diyor; buna ilişkin mevzuatı hep beraber oluşturalım. Madem kadınlar yasalar sokakta yazılır diyor; İstanbul Sözleşmesi’nden çekilenlere yasa nasıl yapılır birlikte gösterelim.
Belki gerçekten adil bir dünyada ne avukata ne de hukukçuya ihtiyaç kalacaktır. Ancak yine de birer hukukçu olarak görevimiz o dünyanın nüvelerini bugünden oluşturmaktır. Gören gözler için o nüveler büyüyen mücadelenin içerisinde saklıdır ve her daim hayali kurulan adil dünya hiç de uzak değildir.